10 Haziran 2020 Çarşamba

Ayasofya'nın İbadete Açılması ***

Bugünlerde ne haber izliyorum ne de gazeteleri takip ediyorum. Yaptığım tek şey, yazdığım yazılar yayımlanınca sosyal medyadan onları paylaşıyorum. Paylaşımların altına yorum yazılırsa onlara cevap yazıyorum. Önemli bir gündem var mı diye bazı paylaşımlara göz atıyorum. Rutin paylaşımları görünce gündemde anormal bir durum yok diyorum. Bazen de bir köşe yazısı olmayacak şekilde kısa yazılar yazıp paylaşıyorum. 6 Haziranda Ayasofya ile ilgili şu paylaşımım da onlardan biri. Bu paylaşımım da gündeme dair olmuş. Zira 8 Haziran tarihli gazetelere bir göz attığımda gündemde Ayasofya konusunun olduğunu gördüm. Önce 6 haziran tarihli paylaşımıma bir göz atalım:

"Ayasofya'nın yeniden camiye dönüştürülmesi birçok Müslüman'ın en büyük hayali…
Açılsın, açılmasın tartışmalarına rağmen müze statüsünü koruyor. Sanırım Hıristiyan dünyadan gelecek tepkiden çekiniliyor.
Aslında Müslümanların namaz kılacak yer sorunu yok. Zira Müslümanlara göre her yer namazgahtır. Salgın dolayısıyla camilerde namazları tam olarak kılamadığımız bugünlerde her bulduğumuz boşlukta cemaatle namaz kılabiliyoruz. Buna rağmen Ayasofya'nın cami olarak yeniden açılmasının sembolik bir anlamı var.
Benim bu konuda şöyle bir önerim var. Bu öneri hem Müslümanları hem de Hıristiyanları memnun edecek bir orta yol olabilir: Ayasofya cami olarak açılır. Burası 6 gün Müslümanlara cami olarak hizmet verir. 7.gün yani pazar günü ayin için Hıristiyanlara tahsis edilir. Müslümanlar, şükür bugünleri de gördük. Fatih'in vasiyeti yerine getirildi der. Hıristiyanlar da Ayasofya'da yüzyıllar sonra ayin yapabildik diye sevinir. Bu durum, dinlerin ve müntesiplerinin hoşgörüsüne de güzel bir örnek olur."

Bu paylaşımın altına da "Siz ne dersiniz bu konuda?" yazdım. Paylaşımdaki önerime olumlu tepkiler aldım. Bir kısım takipçi de seviyeli bir şekilde şu şekil eleştiri ve endişelerini dile getirdi: "Bir gün kilise olarak kullanılacaksa cami olarak açmanın anlamı kalmaz", "Ayasofya, fethin sembolüdür ve kılıç hakkıdır. Mekke'de bir saatliğine put sergilenir mi ki burada ayin yapılsın", "Atamızın vakfiyesine rağmen 90 yıldır taviz veriyoruz. Tavize gerek yok", "Egemenliğimizin sembolüdür", "Bir hanımın iki kocası olur mu", "Müslümanlar Hz İsa'yı peygamber kabul ettiği için Müslümanların kilisede namaz kılmaya hakkı vardır. Hıristiyanların camilerde herhangi bir hakkı yoktur", “Biz Hıristiyan/ katil âleminin ağzına bakar, rızalarını gözetir ya da tepkilerini kollarsak hiçbir zaman Ayasofya açılmaz.”, "Ayasofya, bize zafer diye yutturdukları Lozan’ın gizli maddeleriyle müzeye çevrildi. Fatih'in emaneti amasız, fakatsız aslına yani camiye dönüştürülmeli, nokta”, "Fethin anlamı bozulur, kılıç hakkı var”, "Üstü camii, altı kilise olmaz.", "Bu dediğiniz İslam'a aykırı. Tarihte hiç örneği olmamış, Müslüman bir memlekette bir mekan hem cami hem kilise olmaz.", "Ayasofya için böyle bir çözümün uygun olmadığını düşünüyorum zira Ayasofya vakfiyesi buna engeldir,”.

