26 Mart 2020 Perşembe

Evlenmenin Şimdi Tam Zamanı!

Koronavirüs dolayısıyla "Evde kal" dediler. Kaldım. Hala da kalmaya devam ediyorum. Bu gidişle evde kala kala evde kaldım gitti. Ne arayan var ne de soran. Aç mısın, susuz musun diyen yok. Evde dura dura, canım sıkılmış, kimin umurunda. Tek dedikleri evde kal demekten ibaret. Sıkıldım diyene ölümü gösterip evde kalmaya razı ediyorlar. Bu durumda sıtma daha iyidir diyorsun.

Bereket, zamanında evlenmişim. Bu durumda ne kıza bakmaya gidebilirdim ne de gittiğim ev, virüs endişesiyle bana kapısını açardı. Haydi biri gafil avlandı, benimle evlenmeyi kabul etti diyelim. Düğün de yapamazdım bu durumda. Dur be Ramazan! Felaket tellallığı yapma. Başımıza felaket tellalı kesildin. Bardağın biraz da dolu tarafından bak dediğinizi duyar gibi oldum. 

Bakalım bu durumda düğün nasıl olacak? Aslında böyle bir ortamda düğün yapmak da fena olmaz: Kız evi fazla bir şey istemez. Alışveriş için çarşı pazar dolaşmazsın. Virüs dolayısıyla hepsini ötelersin. Hele virüs bir gitsin, bir ara bakarız, onlar kolay, şimdi siz kızı bir verin hele, dersin. Sonrası Allah kerim. Demem odur ki düğünü bedavaya getirirsin. Davetiye için kart bastırmaya, yemek vermek için salon tutmaya, konvoy oluşturmaya gerek yok. 

Alıyorsun eşini, oturtuyorsun nikah masasına. Sosyal mesafeyi koruyarak iki şahit huzurunda dünya evine giriyorsun. Böylece her genç kızın hayali, telli duvaklı gelin olmak gerçekleşmiş olur. Günün anısına çektiğin fotoğrafları sosyal medyada paylaşırsın. Böylece herkes evlendiğinden haberdar olur. Sen de tebrikleri kimseyle temas etmeden sosyal medya aracılığıyla kabul edersin.

Nikahtan sonra çarşı pazar gezmek yok. Balayı planı yapmak yok. Ama baba, eş dostun elini öpmek yok. Doğru evin yolunu tutacaksın. Bu durumda da evde kalacaksın ama evde kalmamış oluyorsun.

Bu durumda evlilik çağına gelmiş, nasıl düğün yaparız diye kara kara düşünen gençlerimiz varsa ellerini çabuk tutup evlenin derim. Gördüğünüz gibi size bedavaya gelecek masrafsız bir düğün. Yeter ki bardağın dolu tarafından bakılabilsin. 

Siz evliliğe devam ede durun. Bir gün çocuğunuz olur, çocuğunuz evlilik çağına gelir, evlenmek ister ve olur olmaz şeyler isterse kendi düğününüzü emsal gösterin. Ne alışverişi ne düğün elbisesi ne balayı...eski köye yeni âdet getirmeyin, biz annenle şöyle evlendik dersiniz.

Evlilik çağımız geldi, maliyetler arttı, düğün yapamıyoruz diyen gençler! Neredesiniz? Fırsat bu fırsat, hatta ganimet...Herkes bu ortamda fırsatları değerlendirirken siz ne durursunuz? Şimdi Evlenmenin tam zamanı!

Bana, lütfen amca! Bizimle kafa bulma, şimdi şakanın sırası değil, demeyin. En nefret ettiğim şeydir bu. Hiç şaka yapar bir tarafım var mı? Haydi göreyim sizi...







LGS ve YKS Adaylarına! *


Sevgili gençler! Bildiğiniz gibi yaygın salgın hastalık dolayısıyla 16 Mart tarihinden itibaren evlerimize kapandık. İlk haftayı ara tatil olarak geçirdikten sonra ikinci haftadan itibaren uzaktan eğitim yoluyla derslerinizi evlerinizden takip ediyorsunuz. Salgın hastalığın yayılmaya devam ettiği göz önünde bulundurularak okullarımız, 30 Nisan 2020 tarihine kadar tatil edilmiştir.

Dünyanın ve ülkemizin yaşadığı bu olağanüstü durum elbet bir gün kontrol altına alınacak ve tehlike olmaktan çıkacaktır. Ama ne zaman tehlike olmaktan çıkacağını bugünden kestirmemiz mümkün değildir. Bu aşamada size düşen, devlet yetkililerinin dediği gibi evlerinizden çıkmamanızdır. Bu hastalıkla ilgili sizin tek yapacağınız budur. Bırakalım, virüsün kontrol altına alınmasını büyüklerimiz düşünsün.

Sizin düşünmeniz gereken haziran ayında gireceğiniz LGS/YKS sınavıdır. Sizin bu sınavlara odaklanmanız gerekir. Biliyorum, moraliniz bozuk. Acaba sınavlar zamanında yapılır mı endişesi taşıyorsunuz. Size düşen sınavların zamanında yapılacağını hesaba katarak kendinize bir plan yapmanızdır. Sınavlar ertelense ertelense 15 gün, bir ay ötelenir* ama mutlaka yapılır. Bu da sizin aleyhinize bir durum değildir. Sizden beklenen evlerimize kapandığımız bu zamanı değerlendirmek, fırsatı ganimete dönüştürmektir. Okullar kapalı diye bir rehavete lütfen kapılmayın. Ne zaman yatacağınız, ne zaman kalkacağınız belli olsun. Bilin ki bu zorunlu tatili, daha önce sınava giren büyüklerinize verilseydi havada kaparlardı. Çünkü onlar mart ayından itibaren sınava hazırlanmak amacıyla okula gitmemek için rapor/izin alma yoluna giderlerdi. Siz de bu durumu bu şekilde düşünün ve değerlendirin derim.

Sizin önceki sınavlara girenlere göre avantajınız var. Öncekiler tüm konularda sorumlu iken siz, zorunlu tatile kadar öğrendiğiniz konulardan sorumlu olacaksınız. Bu da daha az konuya* bakacaksınız demektir. Daha az konuya daha fazla zaman ayırarak sorumlu olduğunuz konuları çok daha iyi öğrenme imkanına sahip olacaksınız. Daha az konulardan sorumlu olacağınız için sınavlarda detaya girme durumu söz konusu olabilir. Bu demektir ki az konuya bakarken detayları da göz önünde bulundurmanızdır. Bu da konuyu daha iyi kavramalısınız anlamına gelir.

Günlük, planlı ders çalışmaya özen gösterirken dikkat etmeniz gereken bir konu da moral ve motivenizin yerinde olup olmadığıdır. Gece gündüz ne olacak bizim halimiz, düşüncesine kapılırsanız kaybeden siz olursunuz. Öncelikle kafanızdan bu problemi atmanız gerekiyor. Çünkü problemi atmadan derslere kendinizi vermeniz zordur. Unutmayın ki bu durumda olan sadece siz değilsiniz. Sizinle beraber sınava hazırlanan tüm öğrenciler aynı durumda. Herkes daha az konudan sorumlu olacak, sınavlarda detay çıkacaksa herkese detay çıkacak, tatil ise herkese tatil. Kimse okula, etüt ve kurs merkezine gidemiyor. Bu demektir ki şartlarınız eşit ve eşit şartlarda sınava gireceksiniz. Bu sınav hiç olmadığı kadar adaletli bir sınav olacaktır.

Şartları eşit ve adil olan bu sınavda başarılı olmanız yolu, bir plan çerçevesinde bilinçli bir şekilde çalışmanızdır. Unutmayın ki sınavları zeki olanlar değil; bilinçli ve düzenli çalışanlar başarır. Yeter ki kendinizi derslere verin. Kendinizi derslere verirken mümkün mertebe TV’lerin verdiği haberleri izlemekten uzak durun. Allah yardımcınız olsun. Başarılar dilerim.

*Bu yazıyı kaleme alır almaz YÖK Başkanı, YKS'nin 25-26 Temmuz tarihlerinde yapılacağını, MEB Bakanı Sayın Ziya Selçuk da LGS’de sadece birinci dönem işlenen konulardan soru çıkacağını açıkladı.


*28/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Türkiye'nin Ayıbı Bir Dava ***

Takvimler 25 Mart 2009'u gösterdiğinde Türkiye, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını taşıyan helikopter kazasını ajanslardan öğrenmişti. Devlet, helikopterin enkazına 48 saat sonra ulaşabilmişti. Kazadan kurtulan olmadı.  Kaza mı, cinayet mi, sabotaj mı tartışmaları hiç bitmedi. Bitmeyen bir şey daha var: Yargılama. Helikopter kazasının ardından 11 yıl geçti. Kazanın kaza değil, organize bir cinayet olduğunda herkes hemfikir. Ama dava hala neticelenmedi. 

Bildiğim kadarıyla helikopter kazasından davanın tutuklu sanığı yok. Sanık olarak yargılananlardan bazıları başka suçlardan tutuklu olanlar. Çoğu sanık tutuksuz olarak yargılanmaktadır. Yargılama ne zaman sonuçlanır, cinayetin failleri ortaya çıkarılır mı, cinayet emrini verenler ve cinayete azmettirenler ortaya çıkarılır mı, bugünden bir şey söylenmez. Kanaatim odur ki bu kadar uzun süren bir davadan kamuoyunu rahatlatan bir karar çıkmayacak. Gerçek failler ortaya çıkmayacak. Davanın sonucunda birilerine cezalar verilse de sadra şifa olmayacak, yüreklerdeki acıyı dindirmeyecek. Çünkü geciken adalet, adalet değildir.

Demek ki cinayetin planlayıcıları ve azmettiricileri, cinayeti işletirken olayın, faili meçhul kalmasını istemiş. Hala da ortaya çıkmadığına göre işlerini de temiz yapmışlar. Emellerine ulaşabilmek için Muhsin Başka'nın cesedini ortadan kaldırmaları gerekiyormuş. Bunu da başardılar. Maalesef bu aşamadan sonra Türkiye'nin faili meçhuller defterine Yazıcıoğlu da eklenecek. Çünkü her olay özellikle adi suçlar ortaya çıkar ama siyasi cinayetler kim vurduya gider.

Bu halk, oy vermese de halkın gözünde ayrı bir yeri vardı Yazıcıoğlu'nun. O, herkesin gönlünde taht kurmuştu. Her kesimden seveni ve saygı duyanı çoktu. Halk cinayetin aydınlanmasını istiyor. Göründüğü kadarıyla siyasi iktidar ve muhalefet de davanın takipçisi. Cinayetin ilk yıllarında olsa adliye, mülkiye, harbiye, bürokrasi kısaca devlet FETÖ'nün elindeydi, dava karartıldı diyelim. Şimdi devletin her kademesinden -kripto olanlar hariç- FETÖ temizlendi. Siyasi iktidar hiç olmadığı kadar hiçbir iktidara nasip olmayacak şekilde devlete hakim. Devletin kendisi. Kurumlar arasında bir uyum söz konusu.  Olayla ilgili ne kadar delil varsa devletin ilgili makamlarının elinde. Bir davanın arkasında siyasi iradenin desteği varsa cinayetin çözülmemesi için bir sebep olmaması lazım. Nedense cinayetle ilgili failler ve azmettiricileri hala ortaya çıkarılmıyor veya çıkarılamıyor. Bana bu durum garip geliyor. Öyle zannediyorum, size de garip geliyordur. 

Her kesimden herkesin sevdiği, farklı bir siyasete imza atan Muhsin Yazıcıoğlu’nun cinayete kurban gittiğinin aydınlatıl-a-maması Türkiye’nin bir ayıbıdır. Bu dava bir an evvel sonuçlandırılmalı ve gerçek suçlular -azmettiriciler dahil- hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır. Şayet dava kamu vicdanını rahatlatmayacak şekilde sonuçlanır ve bu cinayet faili meçhul kalırsa benim zihnimin bir köşesinde Rahmetli Mahir Kaynak’ın şu söyledikleri kalacaktır: "Azmettireni, yaptıranı bulamazsın. İhale herhangi bir taşeron örgüte verilir. İlla kimin yaptığını, yaptırdığını öğrenmek istiyorsan, bu cinayetten kimin/kimlerin faydalandığına bakacaksın". Sahi bu cinayet kimlerin işine yaradı? Kimler Yazıcıoğlu üzerinden ekmek yiyor?

***28/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

25 Mart 2020 Çarşamba

Türkiye’nin Kronik Hastalığı ***


21.asra gelmiş olsak da salgın hastalıklar peşimizi bırakmıyor. Bu salgınlar bazen lokal düzeyde kalsa da şimdi yaşadığımız gibi tüm dünyayı tehdit eder düzeye ulaşabiliyor. Bu salgın hastalıklar gibi peşimizi bırakmayan başka hastalıklarımız da var: Birbirimize, fikirlerimize, giyim ve kuşamımıza tahammül edememe gibi.

Dünya özgürlükler konusunda epey mesafe kat etmiş olmasına rağmen Türkiye özgürlükler konusunda iyi bir sınav vermiyor. Bazen “Türkiye eskisi gibi değil, normalleşiyor artık. Farklı fikir ve düşüncedeki insanlar bir araya gelebiliyor, konuşabiliyor, farklı giyimlere ses çıkarılmıyor. Neydi o eski günler! Şükür ki geride kaldı” diyorsun. Hemen cırtlak bir ses ortaya çıkıp içinde biriktirdiğini kusuveriyor: “Başörtülü biri ekrana çıkıp nasıl ders anlatabilir? Bana göre böyle giyimli biri, öğrencilerine rol model olamaz” deyiveriyor. Şükür ki “bana göre” diyor. Temsil ettiği zihniyet adına konuşmuyor. Her ne kadar temsil ettiği zihniyet adına konuşmamış da olsa o zihniyeti benimsemiş kişiler arasında böyle düşünenlerin sayısı da az değil.

Adam, oturmuş ekranın karşısına. “Uzaktan eğitim” derslerini takip ediyor. Sanırsın ki ders programına göre ders gören bir öğrenci. Diyelim ki gazetecidir: Uzaktan eğitim nasıl olacak, MEB hazırlık yapmış mı, Türkiye’de ilk defa uygulanacak olan bu sistemde eksiklikler var mı gibi durumlara bakacak. Takip ettiği dersi veren öğretmeni, anlatımında ve donanımında yeterli görmese de “MEB, bir milyon öğretmenin içerisinde bunu mu buldu? Bu öğretmen yeterli değil, çocuklarımıza yazık oluyor” dese haklıdır, eğitim ve öğretimin daha iyi olması için eleştiri getiriyor diyeceğim. Ekranın karşısına niçin oturduğu, karın ağrısının ne olduğu ve hazımsızlığı ortaya çıkıverdi hemen: Başörtüsü avına çıkmış gayri, belli.

Bir kişinin böyle konuşması Türkiye’yi ve o zihniyeti taşıyanları bağlamaz diyebilirsiniz. Elbette bağlamaz. Ama Türkiye, geçmişte kılık-kıyafet ve giyim-kuşamdan çok çekti. Kendisini bağlasa da bu konuşma, bir bilinçaltının dışa vurumudur, geçmişte kalmış kronik bir hastalığın yeniden nüksetmesidir. Bereket ki ilgili zatın kendisi ve düşüncesi iktidar değil. Halbuki benim bildiğim, muhalif olanlar daha özgürlükçü bir siyaset izlerler, herkese mavi boncuk dağıtırlar. Muhalifken böyle düşünen, iktidar olsa neler yapmaz, varın siz düşünün. (Görüşünü tasvip etmesem de dobralığını takdir ettim. Bazı siyasiler gibi ikili oynamıyor. Ben buyum. Elimde imkan olsa böyle görüntüye geçit vermem, diyor.)

Demek ki kişinin gazeteci olması, bir partiden Türkiye’nin en büyük şehrini yönetmek için aday adayı olması, bir camianın duayeni ve sözcüsü olması, kişiyi özgürlükçü yapmıyor. Yedisinde ne ise yetmişinde de o. Türkiye’de her şey değişse de bu bakış açısı, bu zihniyet değişmiyor.

İnsanları kılık-kıyafeti, giyim ve kuşamına göre tasnife tutan bu tip insanları ben, kaporta insanı olarak değerlendiriyorum. Kaporta Müslüman’ı olur da kaporta insanı olmaz mı? Kaporta insan; insanın içine değil, dışına bakar. Bir insanın kaportası düzgün mü? Tamam. O, rol modeldir.* Değilse allameyi cihan da olsa bilgi ve birikimiyle ağzıyla kuş tutsa da böylelerinin gözünde sıfırdır. Kılık-kıyafet, giyim ve kuşam önemlidir elbet. Zira insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Önemli olan da fikir olması gerekir. Tüm birikimi ve fikri kaportadan ibaret olanlar bunu bilemez ve anlamazlar.

*Yeni neslin gözünde; öğretmen, gazeteci, siyasetçi vb meslek grupları rol model değildir. Yeni nesil, genelde sanatçı ve futbolcuları rol model olarak görüyor. Sayın yazar, gençliğin yöneldiği bu rol modellere yönelse daha iyi olacak. En azından başörtülü biri çocuklarımıza rol model olacak korkusu yaşamaz ve eskimiş düşüncesini yenilemiş olur.

***26/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

23 Mart 2020 Pazartesi

15.Yüzyıl Diliyle, Salgından Korunma Yolları *

15.yüzyılda yaşamış Amasyalı Şerefeddin Sabuncuoğlu, 1468 yılında yazdığı Mücerrebname isimli eserinde, salgın hastalıklardan kurtulmanın yolunu şöyle anlatmış:

"Ellerini onat yu/Ellerini doğru, iyi yıka.
Galebeliğe girme/Kalabalığa girme.
Selâmı uzakça vir/Uzaktan selâm ver.
Eyi yi vü eyi iç/İyi ye ve iyi iç, yani iyi beslen.
Haste isen yativir/Hasta isen yatıver!
Taşrada yüzün ört/Dışarıda yüzünü ört!
Biiznillah nesne dokunmaz/Allahın izniyle, bir şey dokunmaz!" (Yazının tümü için bk. Mehmet Doğan, Karar Gazetesi)

İzin verir, bana kızmazsanız, Şerefeddin Bey'i haklı bir eleştiriye tabi tutmak istiyorum:
1. Şerefeddin Bey'in 15.asırda ortaya koyduğu salgından korunma yollarını 21.asır uzmanları da söylüyor. Bu demektir ki Sabuncuoğlu günümüz akademisyenlerinin dediğinin üzerine bir şey koymamış.
2.Tek fark, günümüz uzmanlarının 14 maddede kurallaştırdığı salgından korunma yollarını Şerefeddin Bey, 7 maddede özetlemiş. Özetlerken günümüz 14 madde kuralına atıfta bulunmamış. Bu durumda kendisine intihalci denebilir.
3.Korunma yolları konusunda Sabuncuoğlu'nun tek eksiği, el yıkamada 20 saniye kuralını bilmemesi. "Ellerini doğru, iyi yıka" demekle yetinmiş. Ayrıca nasıl yıkanması gerektiğini göstermemiş. Belki de saatler günümüzdeki kadar yaygın olmadığından olsa gerek.
4.Yıka yerine "yu" fiilini kullanmış. Halbuki TDK "yu" eylemini halk dilinde kabul ediyor. Maalesef Sabuncuoğlu, eserini yazarken TDK sözlüğünü hesaba katmamış. Bu yüzden eseri bilimsel değil denebilir. Kusura bakmasın, emeğini inkar etmiyorum ama bu yazım yanlışlarıyla yazar, üniversitelerin akademik jürilerinden geçer not alamaz ve kendisine de Doç, Prof unvanı verilemez.
5.Ayrıca TDK'nın kabul ettiği, kalabalık kelimesi yerine "galebeliğe" kelimesini kullanmış. Hangi birini düzeltelim burada. Kelime büyük ses uyumuna da uymuyor bir defa. "K" yerine Gonyalılar gibi "G" kullanmış. (Siz Konyalılar, “k”lara niçin “g” dersiniz diyenlere duyurulur. Gördüğünüz gibi aslı “g” imiş bu tür kelimelerin. Ayıplayacaksanız Gonyalıları değil, Şerefeddin Bey'i ayıplayın. Sizi TDK'cılar sizi!)
6. Yine Sabuncuoğlu "ver" yerine "vir", "iyi" yerine "eyi", "ye" yerine "yi", "yatıver" yerine "yativir" kelimelerini kullanmış. TDK, kelimelerin bu şekilde kullanılmasını yanlış bulsa da Anadolu insanı konuşma dilinde hala böyle konuşur. Kim dilimizi orijinalinden konuşuyor kim kendince değiştirmiş. Takdir sizin.

Şerefeddin Sabuncuoğlu'ndan Allah razı olsun, mekanı cennet olsun.

*25/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sonumuz İtalyanlara Benzemesin! *

Dünyayı kasıp kavuran salgın virüs gecikmeli de olsa ülkemizi de vurdu. Her gün, gece saatlerinde virüse yakalananların sayısını Sağlık Bakanı açıkladıkça salgının her gün arttığını, test yapıldıkça daha da artacağını göstermektedir.

Dünyada ve Türkiye'de ölenlerin kimliğine bakıldığı zaman virüs, öncelikli olarak yaşlıları ve ilaca bağlı yaşayan kronik hastaları vuruyor. Başta çocuk ve gençler olmak üzere bağışıklık sistemi güçlü olanlar bu virüsü kapsalar bile hastalığı ayakta iken atlatıp iyileşebiliyor.

İnsandan insana sirayet eden bu virüsü az hasarla atlatmak ve birbirimize bulaştırmamak için devlet ve işin uzmanları "Evde kal" seferberliği başlattı ve çoğunluk evlerine kapandı. Sayıları az olsa da söz dinlemeyenlerimiz var. Çarşı-pazar, park demeyip dolaşmaya, sere serpe oturmaya devam ediyorlar. Söz dinlemeyenlerin başını da yaşlılarımız çekiyor. Niye evde değilsiniz dendiğinde "sıkıldım çıktım", “hanımla kavga ettim”, “alışveriş için çıktım”, “şurada oturuyorum, kimseye temas etmiyorum” sözlerini izliyoruz ekranlarda. Bazı belediyeler uyarılara rağmen banklarda oturanlardan kurtulmak ve onları evlerine göndermek için bankları kaldırıyor. Kim sıkılmaz ki günlerdir evde kapanıp kalmaktan…kim zevk alır günlerce evde oturmaktan… İşin garibi, yaşlarıyla orantılı olarak bağışıklık sistemleri zayıf olduğu için virüsten en fazla etkilenen yaş grubu olmalarına rağmen yaşlılarımız söz dinlemiyor.

