15 Mart 2020 Pazar

Türkiye'nin Kronik Sorunu ***

Partiler, eskiden kısaltmalarının içinde "Nizam, Selamet, Halk, Adalet, Demokrasi, Millet, Doğru Yol, Güven, Hareket, Cumhuriyet..." isimlerine yer verirken 80'den sonra kurulan partiler kısaltma olmadan partilerine "Refah, Fazilet, Saadet..." isimlerini verir oldu. 2000'den sonra kurulan partiler ise partilerinin kısa adını genel geçer kelimeler ile kurmaya başladı. Bunlara AK, İYİ ve DEVA partileri örnek olarak verilebilir.

İsim önemli elbet bir parti için. Bir anlam ifade etmesi de önemli. Ama tek başına isim partiler için bir anlam ifade etmez. Partilerin parti programları da vardır. Hepsi teoride güzellikleri ifade eder ve sorunlara çözüm yolları sunar. Parti programları güzel olsa da yine tek başına bir anlam ifade etmez. Çünkü teori başka, pratik başkadır.

Partileri parti yapan aslında ekiptir. Ekip demek istişare demektir, sorumluluk demektir, aralarında bir iş bölümü yapmak demektir. Her düşünceden insana, partilerinde yer veren partiler bir taban bulur, er veya geç seçmenden vize alır.

Son kurulan DEVA partisi ile birlikte Türkiye'deki parti sayısı 84'tür. Böyle giderse parti sayımız yüz rakamını bulursa şaşırmam. Çoğu tabela partisi olsa da ülkemizde aktif veya pasif faaliyette bulunan partilerin hemen hemen hepsi, ekibinden ziyade liderleriyle anılır. Liderleriyle doğar, liderleriyle ölür veya zayıflar. Sonrasında bir varlık gösteremez. Çünkü adları parti olsa da partiyi kuran, çekip çeviren, tabandan tavana teşkilatlandıran parti lideridir. Delegesinden belediye başkanı ve milletvekiline varıncaya kadar lider belirler. Aşağıdan yukarıya varıncaya kadar partide mutlak bağlılık vardır. Çünkü hepsinin bulunduğu yerde olması liderin eseridir. Lidere bağlılık olmaz, parti disiplinine uyulmaz ise partilerin yüksek disiplin kurulu devreye girer, partiden ihraç edilir. Lider kurduğu veya bir vesile başına geçtiği partinin genel başkanlığı kendisi bırakmadığı müddetçe partide lider değişmez. Parti ister başarılı olsun veya olmasın, lider koltuğunu korur. Siyasi tarihimizde partilerin olağan veya olağanüstü seçimlerinde parti liderinin değiştiği nadirdir. Zaten çoğu partide genel başkanın karşısına aday bile çıkmaz. Formaliteden yapılan kongrede lider, tek aday olarak yeniden genel başkanlığa aday olarak gösterilir ve seçilir. Lider partisinde güven tazelemiş olur. Liderin karşısına kongrede rakip çıkarsa bu, rakibin siyasi hayatına mal olabilir.

Gördüğüm, CHP'de birden fazla partili, kongrede genel başkanlığa aday olur ve aralarında yarışırlar. Bu yarışta genellikle mevcut genel başkan hep avantajlı olur ve kazanır.

Lider eksenli partilerimizde parti liderine mutlak itaat şart olduğu için partilerimizde parti içi bir demokrasi olduğu söylenemez. Partiler arasında tam olmasa da parti içinde demokrasinin işletildiği tek parti, halihazırda CHP görünüyor. Bu parti için lider partisi denemez. Türkiye'nin en eski tek partisi olması da bundan olsa gerek.

Parti içinde demokrasi var mı bilmiyorum ama lider partisi olmayan bir diğer parti bana göre HDP'dir. Eş başkanlık modeli uygulanan bu partide, bayrağı hangisi alırsa alsın bu parti lider ve genel başkan sıkıntısı çekmiyor. Genel başkanları cezaevine girerse yerine biri geliyor veya getiriliyor. Yeni gelen öncekini aratmayacak şekilde inandığı davası uğruna mücadelesini sürdürüyor. Bu başkanla olmayacak diye seçmenleri, partilerinden desteklerini kesmiyor.

Lider endeksli doğan partilerimiz maalesef uzun soluklu olmuyor. Liderle doğup liderle ölüyor. Bu da parti kültürünün oturmadığını gösteriyor. Görüşlerine katılmasam da lider partisi görünümü vermeyen HDP'nin, diğer siyasi partilerimize örnek olması gerektiğini düşünüyorum.

Bizde olduğundan fazla siyasi parti olmasını ben, değişmeyen liderlere bağlıyorum. Kendine biraz güvenen, yeni bir parti kurarak partisinin başına geçiyor. Bu da hepsinin baş olma sevdasına giriştiğini ortaya koyuyor. Bu da siyasetin önünü tıkayan kronik bir sorunumuz olduğunu gösteriyor.

***11/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Önce Bindir, Sonra İndir Sezonu*

Birkaç haftadır çarşıya inmezdim. Mahdum, spor ayakkabısı istedi. Girdik bir esnaf dükkanına. Çocuğun beğendiği ayakkabıya normalde 240 lira ama 10 lira indirim yapıyoruz peşin alışverişlerde. Siz 220 lira verin dedi esnaf. Sen bunu 200'e verirsin dedim. Para peşin mi dedi. Karta çektireceğim dedim. Normalde olmaz da haydi öyle olsun, tek çekim yapalım dedi. 

Dükkandan çıktık, çocukla adımlarken bir mağazanın, dükkanının ne kadar camı varsa boydan boya "Kırmızı etiketli ürünlerde yüzde 50 indirim" yazısını yapıştırdığını gördüm. Buluşmadan önce yardımcı kaynak ihtiyacını karşılamak için çocuğum, istediği kitapları yüzde elli indirimle almış. 

İyi ki çıkmışım çarşıya. Baharla beraber indirim sezonu da açılmış çünkü. Bir sevinç bir sevinç bende. Nasıl sevinmem. Kitabı yüzde elli indirimle 69'a, spor ayakkabısını da yüzde 16 küsur indirimle 200 liraya almış oldum. Üzüntüm, yüzde elli indirimin yapıldığı giyim mağazasına girmedim. Haliyle bir şey alamadım. Bu demektir ki yüzde elli indiriminden yararlanamadım.

Çarşıda fazla dolaşmadım. Biraz dolaşsam beni daha ne indirimler bekliyor, kim bilir…

Bundan birkaç yıl öncesinde esnafın, 1500 lira dediği 9 m²lik halıyı önce 1.250'ye, ardından 1.000'e, en son 950'ye almıştım. Yüzde 36'nın üzerinde bir indirim demekti bu.  Halının üzerine bastıkça indirim aklıma gelir, iyi bir fiyata aldım diye seviniyorum. Ardından keşke biraz daha pazarlık yapsaydım, kullandığım halıyı kaça alırdım, pişmanlığını duyarım.

İhtiyaç duyduğumda aldığım ve bir indirime(!) denk gelen veya indirim(!) yaptırarak yaptığım alışverişlere bir nebze de olsa sevindim. Her indirimde ihtiyacı olsun veya olmasın alışveriş yapanlar ne kadar sevinir, varın siz düşünün.

Şimdi gelelim sadede… Adı indirim veya kampanyalı ürün olsun, oldum olası hiç hazzetmedim bu tür satışlardan. Sezonunda, vatandaşın ihtiyaç duyduğu ürünü, çok yüksek fiyata satan bazı esnaf, sezon sonuna doğru, üründe birkaç defa indirime gidiyor. Ürünün önceki fiyatını üste yazarak üzerine çarpı atıyor, altına da yeni fiyatı yazıyor. Bazen de yüzde 20-30-40-50 hatta yüzde 70’lere varan indirimler yapılıyor. (“Zararına satış” veya “Maliyetine satış” indirimleri üzerinde hiç durmuyorum bile) Bir üründe yüzde elli oranında indirim yapılıyor ve bundan esnaf kar ediyorsa bu esnafın, sezonunda kar marşını varın siz düşünün. Böyle satışa ancak insaf demek lazım.

