14 Mayıs 2020 Perşembe

Her Algı Yalanın Ta Kendisidir *


Gerçeği gizleme yönünden dolayı hiçbirimiz yalanı sevmeyiz. İsteriz ki işittiğimiz ve okuduğumuz her söz doğru olsun, muhatabımız da hep doğru söylesin. Kendimiz de yalan söylememeye özen gösteririz. Çünkü her yalanda aldatma kastı vardır. Bundandır ki yalanın dinimizde, ahlakımızda, örfümüzde, mevzuatımızda ve insani ilişkilerde yeri yoktur.  

Yalanın masum kabul edildiği yerler; savaşta düşmanı yanıltmak, karı-kocanın arasını bulmak, iki dargın insanı barıştırmak ve hastaya moral vermek amacıyla söylenen yalanlardır.

Normal şartlarda kimse yalana başvurmaz. Çünkü yalan söylemesini gerektiren bir durum söz konusu değildir. Ama ne zamanki yaptığı bir işten dolayı başının tehlikeye gireceğini düşündüğü zaman insanımızın çoğu yalana başvurur. Bundan dolayı yalan, yaşadığımız hayatın bir gerçekliğidir.

Yalanın büyüğü, küçüğü olur mu? Olmaz. Zira yalan yalandır. Ama bazı yalanlar vardır ki sonuçları itibariyle yalandan ne kadar kişi olumsuz etkilenirse başvurduğumuz yalanın büyüklüğü ortaya çıkar.  Hele söylediğimiz yalan bir toplumun genelini ilgilendiriyor, toplumu yanlış düşünmeye sevk ediyorsa bu yalanın vebalinden kimse kurtulamaz. Çünkü en büyük yalan budur.

Kendi çıkarımıza uygun bir şekilde oluşturduğumuz algılar da yalanın ta kendisidir. Belki de en tehlikelisidir. En büyük algıları oluşturanlar da devletlerin kendileridir. Daha doğrusu devleti yönetenlerdir. Çünkü geçmişte olup bitenleri kendi menfaatlerine olacak şekilde tarihçilere yazdıranlar, devlete o anda hakim olanlardır. Yani yönetimde galip olanlardır. Yöneticilerimiz geçmişe dair ne anlattılarsa biz onunla yetinmek durumundayız. Zira mağlupların tarih yazma imkanları yoktur. Her iktidara gelenin yerini sağlamlaştırmak ve haklılığını göstermek için bir önceki iktidarı veya yıktığı/yıkılan devleti kötülediği düşünülürse okuduğumuz tarihlerin yalandan ne kadar uzak olduğu ve ne kadar gerçeği yansıttığı daha iyi anlaşılır. Bundandır ki biz tarihimizi doğrusuyla, yanlışıyla bilme imkanımız yoktur.  Örnek vermek gerekirse İslam tarihinde cereyan eden olayları, Emevi devletinden sonra iktidara gelen Abbasi hükümdarlarının izin verdiği kadarıyla biliyoruz. Aynı şekilde Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i kuranların izin verdiği kadarıyla tanıyoruz. Tarihimizi net bir şekilde bilmediğimizden dolayı ibret almamız gereken tarihimizden gereken dersi de çıkaramıyoruz.

İster ülke yönetelim, ister geleceğe yön verelim, ister bir zihniyeti temsil edelim, ister ülke yönetimine talip olalım, yaptığımız siyaset gerçekleri örtecek, çoğunluğu kandıracak şekilde algılar üzerine yürümemeli. Geçmişin ve bugünün tarihini yazacak tarihçilere de düşen, yöneticilerin oluşturduğu algıya teslim olmamak ve hakikatleri olduğu gibi günümüze ve geleceğe yansıtmak olmalıdır. Dürüstlük de bunu gerektirir. Değilse tarihten ibret alamayız. Bu da bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.

*15/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


12 Mayıs 2020 Salı

Bu Senenin Tatilleri Ayağımıza Dolandı *

Kasım ve aralık ayları geldiği zaman bir sonraki yılın takvimi basına servis edildiğinde dini ve resmi tatil günleri belli olmasına rağmen bazılarımızın gözü tatil günlerine giderdi. Acaba hangi tatil hangi güne denk geliyordu? Tatilin denk geldiği gün bizim için önemliydi. Çünkü bazı tatiller ile hafta sonu tatilleri arasındaki iş günlerinin de tatil edilmesi söz konusu olurdu. Bu demektir ki aradaki iş günü de tatil edilince tatil uzayacaktı. Bu, memurlar için bonus demekti. Bu ülke, bugüne kadar “Ramazan/Kurban Bayramı tatili 9 güne çıktı, 1/19 Mayıs tatili hafta sonu ile birleştirildi…”şeklinde çokça duydu ve tatil yaptı. Tatilin birleştirildiğini veya birleştirileceğini duyan çoğu kimse de önceden rezervasyon yaptırmak suretiyle turistik kentlerimizde soluğu alırdı.

Öyle zannediyorum, 2019 Kasım ve Aralık aylarında 2020’nin takvimi piyasaya sürülmeye başlayınca kimi meraktan kimi de tatil programı yapacağından tatil günlerine baktı: 23 Nisan Perşembe gününe denk geliyordu. Aradaki cuma günü de tatil edilince bu dört gün tatil demekti. 1 Mayıs, Cuma günü olunca üç gün tatil demekti. 19 Mayıs, Salı günü olunca pazartesi de tatil olur, al sana dört gün tatil. Çoğu bu hesabı yapmıştı. Yoğun iş temposunun ardından üç veya dört günlük bir tatil kaçamağı fena olmazdı. Çünkü 2020’nin ramazan ve kurban bayramları hafta sonuna denk geldiği için ufukta 9 günlük bir tatil görünmüyordu.

Her kasım veya aralık ayında biz önümüzdeki yılın tatil hesabını hep yaptık. Bu hesaplarımız bugüne kadar tuttu. Ama salgın dolayısıyla bu hesaplar, bu sene tutmadı. Üstelik tatiller ayağımıza dolandı. Salgın riskini en aza indirmek amacıyla 30 büyükşehir ve Zonguldak ilinde kaç haftadır, hafta sonları uygulanmakta olan iki günlük sokağa çıkma yasağı; 23 Nisanda dört, 1 Mayısta üç gün olarak uygulandı. 19 Mayısta da dört gün olarak uygulanacağı Cumhurbaşkanı tarafından duyuruldu. (Bazı büyükşehirlerde kısıtlılık kaldırıldı.) Yani bu senenin tatilleri bizi tatil beldelerine değil, katmerli bir şekilde evlerimize hapsetti. Bugünlerde bırakın tatili, sokağa adımımızı atamıyoruz. Evdeki hesap çarşıya uymaz dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Hasılı önceki yıllarda iki tatil arasına denk gelen iş günlerinin idari izinli sayılmak suretiyle tatil edilmesi bizi sevindirirken 2020’nin hafta sonlarıyla birleştirilen tatilleri, bizi pek memnun etmedi. Çünkü karantina veya yasak olarak döndü bize. Bu senenin bonusu da bu. Önceki yılların birleştirilen tatillerine sevindiğimizle yetineceğiz artık.

Evdeki hesabın çarşıya uymamasından şikayetçi miyiz? Değiliz elbet. Çünkü zaman şikayet etme zamanı değil. Varsın tatil hesapları tutmasın. Tatil düşünen tatilini sonraki yıllara saklasın. Ayrıca tek derdimiz bu olsun. Yeter ki başımızdaki salgın daha fazla kişiye sirayet etmesin. Bir an evvel çekip gitsin ki ülke olarak yaşadığımız bu olağanüstü yaşantımız normale dönsün. Keşke faydası olsun, etkisi kırılsın da varsın kaç dört günler evlere kendimizi hapsedelim.