Getirdiğim öneri ile Ayasofya, cami olarak ibadete açılsa bu durumun egemenliğimize, kılıç hakkına, Fatih'in emaneti ve vakfiyesine bir halel getireceğini düşünmüyorum. Ayin yapmaları için bir gün Hıristiyan tebaaya camiyi tahsis etmenin İslam dini açısından bir sakıncası olmadığı gibi taviz verdiğimiz anlamına da gelmez. Çünkü peygamberimizin uygulamasında buna dair bir örnek vardır: Kendisini ziyarete gelen Necran Hıristiyanları, ayin yapmak istediklerini söyleyince peygamberimiz onlara Mescidi Nebi'yi açmıştır. Hem peygamberimizin uygulaması hem bizim Hıristiyanlara camiyi bir gün tahsis etmemiz İslam'ın hoşgörüsüne de güzel bir örnek olur ve dünyaya da iyi bir mesaj vermiş oluruz. Hıristiyanların kiliselerinde resim var, bu durumda ne yapacağız denirse teknolojinin bugünkü geldiği durumdan faydalanabiliriz. Ayasofya’nın orijinalliği bozulmadan resimli yerler dijital tablolarla kapatılabilir.

Açılsın, açılmasın, müze olarak kalsın tartışmalarının, önceki yıllara oranla daha bir hız kazandığı bugünlerde, sanırım Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi, hiç olmadığı kadar ciddi bir şekilde düşünülüyor. İnşallah açılır ve bu konu bir daha tartışma konusu olmaz.

Bazıları tepki gösterse de burada şunu söylemeden geçemeyeceğim: Bir yer fethedildiğinde cami olsun, kilise olsun veya havra olsun, mabetlerin ilk yapıldığı şekliyle hizmet etmeye devam etmesini savunuyorum. Yani ne cami kiliseye ne de kilise camiye dönüştürülsün. Burada Hıristiyanlar Kurtuba Camiini 1236’da kiliseye çevirmişler, onlar yapıyorsa biz de yaparız denebilir. Onların bu yaptıkları doğru değildir. Üstelik onlar bizim öğretmenimiz olamaz.

Geçmiş işgal veya fetihlerde, gücü göstermek için camiler kiliseye, kiliseler camiye dönüştürüldü diyelim. Camiye dönüştürülen Ayasofya’nın cami olarak 500 yıl hizmet ettikten sonra bu caminin müzeye dönüştürülmesini hiç anlayamıyorum ve doğru bulmuyorum.

***15/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

8 Haziran 2020 Pazartesi

Normalleşmeyi Daha Çok Bekleriz! ***

Kaç aydır koronavirüs salgını ile topyekûn mücadele eden Türkiye, 1 Hazirandan itibaren normalleşme adımları çerçevesinde birçok kısıtlamaları kaldırmaya çalışırken bazıları da “Gidişat böyle iyi, normalleşmeye gerek yok” dercesine azalmaya yüz tutan vaka sayısını tetiklemeye devam ediyor. Şu açıklamalar 7 Haziran Pazar günü “Türkiye Günlük Koronavirüs Tablosu”nu açıklayan Sağlık Bakanı Sayın Koca’ya ait: "Geçmiş olsun" ziyareti sebebiyle bir ilimizde 190 kişiye virüs bulaştığını; bir diğer ilimizde de asker uğurlamasında 58 kişi virüsle enfekte olduğunu” açıkladı.

Sayın Bakan’ın bu açıklamasını garipsedik mi? Hayır. Çünkü bu tür açıklamaları vakayı adiden oldu. Zira salgınla beraber onca uyarıya rağmen kurallara uymamakta direnen içimizde az sayıda beyinsiz var. Bunlar, ne mevlit okutmaktan ne taziyeye gitmekten, ne asker uğurlamaktan ne geçmiş olsun ziyaretinden ne bayram gezmesinden ne iftar daveti ve iftar vermekten ne de eşini-dostunu görmekten geri kalıyorlar. Testi pozitif çıkan yakınını ziyaret etmeye kalkana engel olduğu için güvenliği bıçaklayan bile var. Karantina uygulamasından kaçanlar, hastalığını veya gidip geldiği yerleri gizleyenler, testi pozitif çıktığı halde hastaneden kaçıp başka doktora muayeneye gidenler, temastan kaçınmayanlar, sosyal mesafeye riayet etmeyenler, hayat ve her şey normalmiş gibi rutin hayatından ödün vermeyenler…Maalesef say say bitmiyor.

Normalleşemediğimizden esnaf kan ağlıyor, birçok sektör iş yapamadı, insanımız işine gidemedi, böyle giderse üretim ve çalışma olmayınca ekonomi iyice felç olacak gibi endişeler hiç önemli değil bu tipler için. Dünya yıkılsa umurumda mı dünya derler. Tek başına Fahrettin Koca da dokuz doğursun. Bir gün normalleşeceğiz diye gün sayan büyük çoğunluk da bekleye dursun. Zira daha çok beklerler…

Kimse kusura bakmasın, içimizde birbirinin kopyası bu beyinsiz takım olduğu müddetçe 1 Haziranda başlayan ve adına “Kontrollü sosyal hayat” denilen normalleşme adımları uzar gider. Toplamda 23 gün sokağa çıkma yasağının üzerine daha ne yasaklar gelir. Esnaf daha çok kepenk kapatır.

Merak ettiğim, kafasına koyduğunu yapan bu tipler mi normal yoksa konan kuralları birebir uygulayıp olağanüstü bir hayat süren diğer çoğunluk mu? Kahir ekseriyet yoğurdu üfleyerek yemek suretiyle rahatından ve gündelik yaşantısından ödün vererek yaşadığına, bunlar ise hiçbir şey yokmuş gibi bir hayat sürdürdüklerine göre bu durumda herhalde bu beyinsiz/aymaz/umursamaz/kendine Müslüman kesim normal, büyük çoğunluk ise anormal olur. 

Siz ne dersiniz bu tiplere? Atış serbest…Ağzınıza geleni söyleyin. Zira hepsi yakıştığı gibi hatta az bile gelir ve bunlar her olumsuz vasfa müstahaktırlar. Yaptıkları densizliktir, umursamazlıktır ve aymazlıktır gerçekten. Bunlara kendine Müslüman dense yeridir.

Ne yapalım bunları? Laftan sözden, kuraldan, yasaktan ve kul hakkına riayetten anlamayan bu tiplere ne dense yeri olduğu gibi ne ceza verilse yeridir. Öyle ceza verilmeli ki bunları yola getirsin ve aynı yolun yolcularına da ibret olsun. Çünkü “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” sözünden hareketle, bu tip söz dinlemeyip hasta olan ve hastalığı yayanları; devletin tedavi altına almaması, bunları bir yere doldurup kendi hallerine bırakması çok yerinde olur. Bunlar orada birbirlerine bakarak “Biz bu ülkenin söz dinlemeyen ayrık otlarıyız. Ayrı illerde olsak da aynı familyanın insanlarıyız. Kendimiz ettik, kendimiz bulduk” tekerlemesini söyleyerek imdat! Yok mu bizi kurtaran” şeklinde bağıra çağıra hayata veda etsinler.

***09/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

7 Haziran 2020 Pazar

Sorun Ağzım ve Burnumda (1) *

Aylardır yaşadığımız koronavirüs bize gösterdi ki virüs ağız ve burun yoluyla bulaşıyor. Benim ağzım ve burnumdan sana, sizinkinden de bana. Yani sorun ağız ve burnumuzda. Bundandır ki yetkililer birbirinize yaklaşmayın, temas etmeyin, sosyal mesafeye riayet edin ve maskenizi takının şeklinde bizi sık sık uyarıyorlar.

Aslında biliyordum esas sorunun ağız ve burnumda olduğunu. Sadece bunu dile getirmiyordum. Ancak kendimle yüzleşmek istemiyordum. Birilerinin de bu problemimi yüzüme vursun istemezdim. Ama olan oldu. Zira sağır sultan duydu, sorunun ağız ve burnumdan kaynaklandığını. Zaten problemi en aza indirelim diye ağız ve burnu kapatacak şekilde maske zorunluluğu da bundan. Bunun nasıl farkına vardın derseniz, anlatayım efendim:
*Burnum her şeye burnunu sokuyor, her şeye karışıyor. Bu yüzden kavgalarda önce burnumu dağıtırlar.
*Sinirleniyorum, burnumdan soluyorum.
*Üşütüyorum, olur olmaz burnumu çekiyorum.
*Rahatlamak için lavaboya gitmekten üşeniyor, başkası tiksinecek mi demem, burnumla bir güzel oynuyorum.
*Lavaboya gidersem de başkası rahatsız olur mu demem, bir güzel temizlerim. Ardımdan gelen geldiğimi bilsin diye lavaboda da iz bırakırım. Çünkü acil işim var. Başkası gibi boş değilim ki...Üstelik buranın bir temizlik görevlisi var. Ben işimi yaptım, o da işini yapsın.
*Rahatsız olduğum zaman burnumu birkaç çektikten sonra kağıt mendil türünden ne bulursam insanlar içerisinde silerim.
*Hapşırır, ortamdakilere Ya Rabbi, şükür" dedirtirim. Ağız ve burnumdan çıkan salya-sümük kaç km hızla gider, bilemem. Bildiğim değme arabalardan daha hızlı gittiğidir. Bu durumda tek yaptığım, kafamı boş bir alana doğru çevirmek, başkası nasiplenmesin diye elimle ya da peçete ile kapatmaya çalışmak.
*Rahatsızlığımdan dolayı burnum kapalı olur, ceremesini ağzım çeker. Zira ağzımdan destek alırım.
*Derin bir uykuya dalarım. Horlamam ile yanımdakilere ya sabır, çektiririm.
*Burnum koku almaz, almaz diye dert yanarım. Koku alır, etraf ne pis kokuyor derim. Ortamın kirletilmesinde kendi payım var mı diye de hiç düşünmem.
*Ayıpladığım ve kınadığım her şeye burun kıvırırım.
*Bazen ölümle burun buruna gelirim.
*Bazı acılarda burnumun direği sızlar.
*Pek kimseyi beğenmem. Zira burnum hep havada, sanki dağları ben yaratmışım gibi.
*Özlemini duyduğum şeyler burnumda tütse de burnum havada olduğu için yerde bulsam bile tenezzül etmem.
*Yaşadığım hayatın çoğu sahneleri burnumu sürter, burnumdan fitil fitil getirir ve anamdan emdiğim süt burnumdan gelir.
*Kargayı kılavuz edinmedim. Ama insan evladı diye kılavuz seçtiklerim kargayı aratmadı. Zira burnum pislikten kurtulamadı.
*Burnumdan kaynaklanan tüm bunlara rağmen burnumun büyüklüğünden midir, burnumun ucunu dahi göremiyorum.
*Salgın gösterdi ki virüs, burnumun içinde yuvalanıyor. Buradan alınan mukoza numunesi ile hasta olup olmadığımız ortaya çıkıyor. 
Gördüğünüz gibi burnumdan kaynaklanan sorunlarım o kadar çokmuş ki ağzıma sıra gelmedi ve say say bitmedi. Bereket sizde burnunuzdan kaynaklanan böyle sorun yok. Ağzımı da diğer yazımda ele alalım.

*10/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Haziran 2020 Cuma

Hafta Sonu Yasakları Kabak Tadı Vermeye Başladı

Bilim Kurulunun önerisiyle 6-7 Haziran günlerinde yine hafta sonu yasağı geldi. Bana sürpriz geldi bu yasak. Bu yasakla birlikte 11 Nisandan itibaren uygulanan hafta sonu yasağı toplamı 25 gün oldu.

Güya 1 Hazirandan itibaren daha önce kısıtlama getirilen birçok yasak kalkmış, normalleşme adımları atılmış, uzun süre kapalı kalan birçok sektör rahat bir nefes almıştı. Bazı kısıtlılıklar devam etse de yasaklara elveda demiştik. 

Sizi bilmem ama bana göre bu hafta sonu yasakları kabak tadı vermeye başladı ve gir-çık, çık-gir işinden gına geldi.

Anladığım kadarıyla yapılan her toplantıda Bilim Kurulu üyelerinin tek tavsiyesi, yasak önermek. Başka da akıllarına bir şey gelmiyor. Sanırım üyeler, devlet memuru kafasıyla bu öneriyi getiriyorlar. Nasılsa devlet memurları cumartesi-pazar günleri tatil. Tatil olunca millet kendini ya alışveriş çılgınlığına verecek ya da soluğu piknik yerlerinde alacak diye düşünüyor olmalılar. Evet devlet memurları hafta sonları tatil yapıyor. Ama bu ülke, sadece devlet memurlarından ibaret değil. Üç-beş kuruş para kazanmak için dükkanını açan esnafı var, elinin emeğiyle asgari ücretle çalışan milyonlar ve bunlara istihdam sağlayan özel sektör var. Ekonomiyi esas ayakta tutanlar da bunlar.

İnsanları “Aman şunu yaparlar, aman bunu yaparlar, bunun sonucunda telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkar” düşüncesiyle ikide bir evlerine kapatmak iş değil. Bilimsel hiç değil. Çünkü her yasağın çiğnenmek için cezp edici bir yönü vardır.

Kurul üyeleri sanırım bu öneriyi sunarken eski MEB Bakanı Emrullah Efendi gibi düşünüyorlar. Emrullah Efendi’ye atfen söylenen sözü burada zikredeyim: "Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim” dediği rivayet edilir. Bizim Kurul üyeleri de getirilen yasaklarla dışarıda hiç insan olmazsa koronavirüs ile daha iyi mücadele ederiz diye düşünüyor olmalılar.

Bilim Kurulu üyeleri sürekli korku pompalamak ve bunun sonucunda yasak önermekten bir an evvel vazgeçmeliler. Bir işleri de haddinden fazla verilen korkuyu yenmek olmalı. Çünkü korkuya dayalı bu yasaklar, salgın riskinin ötesinde onulmaz yaralar açmaya namzettir. Çünkü her yasak, ekonomiye büyük darbe vuracaktır ve beklenen normalleşmeye katkısı olmayacaktır. Çünkü sürekli yasak getirilmesi, hem yasak öncesi hem de yasak sonrası alışveriş merkezlerine insanlarımızın akın etmesine sebebiyet vermektedir. Bu da salgın riskini daha da artırmaktadır. İnsanımızın bu durumu bana eski kışları hatırlattı. Karların çok yağdığı eski kışlarda, kırsal kesimde yaşayan insanımızın çoğunun ahırı olur, ahırında da büyükbaş havyanı olurdu. Bu hayvanlar çoban nezaretinde yayılmaya gönderilirdi. Ne zamanki çok kar yağdığında hayvanlar karlar eriyinceye kadar ahırlarında hapsolunurdu. Güneş açıp karlar erimeye başlayınca hayvanın ayakları açılsın diye annelerimiz hayvanı ahırdan çıkarırdı. Aylardır dışarı yüzü görmeyen hayvan dışarı çıkınca ne yapacağını şaşırır, bir oraya bir bu tarafa koşar. Daha olmadı duvara toslar, bir türlü normal davranamazdı. Çünkü bunun için epey bir zamanı geçmesi gerekiyordu. 

Hasılı, Bilim Kurulunun aşina olduğumuz önerilerine Cumhurbaşkanımız da bunların bir bildiği var diyerek yasağa onay vermiş görünüyor. Unutmayalım ki her yasak normalleşme adımlarını daha da geciktirecektir.

Not: Ben bu yazıyı kaleme aldıktan sonra yasağa yarım kala, Cumhurbaşkanının yasağı iptal ettiği ajanslara düştü. İyi de oldu. Zira olması gereken bu idi. Açıklama kısaca şöyle:

“Sağlık Bakanlığımızın önerisi ve İçişleri Bakanlığımızın genelgesi ile bu hafta sonu da 15 ilimizde sokağa çıkma sınırlaması uygulanacağı dün gece ilan edilmişti. Fakat vatandaşlarımızdan aldığımız değerlendirmeler, bizi kararı yeniden gözden geçirmeye yöneltti. Tek amacı hastalığın yayılmasını önlemek ve vatandaşımızı korumak olan bu kararın, farklı sosyal ve ekonomik sonuçlara yol açacağı anlaşıldı. 2,5 aylık bir aradan sonra yeniden günlük hayatını düzenlemeye başlayan vatandaşlarımızın sıkıntıya düşmesine gönlümüz razı olmadı. Bunun için, Cumhurbaşkanı olarak, 15 ilimizi kapsayan hafta sonu sokağa çıkma sınırlaması uygulamasını iptal etme kararı aldım. Vatandaşlarımdan, MASKE-MESAFE-TEMİZLİK kurallarına bu süreçte de titizlikle riayet etmelerini önemle rica ediyorum.

4 Haziran 2020 Perşembe

Umum Parkların Bankları *

Uzun mesafeli bir yürüyüş yaptıktan sonra başladığım parka geri döndüm. Evime geçmeden parkın kamelyasında biraz soluklanayım istedim. Boş bir kamelyaya oturacağım vakit, 12-15 yaş aralığında olan 4-5 çocuk, oturdukları kamelyadan kalkıp öbür kamelyaya geçtiler. Nasıl oturmuş olabilirler? Sıkça görmüşsünüzdür. Ben yine de anlatayım. Kaba etleri sırtımızı yasladığımız bankın üstüne, ayakları da oturulan yere gelecek şekilde oturdular, tabii ayakkabılarını çıkarmadan. Az önceki kamelyada da oturuşları bu şekildi. Ayaklarını masaya kadar uzatanlar da vardı. Demek ki yoruldukça kamelya değiştiriyorlar ve oturuş şekilleri de aynı. Bu gördüğüm manzarayı sadece çocuklar yapmıyor. Kızı-erkeği gençler de yapıyor. Bu durumu görünce oturmak istediğim kamelyanın bankına da bu şekil oturmuşlardır düşüncesiyle oturmaktan vazgeçtim.

Bankların bu şekil hoyratça kullanıldığını bildiğim için herhangi bir banka oturacağım zaman temiz mi diye önce elimle kontrol eder, elime toz gelmez ise otururum. Kirli ise yanımda -ıslak veya kuru- kağıt mendil var ise bir güzel siler, ondan sonra otururum. Silecek bir şeyim yoksa oturmam, cezasını da ayaklarım çeker.

Çocuktur, eğleniyorlar. Siz hiç çocuk olmadınız mı? Bu konuda çok hassas düşünüyorsun, diyebilirsiniz. Evet hassasım. Aynı hassasiyetin çocuklar dahil hepimizde de olması lazım. Çünkü park ve bahçeler ve üzerinde oturulsun diye konulan banklar, umuma açık yerlerdir. Gelip geçen, yeşilliğin içinde biraz soluklanmak ister. Ne belli, oturacağı banka az önce birilerinin ayakkabılarıyla çıkıp oturmadıkları. Ayakkabı bu. Girip çıkmadığı ve basmadığı yer yok. Hele bu ayakkabıları kullanan bir de çocuk ise.

Herkes istifade etsin diye belediyeler tarafından yapılıp hizmetimize sunulan banklar, parklar ve bahçeleri, yapılış amacına göre kullanmak bir kültür olsa gerek. Maalesef birçok alanda olduğu gibi bu tür ortak kullanım yerlerini de usulüne uygun kullanamıyoruz. Banklara normal oturduğumuz zaman bile çoğu zaman kirli bırakıyoruz. Yetmedi, masa ve bankların üzerlerine yazıp çiziyoruz.

Çocuklarımız evlerinde de masa, sandalye ve koltuğa aynı şekil otursalar; ders çalışma masalarını, okul sıralarına ve umum yerlerdeki masalara yaptıkları gibi yontsalar, hiç gam yemeyeceğim.  Zira huylu huyundan vazgeçmez. Ne de olsa ailesinin malı diyeceğim. Niçin evlerindekine vermedikleri zararı kamu malına veriyorlar? Sanırım evlerinde yapamadıklarının hıncını kamu malını amacı dışında hoyratça kullanarak alıyorlar. Kamu malının sahipsiz olduğuna bakmayalım. Kamu malı, milletin ortak malıdır. Yetim malı gibidir. Hiç olmadığı kadar korumak için özen göstermemiz ve amacına uygun kullanmamız gerekir. 

İşin garibi, çocuklara umum yerlerdeki kamu malını istediğiniz gibi kullanın, kırın, dökün diye ne aileleri söyler ne de okullardaki öğretmenleri. Çocukların bu konudaki hocaları birbirleridir. Yani sokak arkadaşları. Maalesef sokaklar çocuğun eğitiminde birinci faktör. 

Önemsiz gibi görünen bu konuyu çözmek için toplumsal bir duyarlılık geliştirmemiz gerekiyor. Öğretmenler öğrencilerini bir parka götürerek bir dersini orada işleyebilir; Onlara parkların kullanımı, banklara ne şekil oturulması gerektiğini uygulamalı bir şekilde gösterebilirler. Aileler hakeza çocuklarını bu konuda uyarabilirler. Kamu malının önemi ve kullanımı konusunda televizyonlarda kısa filmler kamu spotu olarak gösterilebilir. Banklara güzel bir şekilde oturmayan çocukları gören her bir vatandaş lisani hal ile onları uyarabilir. 

Hasılı çocuklarımıza kamu malını usulüne uygun kullanmayı nasıl öğreteceksek öğretelim. Bu konuya eğilelim. Onlara kamu malının, bizim kullanımımıza verilmiş birer emanet olduğunu hatırlatmamız lazım. Çünkü küçük yaşta devlet malını kullanma duyarlılığı edinemeyen bugünün çocukları, yarının büyükleri olacaktır ve devletin malını deniz bileceklerdir.  Küçükken edinilemeyen bu haslet maalesef büyüdüğü zaman hiç edinilmiyor. Zira ağaç yaşken eğilir. Bu ülkenin en önemli sorunu maalesef kamu mallarının yerli yerince kullanılmamasıdır. 


