23 Ağustos 2020 Pazar
Olmaz Olmaz Demeyin!*
—Alo, müdür bey!
—Buyrun Hocam!
—Basından okuduğuma göre yarın okulda olacakmışız, doğru mu?
—Doğru okumuşsun. Yarın okuldasınız.
—Anladım.
—Sizden bir şey istesem olur mu?
—Hayırdır hocam!
—Size zahmet okulun bir konumunu gönderebilir misiniz?
—Yarın zaten okuldasınız. Konumu ne yapacaksınız?
—Okula konumla geleceğim.
—Bir şey anlayamadım.
—Okula konumla geleceğim dedim ya...
—İyi de okulun yeni öğretmeni değilsin ki... Kaç yıldır bu okuldasın.
—Haklısın. Okulun gediklilerinden biriyim. Ama marttan beri okula uğramayınca insanlık hali unuttum. Unutamaz mıyım?
—Hakkın var. Gönderiyorum hemen. Ayrıca okulun whatsapp grubuna da bir konum göndereyim. İyi ki hatırlattın. İnsanlık hali belki başka unutanlar da çıkabilir.
—Teşekkür ederim müdür bey. Sizden bir şey daha isteyebilir miyim?
—Buyrun hocam.
—Okulumuzun adı neydi?
—Hocam, dalga mı geçiyorsun? Ne yapacaksın okulun adını?
—Aksine, hiç olmadığı kadar ciddiyim. Zira okulumun adını da unuttum. Olur ya konumdan okulu bulamazsam, gelip geçen birine 'Falan okul nerede' diye soracağım.
—Yav hocam!
—İnsanlık hali unutamaz mıyım hocam. Marttan bu yana kaç ay geçti. Unutamaz mıyım? Ki ben dün akşam ne yediğimi hatırlamıyorum.
—Anladım. Başka bir isteğin var mı?
—Çok teşekkür ediyorum hocam bu anlayışınız için. Zira bir üçüncüsünü sorma cesareti gösterememiştim. Okulumuzun oradan hangi numaralı otobüs geçerdi?
—1047 numaralı otobüs.
—Yolun sağından mı bineceğim yoksa solundan mı?
—Sağından.
—Hocam, otobüse binersem şifayı kapar mıyım? Ortam malum.
—O risk var elbet.
—Bu durumda ne yapacağım ben?
—Hocam, istersen evinin konumunu at. Seni sabahtan evinden alayım.
—Çok iyi olur hocam. Hemen atıyorum.
—Başka bir isteğin var mı?
—Canının sağlığı...
—Hocam, kusura bakmazsan bir soru da ben sorabilir miyim?
—Buyrun müdür bey!
—Bu salgın sürecinde otobüse binip hiç çarşıya gittiniz mi?
—Gittim de ne alaka?
—Çarşıya otobüsle gittiğinize göre okula gelirken de otobüse binip gelebilirdiniz.
—Aynı şey değil hocam. Lütfen karıştırmayalım. Mevzubahis olan eğitim ve öğretimdir. Başka şeye benzemez. Teessüf ediyorum.
—Tamam hocam. Soruyu sormamış kabul edin. Sabah gelip sizi alacağım.
*Hayal ürünüdür. Aslı astarı yoktur.
21 Ağustos 2020 Cuma
Mânâsız Mahlaslı Şair Mustafa Varel *
İnsanın unutamadığı kişiler vardır hayatta. Hiç içinden
çıkmaz. Hep içinde bir özlem duyar: Ah bir görsem, bir araya gelsem, der durur.
Her daim onu hayırla yâd eder. Çünkü gözünü ilk onda açmıştır; ilk okumayı, ilk
yazmayı ondan öğrenmiştir. Küçük yaşta kendisine bir ufuk çizmiştir. Her şeyden
öte sevmiş ve sevdirmiştir.
Kendisini
ilk defa 1970-1971 öğretim yılında öğretmenim olarak tanımıştım. Dünyamız ondan ibaretti. Hem anamızdı, hem de babamız.