*13/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



10 Mayıs 2020 Pazar

Ligleri Ne Yapmalı? ***


Normalleşme adımları bir bir sıralanırken Türkiye Futbol Federasyonu da ara verilen liglere 12 Hazirandan itibaren başlanacağını duyurdu. Yapılan açıklamaya göre maçlar seyircisiz olarak oynanacakmış. Gördüğüm kadarıyla kulüpler, ertelenen ligin devam etmesini isteseler de maçın oynanmasına çok istekli değiller. Çünkü seyircisiz de olsa futbolcu ve sporcuların, oynadıkları oyun gereği birbirleriyle temas etmemeleri mümkün değil. Bu da yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğimiz salgını yeniden tetikleyebilir ve bir çuval inciri berbat edebilir.

Kulüplerin endişelerini yerinde buluyorum. Çünkü maçları seyircisiz oynatmakla tedbir alınmış olmaz. Çünkü takımlar sadece as futbolcularından ibaret değil. Yedekleri var, maçın gerisinde malzemeciler var. Bir takımda hepsine ihtiyaç var. Deplasmana giderken takımlar ister otobüsü, ister uçağı seçmiş olsunlar, sayıları bir otobüsü doldurur. Aynı zamanda misafir takımın yeme, içme ve otel durumları söz konusu. Maç esnasında temas olmasa bile -ki mümkün değil- seyahat esnasında virüsün bulaşma riski var.

Bu durumda yapılması gereken ligleri başlatmamak ve daha önce oynanmış, skoru ve sıralaması belli mevcut durumu TFF’nin tescil etmesi uygun olanıdır diye düşünüyorum. Süper Lige göz atarsak takımlar 26 maç yapmışlar. Geriye kalan 9 maç için daha önce oynanmış maçlar bize bir ipucu verir. Bu durumda takımlar mevcut durumlarına razı olacaklar. 

Mevcut durumun tescili, aleyhlerine olacağı için kulüpler itiraz ederlerse TFF, penaltı atışlarına karar verebilir. Takımlar geriye kalan maçlarını penaltı atışlarıyla oynayabilirler. Çünkü penaltı atışında futbolcuların birbirine teması söz konusu olmaz. Her bir futbolcu sosyal mesafeye riayet eder. Böyle oynandığı takdirde kulüpler sadece penaltı kullanacak oyuncularını ve kalecilerini maça götürmüş olurlar. Penaltı usulü maçta her takım 10 penaltı kullanır. Maçlar bol gollü olacağı için bu sezonki ligimiz, en gollü lig olarak tarihe geçer.

Takımlar bu duruma da razı olmazlarsa futbolcular birbirleriyle temas etmeyecek şekilde uzaktan şut atma yolu uygulamaya konabilir. Bu durumda verkaç, çalım gibi futbolun içinde olan kurallar uygulanmaz.

Önerdiklerim tasvip görmez ise geri kalan maçlar için şampiyonluk iddiası süren, Avrupa kupalarına gidebilme şansı olan ve küme düşme riski bulunan takımlar kendi aralarında play-off oynayabilir.

Spor dediğimiz alan sadece futboldan ibaret değil elbet. Her bir spor dalının kendine özgü oynanışı ve kuralları söz konusudur. Futbol için verdiğim bu önerilerin benzerleri diğer spor dalları için de uygulanabilir. 

Hasılı ligler için hangi uygulamada karar kılınırsa kılınsın, aklımıza gelmemesi gereken tek şey, seyircisiz de olsa normal zamanlarda olduğu gibi maçların oynanması durumudur. Çünkü işin ucunda sağlık vardır ve sağlık her şeyin başıdır. Sağlık önceliğimiz olmalıdır.

***12/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Hem Külfet Hem de Nimet *

Evlere kapanmaktan sıkıldığımız kadar dışarı çıktığımızda maske takmaktan da sıkıldık. Nasıl bir maske ise doğru dürüst nefes aldırmıyor bize. Ağız ve burnumuzun açık olması bir nimetmiş gerçekten. Hele bir de gözlüklü isen, yandın demektir. Çünkü maske takınca gözlük buğulanınca önünü de göremiyorsun. Sadece burun ve çenemizi kapatmamıza rağmen bir tanıdığımızla karşılaştığımızda kolay kolay tanıyamıyoruz. Küçücük bir maske bizi virüse karşı koruduğu gibi tanınmamızı da zorlaştırıyor.