Diyelim ki yaşlılarımız evlerinde yalnızlara oynuyorlar, yalnızlık ölmekten beterdir. Ha öyle ölmüşler ha böyle deyip dışarı kendilerini atıyorlar. Gençlere ne demeli? Kimi, oltasıyla balık tutuyor, kimi pikniğe gidip mangal yakıyor, kimi eski günlerde olduğu gibi otogarlarda asker uğurlama merasimleri yapıyor, kimi parklarda sosyal mesafeye dikkat etmeden sere serpe oturuyor, kimi yurtdışından gelmiş olmasına, evde 14 gün boyunca çıkmayacağına ve kimseyle görüşmeyeceğine dair imza vermesine rağmen süresini doldurmadan dışarıya çıkıyor… Polis ve zabıta onca işinin arasında bir de bu tiplerle uğraşıyor.

Söz dinlemeyip dışarıya çıkmaya devam edenlerde mantık “Bize bir şey olmaz” sendromudur. Doğrudur. Kötüye bir şey olmaz. Bunların zararı tüm millete olacak. Cahil cesareti ve aymazlıktır bu yaptıkları. Bunlara bir şey olmasa da evlerine gittikleri zaman kaptıkları virüsü ailelerine bulaştırabilirler. Göz ardı ettikleri nokta bu. Bunlar sanıyorlar ki kendileri çok sağlıklı ve virüs taşımıyorlar. Ne biliyorlar? Belki virüsü kaptılar, daha etkisini hissetmiyorlar veya bağışıklık sistemleri güçlü olduğu için hastalığı hissetmeden ayakta geçiriyorlar.

Gencinde, yaşlısında bir söz dinlemezlik... Ne ara böyle söz dinlemez, inatçı bir toplum olduk, anlamadım gitti. Bu aymaz durumumuz İtalyanları andırıyor. Sokaklarda gezen gençler, kaptıkları virüsleri eve gelince büyüklerine bulaştırıyorlar. İtalyanlar, söz dinlememelerinin ceremesini büyük bedeller ödeyerek çekiyorlar. Her gün rekor seviyede ölümler oluyor İtalya’da. Şimdiden ölü sayısı Çin’i geçti. Buna rağmen İtalyanlar eve girmemekte direniyor. İnşallah sonumuz İtalyanlar gibi olmaz.

*27/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



22 Mart 2020 Pazar

Bağışıklık Sistemi Nasıl Güçlenir?

—Üstat! Uzmanlar virüs salgınından korunmak için bağışıklık sistemini güçlendirin, diyor. Nasıl güçlenir bu bağışıklık sistemi?

—Uzmanlar ne yapacağını da söylemiştir.

—Söylediler de o kadar çok şey söylediler ki hiçbiri aklımda kalmadı.

—Vücudunu güçlendireceksin kısaca.

—Yani?

—Yemene, içmene dikkat edeceksin.

—Herkes gibi yiyip içiyorum. Can boğazdan gelir deyip yiyor ve içiyorum. Daha ne yapayım.

—Öyle değil.

—Nasıl?

—Hangi birini sayayım şimdi ben sana? Saysam da yine aklında kalmayacak.

—Ne yapacağım bu durumda?

—Kısaca bugüne kadar yiyip içtiklerini terk edeceksin.

—Eee, ne yiyeceğim ya...

—Bugüne kadar yemediklerini yiyecek, içmediklerini içeceksin.

—Ama benim midem onları götürmez ki...

—Miden götürecek. Yoksa o yemediklerin seni götürecek. Başka türlü bağışıklık sistemin güçlenmez.