*08/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Haziran 2020 Çarşamba

Cami Tuvaletlerinin Ahvali *

Mecbur kalmadıkça umum tuvaletlere pek girmem. Özellikle de bir görevlisi yoksa. Büyükşehir belediyelerine ait tuvaletler, başında temizliğini yapan bir görevlisi olduğu için temiz ve hijyen. Diğer tuvaletlerin çoğunun durumu işler acısı.

Yürüyüşe çıktığım ve evimden uzaklaştığım esnada tuvalet ihtiyacım geldi. Mahallede ancak mahalle camilerinin tuvaleti olur. Şuna mı gireyim yoksa buna mı derken birkaç cami geçtim. Dış görünüşü ve bahçe düzenlemesiyle güzel ve tertipli görünen bir caminin tuvaletine girmiş bulundum. Girerken bile girme der gibiydi caminin WC'si. Kokudan bahsetmiyorum. Ne de olsa tuvalet. Bakımsız olduğu her halinden belli tuvaletin. Sanırım aylardır bir insan eli değmemiş, süpürge ve su yüzü görmemiş. Bu haliyle bile biri, bir zaman gelmiş, içecek yer bulamamış gibi sigarasını zıkkımlanmış, buraya ben geldim, bu da geldiğimin izi dercesine izmaritini tuvaletin bir köşesine atmış. Demek ki burada içmenin zevki bir başka oluyor bazıları için. Maşrapa demeye bin şahit lazım, zira yüzüne bakılmaz. Dokunsan koronavirüsten beter mikroplara duçar kalırsın. WC kapısı açık olduğu için dışarıdan giren tozu-toprağı ve lavabosunu anlatmaya gerek yok. Fırça görmemiş hiç. Sıvı sabun ara ki bulasın. Hasılı pislik ve mikroba dair her şey var, temizliğe dair hiçbir şey yok,

Cami kapalı mı? Hayır. Camide namaz kılınıyor mu? Evet. Bu caminin görevlisi var mı? Var. Yan tarafta lojmanda ikamet eden görevli ve cami cemaati, belki de hiç uğramıyor bu tuvalete. Evleri yakın nasılsa. Metruk haldeki tuvalet sadece “camimizin tuvaleti var” demek için olsa gerek. Ancak gelip geçerken üzerine sıkışan girer. Giren de bir daha girersem iki olsun pişmanlığını duyar. 

Merak ettiğim, bu caminin imamı ve bu caminin cemaati ne iş yapar? Görevleri sadece namaz vakti gelip namaz kılıp gitmekten mi ibaret? Tamam ellerine süpürge, hortum alıp temizlik yapmasınlar. Ki gerekirse yapmaları lazım. Çünkü tuvalet bir caminin yüz akıdır. Bir caminin temizliği ve oradaki görevlinin temizlik anlayışı, tuvaletinden belli olur. Öyle, ben nasılsa girmiyorum, kullanan düşünsün demekle olmaz bu iş. Cami tuvaletinin temiz olması ve temiz kalması görevlinin maharetine bağlı. Ya mahallesindeki ihtiyaç sahibi birini, cami cemaatinin katkısıyla cami ve WC temizliği için görevlendirecek ya cemaate dönüşümlü temizlik yaptıracak ya belediyeyi çağırıp en az haftada bir temizletecek ya görevli birini bulup temizlemesi karşılığında WC'ye girenlerden ücret alacak ya da iş başa düştü deyip eline hortumu, süpürgeyi veya fırçayı alıp temizleyecek. Bu iş benim işim değil derse, kapısına bir kilit vurup WC'yi kapatacak. Herhalde zor olmasa gerek. İnan kıldırdığı namazdan daha fazla sevap alır. Saydığım seçeneklerden birini yapmazsa Diyanet'in yılda en az bir kez gönderdiği temizlik konusundaki hutbeyi "Ben burada bahsedilen temizlik konusunda sınıfta kaldım, camimin tuvaletini bilmem ne götürüyor, yapmadığım şeyi söyleyemem" deyip okumamasıdır. 