Geçen gün bakkala uğradım. Bakkaldan çıkan bir hanımefendi "Ramazan Hocam! Nasılsın, iyi misin" dedi. Baktım, tanıyamadım. Çünkü yüzünde maskesi vardı. Kimsin, beni nereden tanıyorsun? Sizi çıkartamadım demeden iyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız dedim, hiç bozuntuya vermeden. İsmimle hitap ettiğine göre belli ki beni tanıyan biri. Sesinden de çıkartamadığıma göre uzun süredir görüşmediğim biri olmalı. Maskesini çıkarsa mutlaka tanırım ama maskeni çıkar diyemem ya. Yine hiç bozuntuya vermeden "Aynı okulda mısın" dedim. "Evet" dedi. Bana "Siz, Sarayönü'nde misiniz" dedi. Hayır, oradan geldim diyerek çalıştığım okulu söyledim. İyi günler dileyerek ayrıldık. 

Eve İnternet bağlattığım gün apartmanın önünde Telekom elemanlarıyla konuşurken yanıma yaklaşan biri selam vermekle yetinmedi, konuşmaya başladı. Adama cevap veriyorum ama tanıyamadım. Dikkatlice dinleyince sesinden karşı komşum olduğunu anladım. İlahi komşu! Sen misin? Maskenden çıkartamadım dedim. 

Ömrümüz kifayet eder de eskiden olduğu gibi bir gün normal hayata geçer ve yüzümüzdeki maskeleri de atarsak nefes almada ve tanınmada zorlansalar da bazı insanların yine maskeli dolaşmalarını isterim. Çünkü maske bu tiplerin alışkanlık haline getirdikleri iki özelliklerini örtüyor. Ne demek mi istiyorum? Efendim, burunlarını çöp sepetini karıştırır gibi karıştırıp duruyorlar. O küçük maske dolayısıyla ellerini burunlarına götüremiyorlar. Götürseler de elin burna temasını maske engelliyor. Maskeli iken burunla oynayamadıklarına demek ki burunlarında bir şey yok. Avarelikten kendilerine meşgale bulmuşlar ve tik haline getirmişler, hemen parmakları burunlarına gidiyor.

Bir diğer kesim daha var ki normalleştiğimiz zaman bu tipler de yine maske takmaya devam etsinler istiyorum. Bunların da elleri ağızlarında. Fırsat buldukça parmaklarını ağızlarına götürerek tırnak yiyorlar. Maske dolayısıyla maalesef ellerini ağızlarına götüremiyorlar.

Gördüğünüz gibi maske deyip de geçmeyin. O küçücük maske neleri gizliyor, nelere kadir, bir bilseniz... Eli ne burna götürtüyor ne de ağza.  Nimet dense yeridir.

Maskenin hem külfet hem de nimet olduğundan konu açılmışken normal hayata döndüğümüzde eli burnuna ve ağzına gitmeyen bazıları, yüzlerindeki maskelerini çıkarırlarken gerçek kişilik ve kimliklerini gizledikleri maskelerini de çıkarsalar, oldukları gibi görünüp kendilerini gizlemeseler, insanlığa çok büyük hizmet etmiş olurlar...

