21 Ağustos 2020 Cuma

Mânâsız Mahlaslı Şair Mustafa Varel *


İnsanın unutamadığı kişiler vardır hayatta. Hiç içinden çıkmaz. Hep içinde bir özlem duyar: Ah bir görsem, bir araya gelsem, der durur. Her daim onu hayırla yâd eder. Çünkü gözünü ilk onda açmıştır; ilk okumayı, ilk yazmayı ondan öğrenmiştir. Küçük yaşta kendisine bir ufuk çizmiştir. Her şeyden öte sevmiş ve sevdirmiştir.
Kendisini ilk defa 1970-1971 öğretim yılında öğretmenim olarak tanımıştım. Dünyamız ondan ibaretti. Hem anamızdı, hem de babamız. İlkokul 1-3'ü onda, 4.ve 5.sınıfları ise başka öğretmenlerde okumuştum.  4 ve 5'te beni okutan öğretmenler bende bir iz bırakmadı. İlk öğretmenim ise bende  olumlu ve derin izler bıraktı. İlk sazı onda gördüm. Saz eşliğinde bize "Çırpınırdı Karadeniz/ Bakıp Türk'ün bayrağına…" marşını ilk ondan dinledim. O çalar biz sınıf olarak ona eşlik ederdik.
Adını unuttuğum bir hikaye kitabından zaman zaman bize bölümler okurdu. Kitaptan tek aklımda kalan hikayenin kahramanı Hayri Dede idi. O, koşa koşa cuma namazına gider, arkasına takılır ben de namaza giderdim. Namaz çıkışı hızlı adımlarla okula gider, ben de ardından ona eşlik ederdim.  
Evimize gelir biz de ona giderdik. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Ne kibir vardı, ne de enaniyet. Akşamleyin mahallelinin bir araya geldiği baranalara katılır, onlarla hemhal olurdu.
Karasınır'la ilgili “Destanı Karasınır” başlıklı, "Karasınır'ı dolan da gör bey/Ondaki her şey boldur ha boldur" dizeleriyle başlayan şiiri, herkesin dilindeydi.  Öğrencisi olarak bu şiiri ezberlemiştim. Gittiğim her yerde haydi bir oku derler, ben de seve seve okurdum.
Bir bayram dolayısıyla okumamı istediği Arif Nihat Asya'nın, "Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek" şiirini kürsüye çıkarak ezberden okumuş, dünyalar benim olmuştu.
1973 yılından beri görüşmediğim öğretmenimin 2017 yılında numarasını bularak önce telefonla görüşmüş, ardından üç arkadaşla Karaman’a giderek evinde ziyaret etmiştim. Telefonla haberleşip buluşmasaydık onun beni, benim de onu tanımam mümkün değildi. Çünkü ne bendeki sarı saçlar kalmıştı, ne de onun küçüklüğümdeki siması. Yaşını sordum 69 yaşındayım demişti. Çocukluğumda gördüğüm sinekkaydı tıraşının yerini bembeyaz sakallar almıştı. Öğrencisi iken kendisinin okuyup bizim dinlediğimiz hikayenin kahramanı 'Hayri Dede' gibi göründü bana. Zira o da tıpkı hocamız gibi nur yüzlü, piri fani birisi idi. "Size şiir okuyayım mı" dedi bize. Elbette dedik. Biri 80 öncesi anarşi ortamını anlatan şiir olmak üzere kendi yazdığı iki şiirini kendi sesinden dinledik.
Ziyaretten sonra irtibatımız telefonla devam etti. Ben aramasam o beni arardı. Bazen müsait olup olmadığımı sorar. Hocam, müsaidim deyince “O zaman sana bir şiir okuyayım” der, bana telefonda şiir ziyafeti verirdi.
Öğretmenim bir şairdi zira. Nerede bir müsvedde kağıt bulmuşsa onun arkasını değerlendirip şiir yazmaya devam etmiş. Mânâsız mahlasıyla 600’den fazla şiire imzasını atmıştı. En büyük hayali üç bölüm halinde şiir kitaplarının yayımlanması, okumaları için eşe-dosta hediye etmesi idi. Maalesef kitabını bastıramadı. Zira dövizin dalgalanmasıyla birlikte baskı fiyatları artınca maddi imkansızlıktan dolayı kitabın yayımlanması askıya alındı.
4 Şubat 2020 günü Meram Tıp Fakültesine kontrole geldiği gün beni aradı. “Şiirlerimi fotokopi ederek kitap haline getirdim. Hastaneye uğrarsan bir tanesini sana hediye edeyim” dedi. 360 sayfadan ibaret şiir kitabını ve bilgisayar ortamına aktarılmamış çok sayıda el yazması şiirini “okursun” diye hediye etmişti bana.
En son bayramını kutlamak için Kurban Bayramının birinci günü aramıştım. Daha önceki görüşmelerimizden farklı olarak konuyu babam rahmetliye getirdi.  Babamın samimi bir Müslüman olduğundan ve kendisini çok sevdiğinden bahsetmişti.
Bu görüşmemizin ardından görüşmediğim öğretmenimiz, 12 Ağustos günü covid 19’a yakalanarak yoğun bakıma alınmış ve 20 Ağustos günü de bu hastalığa yenik düşerek 72 yaşında iken maalesef vefat etmiştir. Üzüntüm büyüktür gerçekten. Unutamayacağım insanlardan biri olarak hayatımda yer almaya devam edecektir. Aynı şekilde yazdığım bu yazı da benim için zor yazılardan biri olarak aklımda kalacaktır.  
Erken yaşta kaybettiğim muhterem hocama bu vesileyle Allah’tan rahmet diliyorum. Hastalığında ve kontrollerde her daim yanında olan eşi Hatice Teyze’ye, oğlu Ali Haydar’a ve ailesine başsağlığı diliyorum. Allah onlara sabır versin inşallah. Öğretmen camiasının, tüm şiir severlerin ve Karamanlıların da başı sağ olsun.
Hocam! Biz senden razıydık. İnşallah Allah da razı olur. Mekanın cennet olsun inşallah.
Not (Oğlu Ali Haydar’ın 14 Ağustos tarihli paylaşımından alıntıdır): “Belki de bazılarınıza maske takmak zor geldiği için babam, yoğun bakımda yatıyor şu an. Emin olun bunun vebalini ödeyemezsiniz. Bu duruma vesile olan ve acı çekmemize sebep olan kim varsa üzerinde, zerre hakkım varsa hiçbirine hakkımı helal etmiyorum. (Bu sözler kural tanımayan ve kul hakkına riayet etmeyenlere efendim! Duyurulur.)

*22/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

20 Ağustos 2020 Perşembe

Siz Olsaydınız Bu İhaleyi Kime Verirdiniz?


Bir tanıdığım, fi tarihinde resmi bir kurumda satın alma işlerinden sorumlu iken kurumuna yüklü miktarda araç lastiği alınması gerekir. 

Tanıdığım, ihale için gerekli evrak ve şartnameyi hazırladıktan sonra hazırladığı teklif mektuplarını, teklif vermeleri için firmalara verir. 

Verdiği teklif mektuplarını geri alırken daha önceki lastik ihaleleri hep kendisinde kalan bir firma sahibi tanıdığıma "Sen ne dolaşıp duruyorsun, başkasından teklifler alıyorsun? Nasılsa ihtiyacınız olan lastikleri benden alacaksınız" diyor.

Tanıdığım, "Olur mu öyle şey? En uygun teklifi kim verirse ihale onda kalır” der. Firma sahibi "Sen görürsün" cevabını verir.

Gelen teklif mektupları açıldığı zaman görülür ki en uygun teklifi bir başkası vermiştir.

Lastikler ihalenin kaldığı kimseden alınacağı zaman kurumun amiri, satın alma işlerini tevdi ettiği tanıdığımı çağırır: "Lastikleri daha önceki aldığımız falan firmadan niçin almıyoruz" sorusunu sorar. Tanıdığım, "Efendim, dediğiniz firmanın teklifi yüksek. Şartname gereği en uygun teklifi veren firmadan almamız gerekiyor" der.

Kurum amiri, "Verdiği teklif uygun olmasa da biz lastikleri bizim adamımıza vereceğiz. İhale onda kalacak" deyince tanıdığım, "Efendim, bu durumda kurum zarara uğrar. Çünkü lastikleri pahalıya almış oluruz" şeklinde itiraz eder. Kurum amiri "Pahalı olursa olsun. Dediğim yerden alınacak. İhaleyi ona göre düzenleyelim" talimatı verince buna ortak olmak istemeyen tanıdığım, bu talimatı hazırlama yerine, hazırladığı emeklilik dilekçesini kurum amirine sunar ve o gün emekli olur. 

Tanıdığım genç yaşında emekli olduktan sonra lastik ihalesi kimde mi kalmış? Herhalde kitabına uydurularak kurum amirinin dediği yerden alınmıştır. Gördüğünüz gibi ihaleye fesat karıştırma durumu yok. Yani işlem temiz... Bu temiz işe fesat karıştırsa karıştırsa tanıdığım karıştırmış olur.

Bana göre bu ihale sürecinde tanıdığımın takındığı tavır yanlış. Bizim adam varken bizden olmayan birinden lastik almak da neyin nesi? Nerede görülmüş böyle bir şey. Bizimki aklı sıra eski köye yeni âdet getirecek... Bizimkinin hesaba katmadığı bir şey daha var: Emekliliği de gelse işinde acemi gayri, belli. Kurum amirinin bir bildiği var, değil mi? İşte bunu hesaba katmıyor. Ah bizim insanımız! Bunu akıl etse hazırladığı o kadar evrak boşa gitmezdi. Yazık değil mi o kağıtlara! Boşa giden her bir evrak milli bir servet. Maalesef cebimizden çıkıyor. Bir lastik için yorgan yakılır mı hiç? Sonra ne diye emekli oluyorsun? Sallasan başını, alsan maaşını olmaz mıydı? İhaleyi yabancıya vererek göğe mi erecektin? Hasılı kurum amirlerinin işi zor. Bu tür memurlarla bu işler nasıl yürüyecek? Sonra da millet iş yapmıyor diye kurum amirine kızıyor. Ah işin iç yüzünü bir bilseler...

Sanırım bu satışta siz de benim gibi düşünüyorsunuz? Teşekkür ediyorum. Biliyordum...

18 Ağustos 2020 Salı

Soyadı Gibi Adildi! *


Gazeteye göndereceğim yazıyı yazıp tam gönder tuşuna basmaya hazırlanırken sevip saydığım bir büyüğümün vefatını öğrenince göndereceğim yazıyı rafa kaldırdım. Büyüğüm hakkında yazmak istedim. Nedense elim klavyeye gitmedi. Yazdım yazdım, ardından sildim. Zira nereden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemedim. Ölümün hak olduğuna ve sıra takip etmeden bir gün kapımızı çalacağına inanmış olsam da değer verdiğim biri hakkında kalem oynatmak zormuş meğer. Hüseyin Adil Abiden bahsedeceğim bugün size.
Kendisini ilk defa 1981 veya 1982 yılında Konya İHL’nin karşısına yeni açılmış küçük bir lokantada tanımıştım. Halen Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası Başkanı olan oğlu Mehmet Adil’e “Arkadaşlarını okulun yakınındaki şu lokantaya getir, onlara bir yemek ikram edeyim, hem onları tanımış olurum” demiş. Bir öğle arası birkaç arkadaşla beraber lokantada bizi bekler bulduk. Kısa bir tanışma faslından sonra önümüze önce bir çorba, ardından halen adını bilmediğim üzeri yoğurtlu, altı etli bir yemek geldi. İlk defa içtiğim bu çorbanın adının Ezogelin Çorbası olduğunu sonradan öğrendim. Hem çorba hem de ana menü nefisti gerçekten. Sonraki yıllarda ne zaman bir lokantaya girsem uzun yıllar hep bu çorbadan içtim. İçtikçe de cebimde metelik yokken Hüseyin Abinin ikram ettiği bu çorba aklıma geldi hep.
1986 yılında üniversiteyi okumak için Kayseri’ye gideceğim zaman hem barınma hem iaşede yardımcı olmaları ve görüp kollamaları için oradaki tanıdıklarına bir mektup yazarak cebime sıkıştırmıştı.
Okulları bitirip başka yerlerde çalıştıktan sonra Konya’ya geldiğimizde iki sofralık kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte yılda en az bir defa evine yemekli misafir olduk. İzzet ve ikramın sınırı yoktu. Tüm çoluk çocuğu bize hizmet etmek için seferber olurdu. Kendisi pek yemeyi sevmese de sofrada bize eşlik ederdi. Zengin biri olmasa da yedirmeyi severdi. Zira sahavet ehli biriydi.
Yemekten önce veya sonra “Ramazan’ım, Osman’ım, Mustafa’m, Ahmet’im, Bekir’im, Ali Osman’ım, Ömer’im… diyerek her birimize ismimizle hitap eder, halimizi hatırımızı sorardı. Daha önceden görmediği bir arkadaşımız aramıza katıldığı zaman “Sizi ilk defa görüyorum. Tanışalım” derdi. Bizi unutmadığı gibi yeni tanıştığı kişinin de adını unutmazdı. Müthiş bir hafızası vardı ama hafızadan ziyade karşısındaki, çocuğunun yaşında da olsa herkese değer verirdi. Tanışma faslından ve hal hatırdan sonra konuyu Müslümanların dertlerine getirir. Bunun üzerine neler yapılabilir diyerekten kafa yorar, her birimizin görüşünü dikkatli bir şekilde dinlerdi. Ardından ”Evimizi şereflendirdiniz, hepinize çok teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun. Siz oturmaya devam edin. İzninizle ben kalkacağım” der, biz de oturması için ısrar etmemize rağmen “Fazla gevezelik yaptım, kafanızı ağrıttım, hepinizden özür diliyorum” diyerek müsaade alır giderdi.
Ne mezunu, nereden mezun bilmem. Sorma gereksinimi de duymadım. Zira her yönüyle dopdolu bir insandı. Kendisini hem dinen hem ilmen hem görgü yönünden yetiştirmiş, hayatın her safhasında pişmiş,  ömrünü inandığı değerlere hizmet etmeye adamış birisi idi. Nerede bir hareket, bir miting, bir toplantı ve etkinlik varsa “Benden geçti” demez bir nefer olarak oradaydı. Tam bir aksiyon adamıydı. Onun aksiyonluğu; hamasete, vurmaya, kırmaya dayalı bir aksiyonluk değildi. Ayakları yere basan, düşünen, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyen, inandığı değerler uğruna son ana kadar pes etmeden çorbada tuzum olsun diyerek çalışan birisi idi.
İnandığı değerleri aynı zamanda yaşayan birisi idi: Kimsenin aleyhinde konuşmaz, gıybet nedir bilmezdi. Mütevazılığı, beyefendi kişiliği ve nezaketi hiç elden bırakmadı. İbadetlerine devamlılığının yanında bir Müslüman’da olması gereken tüm ahlaki özelliklere sahipti. Kurumunda, fahri olarak çalıştığı vakıf ve derneklerde veya hayatın içinde gördüğü bir haksızlığa usulünce müdahale etmeye çalışır, gücü yetmez ise oradan uzaklaşır ve haksızlık yapanlara gönül koyardı. Gönül koyduklarına da Allah affetsin diye duasını eksik etmezdi. Bunlar böyle yaptı deyip köşesine çekilip oturmazdı. Soluğu, daha düzgün çalıştığına inandığı yerlerde alırdı. Düşünce olarak son ana kadar Milli Görüş çizgisini terk etmeyen, kavgalarda taraf tutmayan, tarafları anlamaya çalışan ve dinini dört dörtlük yaşayan nevi şahsına münhasır, samimi birisi idi. Kısaca her yönüyle örnek bir Müslüman, soyadı gibi adildi dense yeridir.
Tebliğ ve irşat görevini yaparken önce ailesinden başlayarak çevreye açılmayı yeğlerdi:
Oğlu Mehmet, Oda başkanı olduğunda hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim. “Hüseyin Abi geldi mi ziyaretine” demiştim. “Geldi sağ olsun. Bu yaşında buraya kadar gelip ‘Oğlum, buralar insanın ayağını kaydırır, aman dikkatli ol, doğruluktan ayrılma…’ şeklinde bana bir saat nasihat etti gitti. Allah kendisinden razı olsun” demişti.
Bir yerde öğrenci yetiştiriliyorsa Hüseyin Ağabeyi orada bulabilirdiniz. Değişik vakıf ve derneklerde rol üstlenmişti. Dizlerinde bir ağrı olmasına rağmen son yıllarda hafızlık yapan bir derneğe kendini adamıştı. Bu salgın döneminde “Ben riskli gruptayım” demeden, buradaki öğrencilere katkı olsun diye bayramın ilk günü, kendisini deri ve kelle toplamaya adamış, akşama kadar tek başına hatırı sayılır bir deri toplamıştı. Akşamında yorgun, bitkin eve gelen Hüseyin Ağabeyin vücudu daha fazla dayanamadı ve kimseye yük olmadan 17 Ağustos günü 74 yaşında iken hayata veda etti. Dün de kendisini ebedi istirahatgahına defnettik.
Allah kendisinden razı olsun. Mekanı cennet olsun. Rabbim ona gani gani rahmet eylesin. Zira biz kendisinden razıyız. Kendisi gibi dürüst yetiştirdiği oğulları Mehmet ve Osman’a, diğer Adil ve Küçükbüğrü ailelerine baş sağlığı diliyorum. Tüm Konya’nın ve ihtiyaç sahibi öğrencilerin başı sağ olsun.

*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Hamaset Nereye Kadar Olmalı? *

Yiğitlik, kahramanlık ve cesaret  takdir edilen güzel değerlerimizdendir. Bu değerlere hamaset diyoruz. Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır dense de korkaklık, toplumda yerilirken yiğitlik ve kahramanlık övülür. Yine toplum, hamasetin kendisi olan cesurluğu ve gözü pekliği takdir ederken hamaset yapmayı veya hamaset edebiyatı yapmayı “hamaset yapma” veya hamaset yapıyorsun” diyerek eleştirir. Çünkü hamasetin bu yüzü, bol keseden atmaktan, yıkama-yağlamaktan, gaz vermekten, sevenlerin ayaklarını yerden kesmekten ibarettir. İş başa düşünce bu tiplerin kahramanlığı karton kahramanlığı olduğu ortaya çıkar.
Hamaseti, kitleleri arkasında sürüklemek isteyen kişiler özellikle siyasi liderler çok kullanır. Amaç, miting alanlarını doldurmak, seçmenini arkasında kenetlenmiş görmek ve yaptığı bu gövde gösterisiyle rakiplerine “gücümü gör”, “benden kork” derken henüz kararını vermemiş aradaki seçmenlere de göz kırpar. Bu durum sadece siyasette değil, tarihimizde de böyle. Bundandır ki ne siyasetimiz bir arpa boyu yol alır ne de tarihi gerçeklikleri tam anlamıyla öğrenmiş oluruz. Çünkü bu tür hamaset gerçekle yüzleşmemek, olanı olduğundan farklı göstermek demektir.
Hamaset sadece bize mahsus hasletlerden değildir. Bir toplumun yumuşak karnı üzerine bir devlete yön veren liderler kitleleri arkasında görmek, onları motive etmek, onları arkasından sürüklemek için zaman zaman hamasete başvururlar. Çünkü bu tür hamaset kitleler üzerinde prim yapar. Bu da hamaset edebiyatı yapanlar için geçer akçedir. Buna Naziler örnek olarak verilebilir. Maalesef bu örnek, kaybedecekleri bir savaşa ülkelerini sokmakla sonuçlanmıştır. Bugün kimse Adolf Hitler’i ağzına almıyor. Övmeye kalkan olursa da lanetleniyor.
Hamasetin bizi sevenler nezdinde bir karşılığı olsa da nereye kadar yapılması gerekir? Çünkü hamaset iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Kullanmayı bilmek lazım. Bence hamaset yerinde, zamanında ve kıvamında olmalı, bir yere kadar yapılmalıdır. Bana göre bunun ölçüsü, yemeğe konan tuz kadardır. Nasıl ki yemeğe tuz atmayınca tatsız, tuzsuz bir yemek karşımıza çıkıyorsa hamaset olmadığında moral motive olmaz. Aynı şekilde yemeğe fazla tuz atmak yemeği yedirmez. Zorla yersen bu yemek içini yakar. Çünkü fazlası zarardır. İçine hiç tuz atılmamış yemeğe tuz takviyesi yaparak telafi edebilirsin. Fazla tuzlu yemeğin ise telafisi yok. Anlatmak istediğim önü, arkası ve sonuçları hesaba katılmadan haddinden fazla yapılan hamaset, ayakları yerden keser. Yere basmayan ayaklar ise yerden güç almadığı için asla son vuruşu yapamadığı gibi bir müddet sonra da mevcut kazanımlara zarar vermeye başlar. 
Sözün özü; bu ülkede siyaset yapanlar, geçmiş tarihimiz üzerine konuşan tarihçiler, söylemlerinde hep dini referansa başvuranlar; vatan, millet, din, bayrak, Atatürk diyenler, işleri ters gittiği zaman sağda-solda, içeride ve dışarıda düşman arayanlar, bu ülkeye bir iyilik yapmak istiyorlarsa bu ülkenin ortak değerlerinden ellerini çekmeliler. Hala hamaset yapacaklarsa kendilerine başka malzeme bulsunlar. Değilse bunun bedelini millet olarak çok ağır öderiz. 

*26/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





16 Ağustos 2020 Pazar

"...Namaz Olmaz" *


"Gömleğin kolunu katlarsan namaz olmaz."
"Kısa kollu kılarsan namaz olmaz."
"Başın açık olursa namaz mekruh olur."
"Çıplak ayakla namaz kılınmaz."
"Eşofman ve pijama ile kılarsan namaz olmaz."
"Ön safta boşluk varken arkada kılarsan namazın olmaz".
"Caminin içi boşken dışarıda kılarsan namazın olmaz."
"Caminin dışında namaz kılarken aradan yol geçiyorsa namaz olmaz."
"İçinden okurken okuduğunu kulağın duymaz ise namaz olmaz."
"Hutbe okunurken konuşursan namazın olmaz".
Yukarıda verdiğim daha da verebileceğim örnekleri; camiye gider, cemaate karışırsanız; imamdan, müezzinden, cemaatin ileri gelenlerinden zaman zaman duymanız mümkün. Bu konuda alnı secdeye değen çoğu kimse, bilir bilmez sana bu şekilde fetvalar verir. Camiye gitmekle sadece namaz kılmış olmaz aynı zamanda istemeden bu şekil fetvalar almış olursun. Kısa günün karı.
Bilir bilmez bu kişilerin verdiği bu atmasyon fetvaları duyunca moralin bozuluyor, camiye geldiğine geleceğine pişman oluyorsun. Acaba bunların bildiği, benim bilmediğim bir şey mi var diye tereddüde düşüyorsun. Daha da ötesi, namazın özüne dair olmayan bu söylemler, bir kolaylık dini diye bildiğimiz İslam dinini zorlaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor. Allah adına konuşmak, namazın olup olmadığı hakkında ileri geri konuşmak, mektep medrese görmüş gibi işkembeyi kübradan atmak ancak bir cahil cesareti olsa gerek. Maalesef bu konuda vatandaşımız sınır tanımıyor ve haddini bilmiyor.
Tüm bunları sade vatandaş yapsa duyduğunu din diye sana satıyor diyeceğim. Maalesef değil. Bunu mürekkep yalamış bazı cami görevlisi de yapıyor. İki hafta önce cuma için camiye gittim. Namazı içeride mi kılayım, bahçedeki çimler üzerine mi seccademi sereyim derken cami girişinde maske kontrolü yapan müezzini gördüm. Dışarıya ses geliyor mu dedim. "Kapıya yakın yerlere gelebilir, diğer yerleri bilmiyorum ama içeride boş yer varken dışarıda namaz olmaz" demez mi? Mübareği sanırsın ki fetva kurulu başkanı. İlmihalde okuduğunu bana din diye satıyor. Üstelik salgın dolayısıyla olağanüstü günlerden geçtiğimiz bugünlerde devlet, avlusu uygun camilerin bahçelerinde yani açık alanlarda namaz kılmayı önerirken bizimki, önce caminin içini doldurmaya çalışıyor. Fetvası da hazır: Namaz olmaz. Halbuki az kafayı çalıştırıverse "Bu pandemi dolayısıyla saflara bile mesafe kondu. Artık yan yana saf tutulmuyor. Dışarısı namaz kılmak için daha uygun" şeklinde düşünebilirdi. Ama böyle düşünse kafasındaki ezber bozulur.
Sonra bu namaz nasıl bir ibadet ki bunlara göre şöyle olursa olmuyor, böyle olursa olmuyor. Bir defa müezzin efendi böyle fetva vermeyi bırakmalı. Yapacağı ilk iş, caminin dışına sesin gelip gelmediğini uygun bir zamanda öncelikli olarak test etmek olmalı. Çünkü ilk ve öncelikli görevi budur. Çünkü cemaatin kalabalık olduğu sair zamanlarda içeride yer olmayınca vatandaş dışarıda namazını kılıyor. 

*28/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Benim de Bir Baskülüm Oldu Artık

Hemen hemen herkesin evinde olan bir baskülüm yoktu. Olması için de pek dert edinmedim. Kilomu da dert edinmedim. Ne zamanki yürüyüşe başladım. Göbeğin biraz eridiğini görünce önceleri meraktan tartılan ben, tartılmak için terazi arar oldum. Kimin evine gitmişsem teraziniz var mı, bir tartılabilir miyim dedim. Kimseye gitmemişsen zaman zaman ilaç aldığım eczaneye uğradım. Bir tartıldım. İki, üç, beş derken eczacıya "Ya hep gelip böyle tartılacağım ya da bu baskülü bana vererek kurtulacaksınız" dedim. Sadece gülümsediler. Yani baskülü vermediler.
Bir, iki haftada her tartıldıkça kilomun düşmesi beni memnun etmeye başladı. Bu beni daha da kamçıladı. Yürüyüşümü artırdım. Dere, tepe, düz, yokuş, iniş, cadde, sokak demedim, yürüdüm. "Senin göbek gitmiş" diyenleri duydukça yürüyüş süresini ve tempoyu daha da artırdım. Ama tartılmam lazım. Neredeyim? Zira önümü görmeliydim. Her zaman eczaneye uğramak da olmazdı. Bir baskülüm olmalıydı.
Hangi marka baskül almalıydım, hangisi daha güzel tartar, hangisinin fiyatı daha uygun olurdu? Nihayet 80 lira vererek birine bir baskül aldırdım. Sabahı bekleyemedim. Gecenin onunda yürüyerek baskülü almaya gittim. 75 dakikada gittim. Elime baskülü aldıktan sonra bir an evvel eve varıp tartılmalıyım diyerek başka bir yoldan 55 dakikada evime geldim. 
Eve girer girmez baskülü ambalajından açıp kurdum. Bir sevindim bir sevindim. Sormayın. Nasıl sevinmeyeyim. Zira benim de bir baskülüm olmuştu. Hemen üzerine çıkıp tartıldım. Yine bir sevinç bir sevinç! Bu sefer neye sevindin demeyin. 80-82 kilo ile başlayan yürüyüş serüvenim, meyvesini vermiş ve kilom 72-73 bandına inmişti. 
Şimdi girip çıkıp tartılıyorum. Yiyorum, tartılıyorum. İçiyorum, tartılıyorum. Niye tartılmayayım ki... Kilom indikçe, göbek eridikçe moralim yerine geliyor. Üstelik tartı bedava. Bedeli peşin ödenmiştir. 
Hala bir baskülünüz yoksa almanızı ve girip çıkıp tartılmanızı öneririm. Tartılırken aç karna tartılmanızı tavsiye ederim. Çünkü kilonuzu daha düşük gösteriyor. Yok, ben tokken tartılırım diyorsanız o zaman kilonuzu sorun edinmeyeceksiniz. Sorun ederim diyorsanız o zaman yürümek için benim peşime takılacaksınız. 

Türk Telekom Ses Verdi *

Cumartesi günü gazetemizde yayımlanan "Türk Telekom'a Açık Mektup" başlıklı yazım üzerine, Türk Telekom aynı gün aradı. D... isimli müşteri yetkilisi "Bize yazdığınız açık mektup üzerine aradığını, yardımcı olmak istediğini söyledi. Kendisiyle yaklaşık 26 dakikalık bir görüşme yaptım. Görevliye, yazımda dile getirdiğim hususları kısaca izah ettim. 

Bu kısa girizgâhtan sonra temsilcinin verdiği cevaplara geçmeden önce bir hususu belirtmek isterim. Hem cumartesi ve bugün yayımlanan yazım, her ne kadar benim şahsi meselem olsa da cumartesi günkü yazımı sosyal medyada paylaşınca sorunun, sadece benim sorunum olmadığını, bu vb. konularda GSM operatörü müşterilerinin sorunlarının da ortak olduğunu yazdıkları yorumlarından anladım. Yazmış olduğum açık mektupla mağdurlara tercüman olmuş oldum. Bu açıklamadan sonra müşteri temsilcisinin yazıma ve söylediklerime binaen verdiği cevaplara kısaca yer vermek istiyorum:

Herhangi bir taahhüdüm bulunmamasına rağmen tahakkuk ettirilen 29 lirayı sorduğumda, “Bu bedelin bir cayma bedeli değil, son bir aya ait indirim bedeli olduğunu, şayet 19 Haziranda değil de 21 Haziranda geçiş yapmış olsaydım bu bedel de yansıtılmayacaktı” dedi. (Daha önceki müşteri temsilcileri bunun cayma bedeli olduğunu söylemişlerdi. Sonunda bu parayı ödemiş olsam da en azından cayma bedeli adı altında ödememiş oldum. İndirim-bindirim meselesi sanırım.)
Aynı anda geçiş yaptığım iki hattımdan birine 17, diğerine 19 lira gelen “telsiz ücreti”ndeki farkı sordum. “Devletle yaptıkları anlaşma gereği telsiz ücretinin peşin alındığını, iki hattaki farklılık ise hatlar faturalı iken bir tanesinin telsiz ücretinin daha önceki faturaya yansıtıldığını, diğerinin ise yansıtılmadığını, aradaki iki liralık farkın buradan kaynaklandığını” söyledi. (daha önceki müşteri yetkilileri farkı açıklama yerine fatura ayrıntısını tekraren okumuşlardı.)
“Fatura ayrıntıları ve yaptığım açıklamaları size yazılı olarak gönderebilirim” dedi temsilci. İstemedim. Zira gerek de görmedim. Yalnız aynı firmanın temsilcilerinin verdiği farklı cevaplar beni düşündürdü. Daha önceki müşteri temsilcileri, “kayıtlı e posta adresim olmadığı için yazılı cevap veremeyeceklerini, fatura detayını gönderemeyeceklerini, teknik olarak e posta adresimi kaydedemeyeceklerini” ifade etmişlerdi. Demek ki istenince gönderilebiliyormuş.
Hasılı 45+77 lira olarak ödediğim faturalardan bana herhangi bir geri dönüş olmasa da yazım üzerine arayan D…isimli müşteri temsilcisiyle verimli bir görüşme yaptım. Önceki temsilciler ile kendisinin verdiği cevaplar arasında nüanslar vardı. Kendisini, aynı işi yapan emsallerine göre daha donanımlı gördüm. Kendisine de “Arkadaşlarınız bu durumu bana böyle izah etmiş olsalardı, ayrıca açık mektup yazmaya ihtiyaç duymazdım” dedim ve kendisine teşekkür ettim.
Burada bir teşekkür de Türk Telekom’a olsun. Hakkında herhangi bir şikayet oluşturulduğunda hemen dönüş yapan Türk Telekom, yazılan bir yazıya da tatil demeden aynı gün dönüş yaptı. Gösterdiği hassasiyet ve duyarlılığından dolayı Türk Telekom’a ayrıca teşekkür ediyorum. Aynı hassasiyeti Ulaştırma Bakanlığından da beklerdim. Zira yazımda “Faturalı hattan faturasız hatta geçildiğinde devletin, yılbaşına kadar telsiz ücretini peşin almasını, belki ben yılbaşını beklemeden hattımı kapattırıp kullanmayacağımı, bu peşin işine aklımın yatmadığını ifade etmiştim.  Ulaştırma Bakanlığından “Şundan dolayı böyle alıyoruz” şeklinde maalesef bir cevap alamadım. Merak ediyorum, Türk Telekom, ayrı bir hatta geçiş yapmış olsa bile eski müşterisini arayıp cevap veriyor. Vatandaşına daha fazla değer vermesi gereken devlet bunu niçin yapmıyor? Niye cevap versin ki… Devlet sadece aldığı vergiyi bilir. Bu konuyu CİMER’e yazsan, sana “Falan kanunun şu maddesine göre bu ücret alınmaktadır” cevabı verilir, iş kapanır.
Buradan Türk Telekom ve diğer GSM operatörlerine bu vesileyle şunu söylemek isterim. GSM’ler arasında vatandaş ne zaman geçiş yapmış olsa çoğunluk şu ya da bu şekilde bir mağduriyet yaşamakta ve hesaba katılmayan bir ücretle karşı karşıya kalmaktadır. Geçişlerde servis ve bayilerin tek yaptıkları, nüfus cüzdanının fotokopisini almak, numaranı yazıp okutmadan altına imza attırmak... Bence bir mağduriyet yaşanmaması için geçiş işlemi yapılırken vatandaş ayrıntılı bir şekilde bilgilendirilmelidir.

*17/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.