Haydi cami görevlileri, tuvaletleri es geçti. Bağlı bulundukları müftüler ne iş yapar? Aylık yaptığı toplantılarda "Aman arkadaşlar, temizliğe özellikle tuvalet ve şadırvan temizliklerine dikkat edin, tertemiz olsunlar. Zira temizlik imandandır" demezler mi? Haydi gerekli uyarıyı yaptı. Görevliler ihmal etti diyelim. Biraz protokol takılmayı ve koltuklarında oturmayı bırakıp camileri, müştemilâtlarıyla birlikte denetlemeye/ziyarete niçin gitmezler? Haydi yoğunlar. Yardımcılarını, vaizlerini, murakıplarını da mı gönderemezler? Hiçbir şey yapamıyorlarsa bari "tuvaletsiz camiler" projesi geliştirerek camilerin mevcut WC'lerinin kapısına kilit vurdurabilirler. Kimse de camilerin tuvaletleri olur demez, gider ihtiyacını başka yerde halleder. 

Not: Yazımda umum özellikle cami tuvaletleriyle ilgili görevlilere vicdani sorumluluk çerçevesinde serzenişte bulunmaya çalıştım. Yazım uzamasın diye bu tür WC’leri kullananlara işaret etmedim. Tuvaletlerin bu durumda olmasında maalesef biz kullanıcıların da payı büyüktür. Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak sözünü bir türlü içselleştiremedik. Biri nasılsa temizler demeyip pekala gelip geçenler de eline hortumu, süpürgeyi alıp tuvaleti temizleyebilir. Zira buralar bu milletin ortak malıdır.

*06/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Haziran 2020 Salı

Siyasetin Tekdal'ıydı

Tv ve basından tanıdığım kendisini, parti genel başkanı iken ilk defa Sultan Selim Camiinin önünde bir cuma namazı sonrası bir kenarda kendi halinde beklerken görmüştüm. Diğer parti başkanları gibi etrafında koruması ve avanesi yoktu. Kendi halinde yapayalnız birilerini bekliyordu. Duruşuna ve mütevazılığına hayran kalmıştım. Yanına varıp halini hatırını sordum. Şehrimize hoş geldin dedim, elini sıktım. Memnuniyetini ifade etmek için elini göğsüne götürdü. Fazla da konuşmadı. Zaten çok konuşan biri değildi. Yanında birkaç arkadaş az bekledikten sonra vedalaşmıştık. 

Türk siyasetinin, geçmişten günümüze içinde yer almış ender siyasetçilerinden biridir nazarımda. Benim gördüğüm öne çıkan siyasetçilerin çoğu lafazandır, demagogtur. Rakibini suçlar, ithamlarda bulunur, yapamayacağını vadeder, atar, tutar. Tutabilirsen aşk olsun. Öyle mazeret ve gerekçe üretir, öyle savunma yapar, öyle algılar oluşturur ki anlattıklarına seni inandırdığı gibi kendileri de inanmaya başlar. Pireyi deve, deveyi pire yapmada çok mahirdirler. Hedeflerine ulaşmak için ortamı germeyi, kutuplaştırmayı, ötekileştirmeyi hatta gerekirse memleketi ateşe vermeyi pek severler. Çünkü bir iyi kendileri vardır. Bu ise diğer bildik siyasetçiler gibi değildi. Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan biriydi nazarımda.  Kal değil, hal adamıydı.  Verdiği görüntü, nereden girdim ben bu siyasete der gibiydi.

Siyasetini konuşturmadığı gibi hukukçuluğunu da konuşturmadı. Ne görüyorsanız ben oyum der gibiydi, hem siyasetçi hem de hukukçu olmasına rağmen. Diğer siyasetçiler gibi siyaset yapmadığı gibi diğer birçok hukukçu gibi de değildi. Hele şu avukat gibi hiç değildi: Biri at çalmış. Yargılanmadan önce ailesi oğlumuzu savunsun diye bir avukat tutmuş. Mahkemede avukat, müvekkilini öyle savunmuş ki hakim davayı beraatla neticelendirmiş. Çıkışta avukat müvekkiline "Doğru söyle. At çaldın mı, çalmadın mı" demiş. Genç, "Valla, ben çaldım diye biliyordum. Siz öyle bir savundunuz ki çalmadığıma kanaat getirdim" diye cevap vermiş. 

Hasılı temiz siyaset denince, nevi şahsına münhasır siyasetçi denince aklıma bu şahıs gelir. Genel başkan iken bile kendini öne çıkarmadı. Bu yüzden pek tanınmadı. Koltukta emanetçi gibi durdu. Bildik Türk siyasetine bir numara büyüktü. İnşallah gördüğüm gibidir iç hali de. Duydum ki siyasetin bu tek dalı vefat etmiş. Ahmet Tekdal'dan bahsediyorum. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. 

Not: Bu arada elini sıktığım ilk ve son genel başkandır kendisi.