*11/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

İslam Nedir, Ne Değildir? **

İslam, imanın ilkelerine kalpten inanmaktır.
Namazdır, oruçtur, hacdır, zekâttır.
İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmaktır.
Haklının hakkını veren, suçluya hak ettiği cezayı veren adalettir.
Ehliyettir, liyakattir, emanete riayet etmektir. Akrabaya, eşe-dosta devlet yönetimini peşkeş çekmemektir.
Empati yapmaktır. Kendisi için istediğini başkası için de istemektir.
Müjdeler, nefret ettirmez. Kolaylaştırır, zorlaştırmaz.
Nazikliktir, yol-yordam bilmektir, yumuşak ve tatlı bir üsluptur.
Çalışmaktır, her şeye kafa yormaktır, bir şeyin en iyisini yapmaya çalışmaktır, üretmektir.
Yardımseverliktir. Zayıfın, fakir ve gurabanın elinden tutmaktır. Komşusu açken tok yatmamaktır.
Uçmaz, kaçmaz, ayakları yere basan, reel hayata dair sözü olan bir dindir.
İnsana değer verir, onun onurunu her şeyin üstünde tutar.
Sorumluluğu insana verir. Asla kurtarıcı beklemez, miskinliği hiç sevmez. İnsan için ancak çalıştığının karşılığını vaat eder.
Baskıcı değildir. İnançta, fikirde insanı özgür bırakır. Fikir özgürlüğünü savunur. En güzel üslupla mücadele yolunu seçer.
İstişareye önem verir, sonunda Uhud Savaşını kaybetmek de olsa... Tek adamlığı önermez.
Bir devlet sistemini dayatmaz. İstediği devlet, adaleti esas alan devlettir. Aleyhine bile olsa hakkı üstün tutmayı esas alır.
Kibri değil, tevazuu emreder. Övünmeyi, böbürlenmeyi, yermeyi sevmez. Algılara, önyargılara karşıdır. İftirayı katilden daha şiddetli görür.
Affedicidir. Tövbe kapısını daima açık tutar. Hatası ne olursa olsun çizip atmaz. Son ana kadar insanı kazanmayı hedefler.
Emindir, çevresine güven verir. Aldatmaz. Aldatanı kendinden görmez. 
Barış ve esenliktir. İnsanın dünyada ve ahirette huzur bulmasını ister.
Dünya ve ahiret dengesini gözetir. Ne dünya öncelensin ne de ahiret öncelensin ister. Bu dünyayı bir imtihan yeri olarak görür. Burada yaptıklarımızdan ve yap-a-madıklarımızdan dolayı öbür dünyada hesaba çekileceğimizi beyan eder.
Adaleti, iyilik yapmayı ve yakın akrabayı görüp gözetmeyi emrederken hayasızlığı, kötülüğü ve aşırı gitmeyi yasaklar. 
Orta yolu tutun, ifrat ve tefritte aşırı gitmeyin, der.
Her şeyi olduğu gibi vücudunu da insana emanet eder, vücuda zarar veren şeylerden kaçın, der.
Allah'ın ayetlerini az bir bahaya satmayın derken yaptıklarınıza beni ve dini değerleri alet ve istismar etmeyin, der... 
Olduğunuz gibi görünün ya da göründüğünüz gibi olun; diliniz farklı, işiniz farklı olmasın, der.
Şirki affetmeyeceği en büyük günah olarak görürken kul hakkına riayet edin, ikisiyle birlikte gelmeyin, der. Çünkü biri kendisi için en büyük zulüm iken diğeri de insanlara karşı zulümdür.
Kur'andır; onu okuyun, anlayın ve hayatınıza tatbik edin derken peygamberi örnek alın. Çünkü o, sizin için bir rol modeldir, der.
Kısaca, güzel ahlaktır.

Verdiğim örnekler hepinizin bildiği bazı örneklerdir. Emir ve yasakları sadece bunlardan ibaret değildir. Hepsini yazmaya kalksam sayfalar yetmez. İslam bize neyi emretmişse lehimize, bizi de neden sakındırmış ve neden nehiy etmişse yine lehimizedir. Emir ve yasakların hiçbiri kıyas götürmeyecek şekilde diğerinden üstün değildir. İman ve şirkin dışında hiçbiri diğerlerine öncelenemez veya geçiştirilemez. Emir ve tavsiyelerin hepsi birden İslam'dır. Bazı ritüelleri öne çıkarıp diğerlerini ihmal etmek İslam değildir, kolaycılığa kaçmaktır. 

Ne demek istediğimi kısaca şöyle ifade edeyim: Çoğumuz İslam denince hemen aklına namaz, oruç, hac gibi ibadetleri getirir. İslam namazdır ama İslam namazdan ibaret değildir. İslam oruçtur ama İslam oruçtan ibaret değildir. İslam hacdır ama İslam hacdan ibaret değildir.... Emirlerin hepsi yapıldığı veya yapılmaya çalışıldığı, nehiylerinin hepsinden sakınıldığı zaman İslam ve gerçek din ortaya çıkar ve bu din kişiye ve insanlığa fayda sağlayan bir din olur. Böyle yapılmadığı takdirde elimizde kuşa çevrilmiş bir İslam olur ki bu İslam ne kendimize ne de insanlığa yarar sağlar. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlere verdiğimiz önemi, sosyal barışa katkı sağlayan adalet, güven, ehliyet gibi ahlaki kavramlara da vermeliyiz ki bu yaşadığımız İslam, dertlerimize deva olsun. Çünkü İslam bireysellikten ziyade sosyal bir dindir. Dinin aynası da güzel ahlaktır.

**09/05/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

7 Mayıs 2020 Perşembe

Kişiler mi Kurumlar mı? ***

Kurum, kuruluş ve devlet, seçilmiş ve atanmış kişiler eliyle yönetilir. İster atanmış ister seçilmiş olsun makamların tüzel kişiliği baki olmakla beraber makam sahipleri gelip geçicidir. Çünkü mahkeme kadıya mülk değildir. Seçilmişler bir erken seçim olmazsa beş yıllığına seçilirler. Tekrar seçilirlerse bir beş yıl daha yönetirler. Atanmışların makamlarda durma süreleri de seçilmişlerin tasarrufuyla orantılı olarak değişir. Kimi kısa süre görev yapar kimi de uzun süre. Ama eninde sonunda bir nöbet değişimi olur. Bu makamlar kişilere emanettir. Görevlerini de bu emanet çerçevesinde yerine getirirler. Emanetçi olmak demek sürekliliği esas olan hizmete aracılık etmek demektir.

Atamaya yetkili kişilerde veya seçilmişlerde zaman zaman gördüğüm bir durumu burada işaret etmek istiyorum. Seçilmiş makam sahipleri ne zaman bir iş, bir hizmet yapmış olsalar veya hediye vermiş olsalar kendi isimlerini ön planda tutarlar. İşin, hizmetin veya hediyenin altına isimlerini yazdırır veya zikrettirir. Bu durumu siz nasıl karşılıyorsunuz bilmiyorum ama bana garip geliyor. Bana göre kişiden ziyade kurumlar ön planda olmalıdır. Çünkü yapılan iş ve hizmet veya dağıtılan hediye devlet imkânlarıyla karşılanmaktadır. İsmi yazılı kimsenin cebinden çıkmıyor. Para devletin kasasından çıktığına göre makam sahibine değil, kuruma öncelik vermek gerekir diye düşünüyorum.

Ne fark eder demeyin veya bahsedilen iş, hizmet veya hediye makamda oturan sayesinde oluyor, bunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünebilirsiniz. Kurum, kuruluş veya makam yerine kişinin ismine yer verilmesinde ben reklam kokusu alıyorum. “Bunu ben yaptım, bunu göz ardı etmeyin. Ben olmasaydım bu hizmete kavuşamayacak, bu hediyeyi elde edemeyecektiniz. Bu iyiliğimi asla unutmayın” demektir bu. Devlet imkânlarını kullanarak bedava reklamını yapmaktır bu.

Kişinin ismine yer verilmese, insanlar o hizmetin kim tarafından yapıldığını veya hediyenin kim tarafından takdir edildiğini bilemeyecekler mi? Bilirler elbet. Çünkü hangi kurum ve kuruluşun veya makamın başında kimin olduğunu insanımız çok iyi bilir ve yapılan hizmeti de daima takdir eder. Bu durumda isme yer verilmesi zait bir durumdur. Hal böyle iken yöneticilerimizin tevazuu elden bırakmamasında ve kendilerini geri planda tutmalarında fayda vardır. Yaptıkları hizmetten dolayı kendisine teşekkür edenlere de “Bu hizmeti yapmak bana nasip oldu” cevabı tevazu sahibi olmanın bir gereğidir.

Her nerede olursa olsun herhangi bir hizmetin ifasında veya bir hediyenin takdiminde isimlerin ön plana çıkmasını(yazılmasını) ben, hala kurumsallaşamadığımızı çıkarıyorum. Halbuki kişileri değil, kurumları öncelememiz lazım. Kurum kültürü de böyle oluşur. Öyle bir kültür oluşturmalıyız ki bir hizmet kişiye bağlı yürümemelidir. Kişi gitti mi o hizmet sekteye uğramadan, kişiden sonra da kaldığı yerden devam etmelidir.

Unutmayalım ki kişiler bir koltukta oturdukları müddetçe kendilerini değil, devleti temsil ederler. Bu da görev süreleriyle orantılıdır. Yani gelip geçicidir. O zaman oturduğumuz yerde kendimizi değil, devleti temsil etmemiz gerektiğini hiç hatırdan çıkarmayalım.

***14/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Bu Göbeği Erit de Göreyim! *

Salgın dolayısıyla;
Yasaklarla tanıştık. Daha önce yaptığımız birçok davranışımızı yapamaz olduk.
Temizliği öğrendik hem de paranoyak seviyesinde. Yıkadığımız yeri bir daha yıkıyoruz. Olur olmaz her şeye dokunamaz olduk.
Camiyi, cemaati, cumayı unuttuk.
Kimseye ziyarete gitmiyoruz, kimseyi evimize kabul etmiyoruz.
Tokalaşmıyoruz, sarılmıyoruz. 
Sosyal mesafeyi öğrendik. Eskisi gibi insanlarla laubali değiliz. Tanışmak için bir nerelisin bile diyemiyoruz.
Maske takar olduk. Sokak ve caddeye çıkınca, alışveriş için bir işyerine girince, biriyle karşılaşınca, kalabalık bir ortama girince hemen maskemizi geçiriyoruz yüzümüze. Gördüğüm kadarıyla maskesi olmayan yok. (Sosyal medyada maskem yok, maskem gelmedi diyenlerin gerçekten maskeleri yok mu?)
Her akşam anlatıla anlatıla hepimiz koronavirüs üstadı olduk. Bir yere dokunduğumuzda, alışveriş yaptığımızda, dışarıya çıkıp girdiğimizde ne yapacağımızı çok iyi biliyoruz: Lavaboya marş marş!
Ölümü burnumuzdan soluduğumuzdan hayat pahalılığına ve paramızın her gün değer kaybetmesine aldırmıyoruz bile. Sağ kalırsak bir ara düşüneceğiz.
Evlere kapandık, sıkılsak da çıkmıyoruz.(Kurallara uyanlar için)

Hasılı virüs kapmamak, postu deldirmemek ve normal hayata bir an evvel adım atmak için her şeyi yapıyoruz. Bunların hepsine eyvallah! Herkes için söylemiyorum ama iki aydır evden dışarı çıkmayanları bekleyen büyük bir tehlike var. Daha doğrusu ortaya çıkan bir durum var: Kurallara uyup evden çıkmadılar ama göbekleri kural dinlemedi, dışarıya çıktı. Çıkan bu göbek nasıl geri çekilecek, vücut nasıl eski halini alacak? Bunun için epey bir efor sarf etmeleri gerekecek. Göbeği eritmek için bazıları günlük yürüyüş programını devreye sokacak. Bazıları soluğu diyetisyende alacak, sıkı bir rejim uygulayacak. Kimi de ekmeği bırakacak. 

Göbeğini sorun görenler, bu dertten nasıl kurtulacağım diye kara kara düşünürken bazıları da "Göbeğin çok kötü olmuş" diyecek. İşin yoksa bu tiplere cevap ver dur. Çünkü her karşılaşmada değişmez konu senin göbek olacak. Onlara ne cevap verirsen ver, sana söyleyecekleri "Az ye...yemeği azalt...ekmeği bırak...spor yap..." olacak. Çevren, seni ücretsiz muayene eden ve sana tedavi öneren diyetisyenden geçilmeyecek. Sanki akıl danışan var onlara. 

Hasılı aldık başımıza belayı. Obezdik zaten, iyice obez olduk.  Geldi mi, kolay kolay gitmez vücuttan. Çünkü tıpkı virüs gibidir obezlik. Bugünden yarına bu işin üstesinden gelin de göreyim...

*09/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.