İlkokul 1-3'ü onda, 4.ve 5.sınıfları ise başka öğretmenlerde okumuştum. 4 ve 5'te beni okutan öğretmenler bende bir iz
bırakmadı. İlk öğretmenim ise bende olumlu ve derin izler bıraktı. İlk
sazı onda gördüm. Saz eşliğinde bize "Çırpınırdı Karadeniz/ Bakıp Türk'ün
bayrağına…" marşını ilk ondan dinledim. O çalar biz sınıf olarak ona eşlik
ederdik.
Adını unuttuğum bir hikaye kitabından zaman zaman bize
bölümler okurdu. Kitaptan tek aklımda kalan hikayenin kahramanı Hayri Dede idi.
O, koşa koşa cuma namazına gider, arkasına takılır ben de namaza giderdim.
Namaz çıkışı hızlı adımlarla okula gider, ben de ardından ona eşlik ederdim.
Evimize gelir biz de ona giderdik. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Ne kibir
vardı, ne de enaniyet. Akşamleyin mahallelinin bir araya geldiği baranalara
katılır, onlarla hemhal olurdu.
Karasınır'la ilgili “Destanı Karasınır” başlıklı,
"Karasınır'ı dolan da gör bey/Ondaki her şey boldur ha boldur" dizeleriyle
başlayan şiiri, herkesin dilindeydi. Öğrencisi olarak bu şiiri
ezberlemiştim. Gittiğim her yerde haydi bir oku derler, ben de seve seve
okurdum.
Bir bayram dolayısıyla okumamı istediği Arif Nihat
Asya'nın, "Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek"
şiirini kürsüye çıkarak ezberden okumuş, dünyalar benim olmuştu.
1973
yılından beri görüşmediğim öğretmenimin 2017 yılında numarasını bularak önce
telefonla görüşmüş, ardından üç arkadaşla Karaman’a giderek evinde ziyaret
etmiştim. Telefonla haberleşip buluşmasaydık onun beni, benim de onu tanımam
mümkün değildi. Çünkü ne bendeki sarı saçlar kalmıştı, ne de onun
küçüklüğümdeki siması. Yaşını sordum 69 yaşındayım demişti. Çocukluğumda
gördüğüm sinekkaydı tıraşının yerini bembeyaz sakallar almıştı. Öğrencisi iken
kendisinin okuyup bizim dinlediğimiz hikayenin kahramanı 'Hayri Dede' gibi
göründü bana. Zira o da tıpkı hocamız gibi nur yüzlü, piri fani birisi idi. "Size
şiir okuyayım mı" dedi bize. Elbette dedik. Biri 80 öncesi anarşi ortamını
anlatan şiir olmak üzere kendi yazdığı iki şiirini kendi sesinden dinledik.
Ziyaretten
sonra irtibatımız telefonla devam etti. Ben aramasam o beni arardı. Bazen
müsait olup olmadığımı sorar. Hocam, müsaidim deyince “O zaman sana bir şiir
okuyayım” der, bana telefonda şiir ziyafeti verirdi.
Öğretmenim
bir şairdi zira. Nerede bir müsvedde kağıt bulmuşsa onun arkasını değerlendirip
şiir yazmaya devam etmiş. Mânâsız mahlasıyla 600’den fazla şiire imzasını
atmıştı. En büyük hayali üç bölüm halinde şiir kitaplarının yayımlanması,
okumaları için eşe-dosta hediye etmesi idi. Maalesef kitabını bastıramadı. Zira
dövizin dalgalanmasıyla birlikte baskı fiyatları artınca maddi imkansızlıktan
dolayı kitabın yayımlanması askıya alındı.
4 Şubat 2020 günü Meram Tıp Fakültesine
kontrole geldiği gün beni aradı. “Şiirlerimi fotokopi ederek kitap haline getirdim.
Hastaneye uğrarsan bir tanesini sana hediye edeyim” dedi. 360 sayfadan ibaret
şiir kitabını ve bilgisayar ortamına aktarılmamış çok sayıda el yazması şiirini
“okursun” diye hediye etmişti bana.
En son bayramını kutlamak için Kurban
Bayramının birinci günü aramıştım. Daha önceki görüşmelerimizden farklı olarak
konuyu babam rahmetliye getirdi. Babamın
samimi bir Müslüman olduğundan ve kendisini çok sevdiğinden bahsetmişti.
