Ana içeriğe atla

Her Algı Yalanın Ta Kendisidir *


Gerçeği gizleme yönünden dolayı hiçbirimiz yalanı sevmeyiz. İsteriz ki işittiğimiz ve okuduğumuz her söz doğru olsun, muhatabımız da hep doğru söylesin. Kendimiz de yalan söylememeye özen gösteririz. Çünkü her yalanda aldatma kastı vardır. Bundandır ki yalanın dinimizde, ahlakımızda, örfümüzde, mevzuatımızda ve insani ilişkilerde yeri yoktur.  

Yalanın masum kabul edildiği yerler; savaşta düşmanı yanıltmak, karı-kocanın arasını bulmak, iki dargın insanı barıştırmak ve hastaya moral vermek amacıyla söylenen yalanlardır.

Normal şartlarda kimse yalana başvurmaz. Çünkü yalan söylemesini gerektiren bir durum söz konusu değildir. Ama ne zamanki yaptığı bir işten dolayı başının tehlikeye gireceğini düşündüğü zaman insanımızın çoğu yalana başvurur. Bundan dolayı yalan, yaşadığımız hayatın bir gerçekliğidir.

Yalanın büyüğü, küçüğü olur mu? Olmaz. Zira yalan yalandır. Ama bazı yalanlar vardır ki sonuçları itibariyle yalandan ne kadar kişi olumsuz etkilenirse başvurduğumuz yalanın büyüklüğü ortaya çıkar.  Hele söylediğimiz yalan bir toplumun genelini ilgilendiriyor, toplumu yanlış düşünmeye sevk ediyorsa bu yalanın vebalinden kimse kurtulamaz. Çünkü en büyük yalan budur.

Kendi çıkarımıza uygun bir şekilde oluşturduğumuz algılar da yalanın ta kendisidir. Belki de en tehlikelisidir. En büyük algıları oluşturanlar da devletlerin kendileridir. Daha doğrusu devleti yönetenlerdir. Çünkü geçmişte olup bitenleri kendi menfaatlerine olacak şekilde tarihçilere yazdıranlar, devlete o anda hakim olanlardır. Yani yönetimde galip olanlardır. Yöneticilerimiz geçmişe dair ne anlattılarsa biz onunla yetinmek durumundayız. Zira mağlupların tarih yazma imkanları yoktur. Her iktidara gelenin yerini sağlamlaştırmak ve haklılığını göstermek için bir önceki iktidarı veya yıktığı/yıkılan devleti kötülediği düşünülürse okuduğumuz tarihlerin yalandan ne kadar uzak olduğu ve ne kadar gerçeği yansıttığı daha iyi anlaşılır. Bundandır ki biz tarihimizi doğrusuyla, yanlışıyla bilme imkanımız yoktur.  Örnek vermek gerekirse İslam tarihinde cereyan eden olayları, Emevi devletinden sonra iktidara gelen Abbasi hükümdarlarının izin verdiği kadarıyla biliyoruz. Aynı şekilde Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i kuranların izin verdiği kadarıyla tanıyoruz. Tarihimizi net bir şekilde bilmediğimizden dolayı ibret almamız gereken tarihimizden gereken dersi de çıkaramıyoruz.

İster ülke yönetelim, ister geleceğe yön verelim, ister bir zihniyeti temsil edelim, ister ülke yönetimine talip olalım, yaptığımız siyaset gerçekleri örtecek, çoğunluğu kandıracak şekilde algılar üzerine yürümemeli. Geçmişin ve bugünün tarihini yazacak tarihçilere de düşen, yöneticilerin oluşturduğu algıya teslim olmamak ve hakikatleri olduğu gibi günümüze ve geleceğe yansıtmak olmalıdır. Dürüstlük de bunu gerektirir. Değilse tarihten ibret alamayız. Bu da bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.

*15/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde