13 Temmuz 2020 Pazartesi

Pusula'ya Veda ***

Pusula'da ilk yazım 19 Eylül 2018 tarihinde "Girizgah" başlığıyla çıkmıştı. O günden bugüne salı, perşembe ve cumartesi olmak üzere dini bayramlar dışında hafta da üç gün yazdım. Bu kısa zaman zarfında toplamda 276 yazı yazmışım.
İki yıla yaklaşan bu yazı hayatımda ilk yazımda "Başta toplumsal konular olmak üzere siyasi, ekonomi, dini, eğitim ve öğretim, ahlak ve görgü kuralları vb alanlarda Allah ne verdiyse dağarcığım el verdiği müddetçe yazıp çizeceğim. Yani neyi dert ediniyorsam onu" demiştim.  Aşağı yukarı her konuda yazı kaleme aldım. Gündem ya da gündem dışı neyi dert edinmişsem ele aldım. Bir olay, bir hareket hoşuna gitmiş ise övdüm, gitmemişse eleştirdim. Eleştiri ile yetinmedim. Nasıl olması gerektiği konusunda öneriler sunmaya çalıştım. Tüm bunları yaparken olayları asla kişiselleştirmedim. Zira kişilerle işim olmadı hiç. Nabza göre şerbet vermedim. Hem nalına hem mıhına demedim. Doğruya doğru, yanlışa yanlış dedim. İstedim ki dokunsun ve gereği yapılsın. Dokundururken "Sözüm meclisten dışarı" demedim, "içeri" dedim. 
Yazılarımı kaleme alırken kah diyalog yolunu seçtim kah mizah, bazen de hiciv denedim. Bazen üstü kapalı bazen de açık yazdım. Tüm bunları yaparken insanların onurunu ön plana aldım. Kırmadan, dökmeden, yapıcı ve yumuşak bir üslup kullandım. 
Yazılarım bazen teknik hata, yoğunluk ve unutmadan kaynaklı sebeplerle kimi vakit gününde yayımlanmasa da gazetemiz, ertesi gün yayımlamak suretiyle telafi yoluna gitmiştir. Yazılarım; içerik, üslup vs sebeplerle gazete yönetimi tarafından üstü kapalı da olsa bu yazı, bu şekil olmaz şeklinde bir çizik yememiştir. İstediğimi istediğim şekilde özgürce yazdım.
Her girizgâhın bir bitişi olduğu gibi yazmam için bize emanet edilen bu köşeyi de yeni sahiplerine teslim etmek, biraz dinlenmeye çekilmek istiyorum. Bu yazımla da bunu yapıyorum ve Pusula Haber gazetesinde yayımlanmakta olan yazılarıma veda ediyorum. 
Bu zaman zarfında yazı yazmam için gazetesinde bana bir köşe açan gazetenin sahibi Harun Akgül Bey'e hassaten teşekkür ediyorum. Bu süreçte Pusula ailesinin bir ferdi olmaktan bahtiyarlık duyduğumu ifade etmek istiyorum. Gazetemize bundan sonraki yayın hayatında başarılar diler, şehrimize soluk olmaya devam etmesini istiyorum.
Son sözlerim de okuyucu kitleme olsun. Zira Pusula'yı birçok gazeteden ayıran en büyük özelliği, okuyucu kitlesidir. Her yazıyı titizlikle okuyan bu okuyucu kitlesi, zaman zaman yorumlarıyla yazılarıma katkı sunmuşlardır. Bazı yazılarım eleştirilmiş, bazı yazılarım tasvip görmüştür. Hem eleştirilen hem de tasvip gören yorumların hepsi birer geri dönüttür. Hepsi bakış açıma ve ufkumun açılmasına zemin hazırlamıştır. Tüm yorumlara yorum olarak cevap yazmaya çalıştım. Tüm okuyucularıma, özellikle yorum yazan okuyucularıma sonsuz teşekkür ediyorum.
Yazarken kimseyi kırmamaya özen gösterdim. Olur ya, bilmeden hata etmiş, kalp kırmış ve maksadımı aşan bir cümle sarf etmiş ve zülfü yare dokunmuşsam af ola...

***16/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

12 Temmuz 2020 Pazar

Ayasofya İmamlığı Şartlarım


1.En yüksek devlet memuru maaşı üzerinden maaş,
2.Denize nazır bir lojman. Yıldız Köşkü, (Dolmabahçe Sarayı tercihimdir.)
3.Temsil ettiğim makam itibariyle Cumhurbaşkanından sonra protokol yeri,
4.Zırhlı araç tahsisi, yeterince şoför ve güvenlik temini,
5.Maaşımın dışında herhangi bir yüksek kurul ve komisyonların birinde yönetim kurulu üyeliği, (Görevimin sorumluluğu itibariyle bir başkanlık istemiyorum.
6.Ayasofya'ya gelen yabancıların sorularına cevap verebilmem için yeryüzünde konuşulan her dilden birer tercüman, (Tercümanın biri izinli veya hasta olmasına karşın tercümanların yedekleri de olması lazım ama devlete maliyet getireceği için birer tercüman yeterli.)
7.Namazları diğer imamla beraber dönüşümlü kıldırırım. O kıldırırken camiye ben gitmem. Ben kıldırırken de o gelmesin. 
8. Mesai arkadaşım olacak imam ve müezzinleri kendim seçerim. Bir başkasının müdahalesine tahammül edemem. Merak etmeyin. Hepsi ehil olacak. Tek şartım, bilgi ve donanım bakımından benden aşağıda olmalarıdır. Önceliği damadıma vermek isterim ama damadım yok. Bu arada kardeşimin sesi fena değil. Aile şirketi gibi orada kadrolaşmak isterim.
9.Camiyi ziyarete gelen üst düzey için teşrifatçılık, onları karşılama yapmam.
10. Ali Erbaş camiye geldiği zaman sarık ve cübbeyi vermem. 
11. Din İşlerinin hazırladığı hutbeyi okumam. Hutbeyi kendim hazırlarım.
12.Camimde merkezi ezana izin vermem. Benim görevlik okurken diğer cami imamlarının keyif çatmasına engin hoşgörüm izin vermez. İlla senin caminde okunacak denirse ben uyumlu bir insanım. Olur derim ama diğer camilerin görevlileri sırayla gelip benim camimde ezan okuyacaklar.
13. Öğle ve ikindi namazlarından önce koronavirüs tedbirleri çerçevesinde "Değerli vatandaşlarımız! Salgıla mücadelede yeni bir döneme giriyoruz..." şeklinde bir uyarıyı yapmam. Bana kimse dayatamaz bunu. Valilik, kendi odasından anons ettirebilir.
14. Cuma akşamları yatsı namazında minare duası yapmam.
15. Camimde yapımı devam etmekte olan muhtelif cami, Kur'an Kursları ve vesair yerler için sergi açtırmam.
16. Beni bu camiye atayacaklara asla minnet duymam. Kimse de benden bunu beklemesin.
17. Ölünceye kadar bu camide görev yaparım. 65 yaş bana işlemez. TBMM gerekirse bana özel kanun çıkarsın. 
18. Ölürken yerime geçecek kişiyi ben seçerim. Devlet ayrıca atama yapmaz. Devletin bu konuda yapacağı benim vasiyetimi yerine getirmektir. 
19. Devlet ayrıca sair isteklerimi şartsız yerine getirme yükümlülüğünü kabul eder.

Şartlarım ilk etapta bu kadar. Daha başka şartlar da öne sürebilirim ama tevazuumdan bu kadarla yetiniyorum. Göreve başladıktan sonra çalışma şartlarına göre yeni şartlar koyma hakkım bakidir ve devredilemez. Şartlarımdan bazılarını esnetebilir, ilaveler yapabilirim. Herhangi bir anlaşmazlıkta İstanbul Adliyeleri yetkilidir.
Tüm bu şartlarımı okuyunca kendini ağırdan satıyor diye düşünebilirsiniz. Tüm bunları görev yapacağım caminin önemine dair istiyorum. Kendim için bir şey istemiyorum. Çünkü ben orada bir makamı temsil edeceğim. Ne istiyorsam makamın ağırlığı adına istiyorum. 

Kamuoyuna ve devlet erkanına duyurulur.

Not: İlk defa bir şartname hazırladım. Acemiliğim olabilir. Dostların beni bu konuda mazur görsün.  Bu göreve kendini çok ucuza satmışsın, şunları da şart koş, derslerse önerilere açığım. Şartnameye ilave ederim.

Danıştay'ın Ayasofya Kararı *


Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneğinin, Ayasofya'nın müze statüsüyle ilgili 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının yürütmesinin durdurulması ve kararın iptali için yaptığı başvuruyu 2 Temmuzda görüşen Danıştay, 10 Temmuzda kararını açıklayarak müze kararını veren 34 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Aynı gün Cumhurbaşkanı, mahkeme kararının gereğini yaparak Ayasofya'nın cami statüsünün gereği için Diyanet İşleri Başkanlığını bir yazısıyla görevlendirdi. Ayasofya 24 Temmuzda ilk cuma kılınacak şekilde cami olarak hazır hale getirilecek.
Ayasofya'nın müze statüsünden camiye dönüşmesi için yıllardır hukuk mücadelesi veren ilgili dernek yetkililerine, 34 tarihli kararı iptal eden Danıştay 10.Dairesi üyelerine, mahkeme kararının gereğini yerine getirmek ve cami olarak açılması için aynı gün Diyanet'e görev Cumhurbaşkanına teşekkür ediyorum. Yeniden cami statüsüne kavuşan Ayasofya'nın da hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.
Yazımın bundan sonraki kısmında idari yargı ve yargı kararlarının uygulanması üzerine birkaç hususa işaret edeceğim. Şunu buradan söyleyeyim. Danıştay’ın iptal kararını önemsiyorum. Olması gereken ve halkın beklentilerini karşılayan bir karara imza attı. Keşke aynı Danıştay, bu davayla ilgili daha önce açılmış iptal davalarında bu yönde bir karar verseydi de bu mesele bu kadar sürüncemede kalmasaydı. Ayasofya ile ilgili yargısal sürece baktığımız zaman 34 tarihli kararın iptali için 2005 ve 2016 yıllarında dava açılmış ama Danıştay, hukuka bir aykırılık görmediğinden açılan davaları reddetmişti.
İdari yargı bir konuda bir karar verdiği zaman gereğini 30 gün içinde yürütme yerine getirmekle yükümlü. Sayın Erdoğan da Danıştay’ın verdiği kararı yerine getirmek için jet hızıyla hareket etti. Bu da çok güzel bir tasarruf. Ki olması gerekendir. Yargı kararları içimize sinse de sinmese de yürütmeye düşen, yargı kararlarının gereğini yerine getirmektir. Bundan sonra da yürütmeden beklenen, her türlü idari yargı sonuçlarını yerinde ve zamanında harfiyen yerine getirmek olmalıdır. Maalesef bu konuda gelmiş ve geçmiş hükümetlerin sicili pek iyi değildir. Mahkemenin verdiği karar hoşa gitmeyince yükümlülüğü ve müeyyidesi olmasına rağmen hükümetler tarafından zaman zaman keyfi davranılmıştır.
Burada üzerinde duracağım bir diğer husus, ülkeyi yöneten ve yönetmeye talip siyasilerin özellikle tartışmalı konularda -Ayasofya konusunda olduğu gibi- işi bağımsız yargıya havale etmeleri ve yargı sonucuna göre hareket etmeleridir. Bu, hükümetlerin elini güçlendiren bir yöntemdir. Çünkü yargı kararları eleştiri konusu edilse de yargının gereği yapılır ve tartışma biter. İçeriden ve dışarıdan bir baskı geldiği zaman hükümetler, özellikle diplomaside “yargı kararını yerine getirdim” diyerek yargının arkasına sığınır. Bunu birçok gelişmiş ülke çok iyi yapıyor. Aynı yol ve yöntem bizim ülkemizde de niçin yapılmasın. Mahkeme kararı beklenmeksizin siyasetin aldığı kararlara gelince, bitmez tükenmez bir tartışmayı beraberinde getirebiliyor. Hükümetler değiştiği zaman uygulamaya konan kararlar yeni gelen hükümet tarafından yürürlükten kaldırılabiliyor ve tekrar başa dönülebiliyor.
Hasılı,
1.Önemli konularda karar alınacağında son merci yargının karar vermesi beklenmelidir.
2.Yargının verdiği karar içimize sinse de sinmese de hatta aleyhimize de olsa yerine getirilmelidir.
3.İster idari ister adli yargı, bir konuda karar alırken bağımsızlığından ödün vermeyecek, kamuoyunda, baskıdan böyle karar verdi şeklindeki değerlendirmelere pabuç bırakmayacak şekilde mevzuat çerçevesinde, kamuoyunun beklentilerini de gözeterek vicdanlarına göre karar verdiği hissini vermeleri gerekir. Yargıya güven için bu elzemdir. Güç odakları ve siyaset bırakın baskıyı, yargılama esnasında ihsası reyde dahi bulunmaktan kaçınmalıdırlar. Yargı ne siyasetin yanında ne de karşısında bir rol üstlenmelidir. Ne siyaseti kilitlemeli ne de siyasetin noteri olmalıdır. Herkesin hakkını aldığı, adalet dağıtan güven kapısı olmalıdır.
Bu konularda alacağımız epey mesafe var diye düşünüyorum.

*13/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Yeni Usul Düğün Yemeği

Konya'da yeni usul düğün yemeği (tabildot)
Kişiye özel yemek menüsünde:
1.Yoğurt çorbası,
2.Bamya,
3.Etli pilav
Ağzı kapalı plastik kabın içinde:
1.Zerde,
2.İrmik helvası.
3.Aromalı meyve suyu.
Bir ambalajın içinde:
1.Plastik kaşık,
2.Kağıt mendil,
3.Islak mendil
4.Su ve
Ekmek.
Bu yemek menüsünde:
1 Her masaya 10 kişi oturacak kuralı yok. Bir masaya en fazla 6 kişi oturacak şekilde sandalye konmuş.
2.Masaya oturan her kişiye 6 kişi beklenmeden yemek servisi yapılıyor.
3.İlk servisi yapan görevliler ilave yemek isteyenlere tekraren ilave yemek getiriyor.
4.Masamda oturan bir kişi dışında ilave yemek isteyen olmadı.
5.Gelen menü herkesi doyurdu.
6.Plastik bardakta çay.

Karışıklık yok, kargaşa yok, ardında bekleyen yok, yemek artığı yok, ortak kaba kaşık sallamak yok, tıka basa yemek yok, aç kalkmak yok...

Nasıl buldunuz bu yeni usul Konya yemeğini?

Not: Konya düğünlerinde ortak yemeği birçok yazımda eleştiri konusu yapmış, tabildot usulü yemeği önermiştim. Sakalım olmadığı için Konyalılar beni dinlemedi ama küçücük virüs bizi yola getirdi.

10 Temmuz 2020 Cuma

Ayasofya Camii ve İmamı

Ayasofya'nın yeniden camiye dönüşmesi hiç bu kadar ciddi olmamıştı. Hep konuşulur konuşulur kalırdı. Ayasofya nihayet camiye dönüşüyor. Sorunun çözümüne katkı sunan, sebep olan, inisiyatif kullanan herkese teşekkür ediyorum. Temenni ediyorum ki Ayasofya şu ya da bu şekilde bundan sonra tartışmaların odağı olmaz.

İyi de burası cami olarak açılacak. Namaz için cemaat de geleceğine göre haliyle buraya bir de imam lazım. 
Burada görev yapacak hiç imam bulunamaz, mevcutlar da burada imamlık yapmaya yanaşmayıp cami imamsız kalırsa, nasıl ki geçmişte Küçük Ayasofya Camii imamlığına geçen bir Bekri Mustafa ortaya çıkmış ise Büyük Ayasofya Camii imamlığına geçecek ikinci bir Bekri Mustafa niçin çıkmasın. 

Hasılı talibim bu göreve. Şanım da yürür bu arada. Ayasofya'nın ilk imamı unvanını elde ederim. Torumlarıma "Ben Ayasofya'da imam iken..." şeklinde başlayan geçmişimi anlatır dururum. Torunlarım da "Eyvah dedem! Şimdi yine Ayasofya diye başlayacak" deyip kaçışacak. Neyse bu kısım sonra.

Ardımda namaz kılacak sizler de "Burası, bunun için mi açıldı" şeklinde hayıflana hayıflana bağrınıza taş bastırarak ardımda namaz kılmaya devam edersiniz. Yapacağınız tek şey, "Uydum hazır olan imama" demek. Bu arada söz, kendime çekidüzen vermeye çalışırım. Hala bunun arkasında namaz olmaz derseniz, başka ne yapabilirim ki...Sultan Ahmet'e gidin. Bakın sizi uzağa göndermiyorum. Mesela "Suudi Arabistan'a gidin" demiyorum.
Yok, biz oraya dört başı mamur, cevval birini atayacağız denirse Ali Erbaş'tam önce burada ilk cumayı kıldırmak isterim... Bu arada Ayasofya'da ilk cumanın 24 Temmuzda kılınacak olması, Lozan Barış  Antlaşmasına bir gönderme olabilir mi?

İşin latife boyutu bir tarafa. Alınan bu karar, ortaya konan bu irade hayırlı olsun. İçinde samimiyetle namaz kılanlardan olmak temennisiyle... Bu arada cemaati de bol olsun. Burası, tüm cami işlevini gören bir takva mescidi olsun inşallah.

Bekri Mustafa'yı bilmeyenler için:
"Bekri Mustafa, yoksul bir mahallede “Küçük Ayasofya Camii”nin önünden geçmektedir... O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur.
Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler.
Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder.
Bekri Mustafa gülerek cevaplar:
“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin. Onlar durumu anlar, dedim" der.

Not: Ayasofya ile ilgili 20.53 ulusa sesleniş konuşması yaparken Sayın Erdoğan'ın, yanına beni de alıp elimi havaya kaldırarak "Ayasofya'nın ilk imamı da hepinizin yakından tanıdığı yanımdaki zatı muhteremdir. İmamımız da hayırlı olsun" demesini Sayın Erdoğan'dan beklerdim. Kırıldım doğrusu. Sanırım heyecandan unutmuş olmalı.

"Kaç Oğlum Kaç..." *

Sabah namazından sonra tenha bir ortamda, serin bir havada biraz yürüyüş yapayım diye Evliya Çelebi Parkına gittim. Akşam kalabalığı yoktu parkurun. Tenha mı tenha. Birkaç kadın yürüyüşlerini yapıp bir kamelyaya oturmuşlar. Kahvaltı yapmak için ellerinde nevaleleriyle iki kadın bir kamelyaya oturdu. 800 metrelik parkur neredeyse bana ait.
Girdim parkura. Kimse olmadığı için maskeyi de boynuma indirdim. Terledikçe boynumdaki maskeyi elime aldım. Yürüyüşü sonlandırmak için başladığım noktaya gelmiştim ki ihtiyar bir amca belirdi önümde.  Yürümüyor da. Parkurun kenarında bekliyor. "O maskeyi elinde tutma, tak yüzüne. Az önce polis şurada maske takmadığı için bir gence ceza yazdı" dedi. Cevap vermeden parkuru terk ettim. Belli ki maske kontrolüne gelmiş.
*
Bir pazar yürüyüş için güzergah olarak Meram Dere'yi seçtim. Aşkan Mahallesinde başlayan yürüyüşüm Meram Dere'yi geçtikten sonra iki-üç sıra dağı geride bırakacak şekilde iki saat sürdü. Geri dönerken meskûn mahallin dışında yolun solunda sürekli akan çeşmenin suyundan içmek istedim. Dağın başındaki suyun başında karı, koca ve bir oğuldan ibaret bir aile vardı. Evden koca aracın içine, buldukları ne kadar 5 litrelik pet şişe varsa doldurup geldiklerine göre buranın suyu meşhur olmalıydı.
Maskemi, gözlüğümü, şapkamı ve cep telefonumu bir kenara koydum. Ailenin iki metre gerisine durdum.  İstedim ki müsaade ederler, suyumu içer, yoluma devam ederim. Epey bekledim. Genç birini doldurdu, diğerini koydu musluğun altına. Su içmek için izin vermedikleri gibi kenarda bekleyen baba ile aramızda şu diyalog geçti:
 —Ne olacak böyle? Hasta sayısı iyice arttı.
—Ne yapacağız, virüsle yaşamayı öğreneceğiz.
—Yoğun bakımdaki hastaları ne yapacağız  ya. Hiç gördün mü? Nasıl nefes alıyorlar...(Sanki görmüş gibi. Yoğun bakıma kimseyi almazlar.)
—Hastaların çoğu da yaşlı ve kronik hasta imiş. Covit-19'da çalışan tanıdıklarım var. Bundan biliyorum durumlarını.
Buraya kadar konuşma normal seyrinde gidiyor. Ben de adamı normal biri sanıyor ve normal bir şekilde cevap veriyorum. Ağzındaki baklayı çıkardı sonunda. Bir karın ağrısı varmış meğer.
—Sordum mu yoğun bakımda tanıdığın olduğunu. Sende maske yok, bende maske yok. Aramızda mesafe yok. Hastalık artmayıp da ne yapacak? Bakan ne yapsın bu durumda? Ulan kardeşim, az ötede dur şöyle. (Az ötesi vızır vızır aracın geçtiği dar yol. Yani bizden uzak dur da gerekirse arabanın altında kal demekti bu.)
—Aramızdaki mesafede ne var? Şu dağın başında şu mesafede birbirimize temas etmeden birbirimizden virüs bulaşacaksa bırakalım virüs bulaşsın. Evden niye çıkıyoruz ki? Eve kapanıp çıkmayalım o zaman.  İki saattir yol yürüyorum. İki yudum su içip gideceğim. Maskeli mi içeceğim suyu. Siz su doldurmaya devam edeceksiniz anlaşılan. İzin verin suyumu içip gideyim.
—Çekil oğlum kenara. Suyunu içip gitsin.
Şükür ki oğlu çekildi. Ben de suyumu içip ayrıldım.
*
Maske boynumda. Yanımda kimse yok. Ahmet Özcan Caddesi kaldırımında bir başıma bir tempo tutturmuş, yürüyorum. 8-10 metre öteden yüzlerinde maskeleri olan, alışveriş yapıp gelen bir baba ile oğlu geliyor. Caddenin bazı kaldırımları dar olsa da geçmekte olduğum kısım geniş. Adam ağız ve burnumu kapatmadığımı görür görmez oğluna, "Kaç Oğlum kaç! Bu adamın maskesi yok" demez mi? Hiç istifimi bozmadan ve duraklamadan acı acı gülümseyerek yoluma devam ettim.
Anlattığım bu üç olay da maske ile ilgili. Belki içinizden bazıları, adamların bu hassasiyetini doğru buluyor da olabilir. Doğru olan; dışarı çıkıldığı, insanların arasına girildiği durumlarda nizami bir şekilde maskeyi takmaktır. Bir başına yürünürken maske takılmasını abartı buluyorum. Sanılmasın ki maskeyi önemsemiyorum ve maske takmıyorum. Kendi sağlığımı düşündüğüm kadar başka insanların da sağlığını düşünüyorum. Evden çıkarken boynuma taktığım maskeyi kalabalık yerlerde, alışveriş merkezlerinde, insanlarla muhatap olduğumda usulüne uygun takıyorum. Yürüyüş yaparken de hızımı kesmeyecek tenha yerleri seçiyorum. Bu anekdotlarda garibime giden temasın, kalabalığın ve iletişimin olmadığı yerlerde de maske takılmasıdır. Beni esas düşündüren, bu koronavirüs bugünden yarına gideceğe benzemiyor ama bir gün gidecek ve normalleşeceğiz. Ama bu tiplerin normalleşmesi zor. Kendine güvenen bunları normalleştirsin de göreyim.

*11/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Temmuz 2020 Perşembe

Alacağın Olsun Konya! *

Konya dendi mi Selçukluya başkentlik yapmış; Alaeddin Keykubat Camii, İnce Minare, Karatay ve Sırçalı medreseleri, Alaeddin Tepesi, Mevlana Müzesi ve Meram Bağları ve Tavus Baba gibi tarihi ve doğal güzellikleri,
Bamya çorbası, yoğurt çorbası, etli pilav, irmik helvası ve zerdeden müteşekkil düğün yemekleri,
Etli ekmeği, fırın kebabı, Mevlana böreği, saç arası, 
Tahıl ambarı ve KOP,
Yüzölçümü en büyük şehir,
Muhafazakar şehir ve muhafazakar partilerin kalesi,
Mevlana festivalleri ve Şebiarus törenleri vs. akla gelir.
Kartpostallara girecek şekilde “Gez dünyayı, gör Konya’yı” denir.
Tüm bu tarihi, doğal güzellikleri ve yemek kültürünün yanında Konya, laikliğin katı bir şekilde uygulandığı yıllarda bir kesim nezdinde irticacı şehir olarak bilindi.
6 Eylül 1980 yılında Konya’da yapılan “Kudüs Mitingi” 80 ihtilalının gerekçeleri arasında sayıldı.
17/25 Aralık yargı darbesi dendi mi akla ilk Konya gelir. Çünkü hükümet erkanı Konya’da Mevlana festivallerinde iken darbe teşebbüsü başlatıldı.
Yukarıdaki örnekleri çoğaltabiliriz. Niyetim, hepinizin yaşayarak bildiği Konya’yı anlatmak değil. Anlatmak istediğim, Konya şu ya da bu şekilde adından sıkça söz ettirmiş bir şehirdir. Bunların hepsine eyvallah. 
Konya bugünlerde adından bir başka türlü söz ettiriyor ve gündemden de düşmüyor. Zira açık ara önde gidiyor. Tutabilene de aşk olsun…
Neden mi bahsediyorum? Malumunuz, koronavirüs ülkemize girdiği andan itibaren salgın yönüyle Konya ilk beşi hiçbir şehre kaptırmadı. İlk başlarda “Umreciler ve yurt dışından gelenlerin çoğu, Konya’daki yurtlarda karantinaya alındığı için Konya bundan dolayı salgınla anılıyor. Ah şu yurt dışından gelenler yok mu?” dedik durduk. Gerçek payı olsa da kendimizi böyle avuttuk. Şimdilerde, şehrimizde ne umreci kaldı ne de diğer ülkelerden gelen misafirler. Buna rağmen Sağlık Bakanı Sayın Koca’nın açıkladığına göre Anadolu’daki illerimiz piki henüz tamamlamadı. Konya ise 17.haftada zirveye ulaştı. Yani Konya zirveyi zorlamakla kalmamış, zirveyi görmüş. Vakanın en çok görüldüğü şehirlere gelince İstanbul, Ankara ve Gaziantep'in ardından Konya dördüncü sırada. Bu demektir ki 5.likten 4.lüğe terfi etmişiz.
Hasılı biz bu işi uzattık ve pandemi ile anılır olduk. Ayıp ediyoruz. Zira şehrimizin bu şekilde anılması, sanırım hiçbirimizin hoşuna gitmez. O zaman bize düşen, vaka sayısını düşürmeye katkıda bulunmaktır. Bunun için de azami gayret sarf etmek ve kurallara harfiyen uymak gerekir.

*17/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.