Bu görüşmemizin ardından görüşmediğim
öğretmenimiz, 12 Ağustos günü covid 19’a yakalanarak yoğun bakıma alınmış ve 20
Ağustos günü de bu hastalığa yenik düşerek 72 yaşında iken maalesef vefat
etmiştir. Üzüntüm büyüktür gerçekten. Unutamayacağım insanlardan biri olarak
hayatımda yer almaya devam edecektir. Aynı şekilde yazdığım bu yazı da benim
için zor yazılardan biri olarak aklımda kalacaktır.
Erken yaşta kaybettiğim muhterem hocama
bu vesileyle Allah’tan rahmet diliyorum. Hastalığında ve kontrollerde her daim
yanında olan eşi Hatice Teyze’ye, oğlu Ali Haydar’a ve ailesine başsağlığı
diliyorum. Allah onlara sabır versin inşallah. Öğretmen camiasının, tüm şiir severlerin
ve Karamanlıların da başı sağ olsun.
Hocam! Biz senden razıydık. İnşallah
Allah da razı olur. Mekanın cennet olsun inşallah.
Not (Oğlu Ali Haydar’ın 14 Ağustos tarihli
paylaşımından alıntıdır): “Belki de bazılarınıza maske takmak zor geldiği için
babam, yoğun bakımda yatıyor şu an. Emin olun bunun vebalini ödeyemezsiniz. Bu
duruma vesile olan ve acı çekmemize sebep olan kim varsa üzerinde, zerre hakkım
varsa hiçbirine hakkımı helal etmiyorum. (Bu sözler kural tanımayan ve kul
hakkına riayet etmeyenlere efendim! Duyurulur.)
*22/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*22/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
20 Ağustos 2020 Perşembe
Siz Olsaydınız Bu İhaleyi Kime Verirdiniz?
Bir tanıdığım, fi tarihinde resmi bir kurumda satın alma işlerinden sorumlu iken kurumuna yüklü miktarda araç lastiği alınması gerekir.
Tanıdığım, ihale için gerekli evrak ve şartnameyi hazırladıktan sonra hazırladığı teklif mektuplarını, teklif vermeleri için firmalara verir.
Verdiği teklif mektuplarını geri alırken daha önceki lastik ihaleleri hep kendisinde kalan bir firma sahibi tanıdığıma "Sen ne dolaşıp duruyorsun, başkasından teklifler alıyorsun? Nasılsa ihtiyacınız olan lastikleri benden alacaksınız" diyor.
Tanıdığım, "Olur mu öyle şey? En uygun teklifi kim verirse ihale onda kalır” der. Firma sahibi "Sen görürsün" cevabını verir.
Gelen teklif mektupları açıldığı zaman görülür ki en uygun teklifi bir başkası vermiştir.
Lastikler ihalenin kaldığı kimseden alınacağı zaman kurumun amiri, satın alma işlerini tevdi ettiği tanıdığımı çağırır: "Lastikleri daha önceki aldığımız falan firmadan niçin almıyoruz" sorusunu sorar. Tanıdığım, "Efendim, dediğiniz firmanın teklifi yüksek. Şartname gereği en uygun teklifi veren firmadan almamız gerekiyor" der.
Kurum amiri, "Verdiği teklif uygun olmasa da biz lastikleri bizim adamımıza vereceğiz. İhale onda kalacak" deyince tanıdığım, "Efendim, bu durumda kurum zarara uğrar. Çünkü lastikleri pahalıya almış oluruz" şeklinde itiraz eder. Kurum amiri "Pahalı olursa olsun. Dediğim yerden alınacak. İhaleyi ona göre düzenleyelim" talimatı verince buna ortak olmak istemeyen tanıdığım, bu talimatı hazırlama yerine, hazırladığı emeklilik dilekçesini kurum amirine sunar ve o gün emekli olur.
Tanıdığım genç yaşında emekli olduktan sonra lastik ihalesi kimde mi kalmış? Herhalde kitabına uydurularak kurum amirinin dediği yerden alınmıştır. Gördüğünüz gibi ihaleye fesat karıştırma durumu yok. Yani işlem temiz... Bu temiz işe fesat karıştırsa karıştırsa tanıdığım karıştırmış olur.
Bana göre bu ihale sürecinde tanıdığımın takındığı tavır yanlış. Bizim adam varken bizden olmayan birinden lastik almak da neyin nesi? Nerede görülmüş böyle bir şey. Bizimki aklı sıra eski köye yeni âdet getirecek... Bizimkinin hesaba katmadığı bir şey daha var: Emekliliği de gelse işinde acemi gayri, belli. Kurum amirinin bir bildiği var, değil mi? İşte bunu hesaba katmıyor. Ah bizim insanımız! Bunu akıl etse hazırladığı o kadar evrak boşa gitmezdi. Yazık değil mi o kağıtlara! Boşa giden her bir evrak milli bir servet. Maalesef cebimizden çıkıyor. Bir lastik için yorgan yakılır mı hiç? Sonra ne diye emekli oluyorsun? Sallasan başını, alsan maaşını olmaz mıydı? İhaleyi yabancıya vererek göğe mi erecektin? Hasılı kurum amirlerinin işi zor. Bu tür memurlarla bu işler nasıl yürüyecek? Sonra da millet iş yapmıyor diye kurum amirine kızıyor. Ah işin iç yüzünü bir bilseler...
Sanırım bu satışta siz de benim gibi düşünüyorsunuz? Teşekkür ediyorum. Biliyordum...
18 Ağustos 2020 Salı
Soyadı Gibi Adildi! *
Gazeteye
göndereceğim yazıyı yazıp tam gönder tuşuna basmaya hazırlanırken sevip
saydığım bir büyüğümün vefatını öğrenince göndereceğim yazıyı rafa kaldırdım.
Büyüğüm hakkında yazmak istedim. Nedense elim klavyeye gitmedi. Yazdım yazdım,
ardından sildim. Zira nereden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemedim. Ölümün
hak olduğuna ve sıra takip etmeden bir gün kapımızı çalacağına inanmış olsam da
değer verdiğim biri hakkında kalem oynatmak zormuş meğer. Hüseyin Adil Abiden
bahsedeceğim bugün size.
Kendisini
ilk defa 1981 veya 1982 yılında Konya İHL’nin karşısına yeni açılmış küçük bir
lokantada tanımıştım. Halen Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası
Başkanı olan oğlu Mehmet Adil’e “Arkadaşlarını okulun yakınındaki şu lokantaya
getir, onlara bir yemek ikram edeyim, hem onları tanımış olurum” demiş. Bir
öğle arası birkaç arkadaşla beraber lokantada bizi bekler bulduk. Kısa bir
tanışma faslından sonra önümüze önce bir çorba, ardından halen adını bilmediğim
üzeri yoğurtlu, altı etli bir yemek geldi. İlk defa içtiğim bu çorbanın adının
Ezogelin Çorbası olduğunu sonradan öğrendim. Hem çorba hem de ana menü nefisti
gerçekten. Sonraki yıllarda ne zaman bir lokantaya girsem uzun yıllar hep bu
çorbadan içtim. İçtikçe de cebimde metelik yokken Hüseyin Abinin ikram ettiği bu
çorba aklıma geldi hep.
1986
yılında üniversiteyi okumak için Kayseri’ye gideceğim zaman hem barınma hem
iaşede yardımcı olmaları ve görüp kollamaları için oradaki tanıdıklarına bir
mektup yazarak cebime sıkıştırmıştı.
Okulları
bitirip başka yerlerde çalıştıktan sonra Konya’ya geldiğimizde iki sofralık kalabalık
bir arkadaş grubuyla birlikte yılda en az bir defa evine yemekli misafir olduk.
İzzet ve ikramın sınırı yoktu. Tüm çoluk çocuğu bize hizmet etmek için seferber
olurdu. Kendisi pek yemeyi sevmese de sofrada bize eşlik ederdi. Zengin biri
olmasa da yedirmeyi severdi. Zira sahavet ehli biriydi.
Yemekten
önce veya sonra “Ramazan’ım, Osman’ım, Mustafa’m, Ahmet’im, Bekir’im, Ali
Osman’ım, Ömer’im… diyerek her birimize ismimizle hitap eder, halimizi
hatırımızı sorardı. Daha önceden görmediği bir arkadaşımız aramıza katıldığı
zaman “Sizi ilk defa görüyorum. Tanışalım” derdi. Bizi unutmadığı gibi yeni tanıştığı
kişinin de adını unutmazdı. Müthiş bir hafızası vardı ama hafızadan ziyade
karşısındaki, çocuğunun yaşında da olsa herkese değer verirdi. Tanışma
faslından ve hal hatırdan sonra konuyu Müslümanların dertlerine getirir. Bunun
üzerine neler yapılabilir diyerekten kafa yorar, her birimizin görüşünü dikkatli
bir şekilde dinlerdi. Ardından ”Evimizi şereflendirdiniz, hepinize çok teşekkür
ediyorum. Allah sizden razı olsun. Siz oturmaya devam edin. İzninizle ben
kalkacağım” der, biz de oturması için ısrar etmemize rağmen “Fazla gevezelik
yaptım, kafanızı ağrıttım, hepinizden özür diliyorum” diyerek müsaade alır
giderdi.
Ne
mezunu, nereden mezun bilmem. Sorma gereksinimi de duymadım. Zira her yönüyle
dopdolu bir insandı. Kendisini hem dinen hem ilmen hem görgü yönünden
yetiştirmiş, hayatın her safhasında pişmiş, ömrünü inandığı değerlere hizmet etmeye adamış
birisi idi. Nerede bir hareket, bir miting, bir toplantı ve etkinlik varsa
“Benden geçti” demez bir nefer olarak oradaydı. Tam bir aksiyon adamıydı. Onun
aksiyonluğu; hamasete, vurmaya, kırmaya dayalı bir aksiyonluk değildi. Ayakları
yere basan, düşünen, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyen, inandığı değerler uğruna
son ana kadar pes etmeden çorbada tuzum olsun diyerek çalışan birisi idi.
İnandığı
değerleri aynı zamanda yaşayan birisi idi: Kimsenin aleyhinde konuşmaz, gıybet
nedir bilmezdi. Mütevazılığı, beyefendi kişiliği ve nezaketi hiç elden
bırakmadı. İbadetlerine devamlılığının yanında bir Müslüman’da olması gereken tüm
ahlaki özelliklere sahipti. Kurumunda, fahri olarak çalıştığı vakıf ve
derneklerde veya hayatın içinde gördüğü bir haksızlığa usulünce müdahale etmeye
çalışır, gücü yetmez ise oradan uzaklaşır ve haksızlık yapanlara gönül koyardı.
Gönül koyduklarına da Allah affetsin diye duasını eksik etmezdi. Bunlar böyle
yaptı deyip köşesine çekilip oturmazdı. Soluğu, daha düzgün çalıştığına
inandığı yerlerde alırdı. Düşünce olarak son ana kadar Milli Görüş çizgisini terk
etmeyen, kavgalarda taraf tutmayan, tarafları anlamaya çalışan ve dinini dört
dörtlük yaşayan nevi şahsına münhasır, samimi birisi idi. Kısaca her yönüyle
örnek bir Müslüman, soyadı gibi adildi dense yeridir.
Tebliğ
ve irşat görevini yaparken önce ailesinden başlayarak çevreye açılmayı
yeğlerdi:
Oğlu
Mehmet, Oda başkanı olduğunda hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim. “Hüseyin Abi
geldi mi ziyaretine” demiştim. “Geldi sağ olsun. Bu yaşında buraya kadar gelip
‘Oğlum, buralar insanın ayağını kaydırır, aman dikkatli ol, doğruluktan
ayrılma…’ şeklinde bana bir saat nasihat etti gitti. Allah kendisinden razı
olsun” demişti.
Bir
yerde öğrenci yetiştiriliyorsa Hüseyin Ağabeyi orada bulabilirdiniz. Değişik
vakıf ve derneklerde rol üstlenmişti. Dizlerinde bir ağrı olmasına rağmen son
yıllarda hafızlık yapan bir derneğe kendini adamıştı. Bu salgın döneminde “Ben
riskli gruptayım” demeden, buradaki öğrencilere katkı olsun diye bayramın ilk
günü, kendisini deri ve kelle toplamaya adamış, akşama kadar tek başına hatırı
sayılır bir deri toplamıştı. Akşamında yorgun, bitkin eve gelen Hüseyin
Ağabeyin vücudu daha fazla dayanamadı ve kimseye yük olmadan 17 Ağustos günü 74
yaşında iken hayata veda etti. Dün de kendisini ebedi istirahatgahına
defnettik.
Allah
kendisinden razı olsun. Mekanı cennet olsun. Rabbim ona gani gani rahmet
eylesin. Zira biz kendisinden razıyız. Kendisi gibi dürüst yetiştirdiği
oğulları Mehmet ve Osman’a, diğer Adil ve Küçükbüğrü ailelerine baş sağlığı
diliyorum. Tüm Konya’nın ve ihtiyaç sahibi öğrencilerin başı sağ olsun.
*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
17 Ağustos 2020 Pazartesi
Hamaset Nereye Kadar Olmalı? *
Yiğitlik,
kahramanlık ve cesaret takdir edilen güzel değerlerimizdendir. Bu
değerlere hamaset diyoruz. Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır dense de korkaklık,
toplumda yerilirken yiğitlik ve kahramanlık övülür. Yine toplum, hamasetin
kendisi olan cesurluğu ve gözü pekliği takdir ederken hamaset yapmayı veya
hamaset edebiyatı yapmayı “hamaset yapma” veya hamaset yapıyorsun” diyerek
eleştirir. Çünkü hamasetin bu yüzü, bol keseden atmaktan, yıkama-yağlamaktan,
gaz vermekten, sevenlerin ayaklarını yerden kesmekten ibarettir. İş başa
düşünce bu tiplerin kahramanlığı karton kahramanlığı olduğu ortaya çıkar.
Hamaseti,
kitleleri arkasında sürüklemek isteyen kişiler özellikle siyasi liderler çok
kullanır. Amaç, miting alanlarını doldurmak, seçmenini arkasında kenetlenmiş
görmek ve yaptığı bu gövde gösterisiyle rakiplerine “gücümü gör”, “benden kork”
derken henüz kararını vermemiş aradaki seçmenlere de göz kırpar. Bu durum
sadece siyasette değil, tarihimizde de böyle. Bundandır ki ne siyasetimiz bir
arpa boyu yol alır ne de tarihi gerçeklikleri tam anlamıyla öğrenmiş oluruz.
Çünkü bu tür hamaset gerçekle yüzleşmemek, olanı olduğundan farklı göstermek
demektir.
Hamaset
sadece bize mahsus hasletlerden değildir. Bir toplumun yumuşak karnı üzerine
bir devlete yön veren liderler kitleleri arkasında görmek, onları motive etmek,
onları arkasından sürüklemek için zaman zaman hamasete başvururlar. Çünkü bu
tür hamaset kitleler üzerinde prim yapar. Bu da hamaset edebiyatı yapanlar için
geçer akçedir. Buna Naziler örnek olarak verilebilir. Maalesef bu örnek,
kaybedecekleri bir savaşa ülkelerini sokmakla sonuçlanmıştır. Bugün kimse
Adolf Hitler’i ağzına almıyor. Övmeye kalkan olursa da lanetleniyor.
Hamasetin
bizi sevenler nezdinde bir karşılığı olsa da nereye kadar yapılması gerekir?
Çünkü hamaset iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Kullanmayı bilmek lazım.
Bence hamaset yerinde, zamanında ve kıvamında olmalı, bir yere kadar
yapılmalıdır. Bana göre bunun ölçüsü, yemeğe konan tuz kadardır. Nasıl ki
yemeğe tuz atmayınca tatsız, tuzsuz bir yemek karşımıza çıkıyorsa hamaset
olmadığında moral motive olmaz. Aynı şekilde yemeğe fazla tuz atmak yemeği
yedirmez. Zorla yersen bu yemek içini yakar. Çünkü fazlası zarardır. İçine hiç
tuz atılmamış yemeğe tuz takviyesi yaparak telafi edebilirsin. Fazla tuzlu
yemeğin ise telafisi yok. Anlatmak istediğim önü, arkası ve sonuçları hesaba
katılmadan haddinden fazla yapılan hamaset, ayakları yerden keser. Yere
basmayan ayaklar ise yerden güç almadığı için asla son vuruşu yapamadığı gibi
bir müddet sonra da mevcut kazanımlara zarar vermeye başlar.
Sözün
özü; bu ülkede siyaset yapanlar, geçmiş tarihimiz üzerine konuşan tarihçiler,
söylemlerinde hep dini referansa başvuranlar; vatan, millet, din, bayrak,
Atatürk diyenler, işleri ters gittiği zaman sağda-solda, içeride ve dışarıda
düşman arayanlar, bu ülkeye bir iyilik yapmak istiyorlarsa bu ülkenin ortak
değerlerinden ellerini çekmeliler. Hala hamaset yapacaklarsa kendilerine başka
malzeme bulsunlar. Değilse bunun bedelini millet olarak çok ağır öderiz.
*26/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*26/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
16 Ağustos 2020 Pazar
"...Namaz Olmaz" *
"Gömleğin
kolunu katlarsan namaz olmaz."
"Kısa
kollu kılarsan namaz olmaz."
"Başın
açık olursa namaz mekruh olur."
"Çıplak
ayakla namaz kılınmaz."
"Eşofman
ve pijama ile kılarsan namaz olmaz."
"Ön
safta boşluk varken arkada kılarsan namazın olmaz".
"Caminin
içi boşken dışarıda kılarsan namazın olmaz."
"Caminin
dışında namaz kılarken aradan yol geçiyorsa namaz olmaz."
"İçinden
okurken okuduğunu kulağın duymaz ise namaz olmaz."
"Hutbe
okunurken konuşursan namazın olmaz".
Yukarıda
verdiğim daha da verebileceğim örnekleri; camiye gider, cemaate karışırsanız;
imamdan, müezzinden, cemaatin ileri gelenlerinden zaman zaman duymanız mümkün.
Bu konuda alnı secdeye değen çoğu kimse, bilir bilmez sana bu şekilde fetvalar
verir. Camiye gitmekle sadece namaz kılmış olmaz aynı zamanda istemeden bu
şekil fetvalar almış olursun. Kısa günün karı.
Bilir
bilmez bu kişilerin verdiği bu atmasyon fetvaları duyunca moralin bozuluyor,
camiye geldiğine geleceğine pişman oluyorsun. Acaba bunların bildiği, benim
bilmediğim bir şey mi var diye tereddüde düşüyorsun. Daha da ötesi, namazın
özüne dair olmayan bu söylemler, bir kolaylık dini diye bildiğimiz İslam dinini
zorlaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor. Allah adına konuşmak, namazın
olup olmadığı hakkında ileri geri konuşmak, mektep medrese görmüş gibi
işkembeyi kübradan atmak ancak bir cahil cesareti olsa gerek. Maalesef bu
konuda vatandaşımız sınır tanımıyor ve haddini bilmiyor.
Tüm
bunları sade vatandaş yapsa duyduğunu din diye sana satıyor diyeceğim. Maalesef
değil. Bunu mürekkep yalamış bazı cami görevlisi de yapıyor. İki hafta önce
cuma için camiye gittim. Namazı içeride mi kılayım, bahçedeki çimler üzerine mi
seccademi sereyim derken cami girişinde maske kontrolü yapan müezzini gördüm.
Dışarıya ses geliyor mu dedim. "Kapıya yakın yerlere gelebilir, diğer
yerleri bilmiyorum ama içeride boş yer varken dışarıda namaz olmaz" demez
mi? Mübareği sanırsın ki fetva kurulu başkanı. İlmihalde okuduğunu bana din
diye satıyor. Üstelik salgın dolayısıyla olağanüstü günlerden geçtiğimiz bugünlerde
devlet, avlusu uygun camilerin bahçelerinde yani açık alanlarda namaz kılmayı
önerirken bizimki, önce caminin içini doldurmaya çalışıyor. Fetvası da hazır:
Namaz olmaz. Halbuki az kafayı çalıştırıverse "Bu pandemi dolayısıyla
saflara bile mesafe kondu. Artık yan yana saf tutulmuyor. Dışarısı namaz kılmak
için daha uygun" şeklinde düşünebilirdi. Ama böyle düşünse kafasındaki
ezber bozulur.
Sonra
bu namaz nasıl bir ibadet ki bunlara göre şöyle olursa olmuyor, böyle olursa
olmuyor. Bir defa müezzin efendi böyle fetva vermeyi bırakmalı. Yapacağı ilk
iş, caminin dışına sesin gelip gelmediğini uygun bir zamanda öncelikli olarak
test etmek olmalı. Çünkü ilk ve öncelikli görevi budur. Çünkü cemaatin
kalabalık olduğu sair zamanlarda içeride yer olmayınca vatandaş dışarıda
namazını kılıyor.
*28/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*28/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Benim de Bir Baskülüm Oldu Artık
Hemen hemen herkesin evinde olan bir baskülüm yoktu. Olması için de pek dert edinmedim. Kilomu da dert edinmedim. Ne zamanki yürüyüşe başladım. Göbeğin biraz eridiğini görünce önceleri meraktan tartılan ben, tartılmak için terazi arar oldum. Kimin evine gitmişsem teraziniz var mı, bir tartılabilir miyim dedim. Kimseye gitmemişsen zaman zaman ilaç aldığım eczaneye uğradım. Bir tartıldım. İki, üç, beş derken eczacıya "Ya hep gelip böyle tartılacağım ya da bu baskülü bana vererek kurtulacaksınız" dedim. Sadece gülümsediler. Yani baskülü vermediler.
Bir, iki haftada her tartıldıkça kilomun düşmesi beni memnun etmeye başladı. Bu beni daha da kamçıladı. Yürüyüşümü artırdım. Dere, tepe, düz, yokuş, iniş, cadde, sokak demedim, yürüdüm. "Senin göbek gitmiş" diyenleri duydukça yürüyüş süresini ve tempoyu daha da artırdım. Ama tartılmam lazım. Neredeyim? Zira önümü görmeliydim. Her zaman eczaneye uğramak da olmazdı. Bir baskülüm olmalıydı.
Bir, iki haftada her tartıldıkça kilomun düşmesi beni memnun etmeye başladı. Bu beni daha da kamçıladı. Yürüyüşümü artırdım. Dere, tepe, düz, yokuş, iniş, cadde, sokak demedim, yürüdüm. "Senin göbek gitmiş" diyenleri duydukça yürüyüş süresini ve tempoyu daha da artırdım. Ama tartılmam lazım. Neredeyim? Zira önümü görmeliydim. Her zaman eczaneye uğramak da olmazdı. Bir baskülüm olmalıydı.
Hangi marka baskül almalıydım, hangisi daha güzel tartar, hangisinin fiyatı daha uygun olurdu? Nihayet 80 lira vererek birine bir baskül aldırdım. Sabahı bekleyemedim. Gecenin onunda yürüyerek baskülü almaya gittim. 75 dakikada gittim. Elime baskülü aldıktan sonra bir an evvel eve varıp tartılmalıyım diyerek başka bir yoldan 55 dakikada evime geldim.
Eve girer girmez baskülü ambalajından açıp kurdum. Bir sevindim bir sevindim. Sormayın. Nasıl sevinmeyeyim. Zira benim de bir baskülüm olmuştu. Hemen üzerine çıkıp tartıldım. Yine bir sevinç bir sevinç! Bu sefer neye sevindin demeyin. 80-82 kilo ile başlayan yürüyüş serüvenim, meyvesini vermiş ve kilom 72-73 bandına inmişti.
Şimdi girip çıkıp tartılıyorum. Yiyorum, tartılıyorum. İçiyorum, tartılıyorum. Niye tartılmayayım ki... Kilom indikçe, göbek eridikçe moralim yerine geliyor. Üstelik tartı bedava. Bedeli peşin ödenmiştir.
Hala bir baskülünüz yoksa almanızı ve girip çıkıp tartılmanızı öneririm. Tartılırken aç karna tartılmanızı tavsiye ederim. Çünkü kilonuzu daha düşük gösteriyor. Yok, ben tokken tartılırım diyorsanız o zaman kilonuzu sorun edinmeyeceksiniz. Sorun ederim diyorsanız o zaman yürümek için benim peşime takılacaksınız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)