Diyelim ki büyük mağazalar, sezonu geçmiş, seneye modası geçecek ürünleri, müşteriye cazip fiyatla satarak elde ettikleri gelirle, yeni ürün alıp müşteriye sunacak. Sattığı ürünün fiyatını yazmayan veya ürünü, üzerinde yazılı etiket fiyatının çok altında bir fiyata pazarlık yoluyla indiren bazı küçük esnafa ne diyelim? Yukarıda verdiğim birkaç örnekten anlaşılacağı üzere yapılan indirimler küçük meblağlardan oluşan bir indirim değil. Müşteri pazarlık yapmaz ise ilk dediği fiyattan alıp gidecek, pazarlık yapmak isteyen müşteriyi kaçırmamak için esnaf, ilk söylediği fiyatı aşağıya çekiyor. Bu yapılan da bana çok hoş gelmiyor.

Adı ister maliyetine satış, ister zararına satış, ister yüzde elliye varan indirim olsun, hepsi müşteriye kurulmuş, tüketiciyi tüketmeye hazırlayan bir tuzak gibi geliyor. Fiyatlara önce bindiriliyor, sonra indiriliyor. Bindirirken de kazanıyor esnaf, indirirken de. Olan, ihtiyacı olmadığı halde indirim var deyip mağazalara koşan kişilere oluyor veya bir ürünü sezonunda alana oluyor. İndirim yapılır da bu kadar uçuk kaçık indirip yapılmaz. Piyasa, ürün satışında serbest olsun da ucu bucağı belli olmayan fiyat serbestliği fazla geliyor bana.

*16/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



12 Mart 2020 Perşembe

"Namaz 5 Vakit, Ahlak 24 Saat Farz" *

Dünyayı kasıp kavuran, seri ölümlere sebebiyet veren, şüyuu vukuundan beter olan Koronavirüs vakası, Türkiye'de bir erkekte de görülmesinin ardından bazı fırsatçılar, vatandaşın ihtiyaç duyduğu bazı ürünleri fahiş fiyatla satmaya başlayınca Show TV Haber Spikeri Ece Üner, bu durumu şu sözleriyle milyonlara aktardı:
"Namuslu esnafa hiçbir lafımız sözümüz yok. Ama virüs mü, fırsatçılar mı daha hızlı yayılıyor, bilemedik. Koronavirüs geliyor maske fiyatı 5 katına çıkıyor. Dezenfektan fiyatları katlanıyor. Makarna 3 katına çıkıyor. Deprem oluyor ev sahipleri kirayı 3 kat artırıyor. Sorsan hepimiz Müslüman’ız. Ama gel gör ki namaz 5 vakit, ahlak 24 saat farz. İhbar edin, Bu bizim vatandaşlık sorumluluğumuz."

Esnafımızın bu fırsatlığı dolayısıyla içini döken Ece Üner’in videosunu, (https://v.internethaber.com/storage/files/videos/2020/03/11/oguzhan-ugur-5ne3.mp4) sosyal medya ve sanal âlem vasıtasıyla paylaşan paylaşana. 28 saniyelik konuşması izlenme rekorları kırıyor. Ece Üner’i yüreğinden kopup gelen bu serzenişinden dolayı kendisine teşekkür ve tebrik etmek lazım. Çünkü kitabın ortasından konuşmuş ve bize büyük bir ders vermiştir. Ders ancak böyle verilir. Öyle zannediyorum bu haklı serzeniş, camideki imam-hatibin ve kürsüdeki vaizin konuşmasından daha etkili olmuştur ve olmaya devam edecektir.

Paylaşım ve izlenmenin bu kadar fazla olmasının temelinde, insanımızın bu konuda çektiği susuzluk vardır. Yani vatandaşımız bu konuda dertlidir. Gerçekten fırsatçılık bizim genlerimize işlemiştir. Yeter ki elimize bir fırsat geçsin ve vatandaş bir şeyi ihtiyaç hissetsin. Serbest piyasa diyerek gözümüzü kapatır, fiyatları istediğimiz rakamlara çeker, cebimizi kısa bir süreliğine de olsa doldurmaya çalışır, bu fırsatı ganimete dönüştürürüz. Spikerin dediği gibi ramazanda da böyleyiz, dövizin dalgalanmasında da böyleyiz…

Spikerin “Namazın 5 vakit, ahlakın ise 24 saat farz” olduğu cümlesinden ben, “Namaza verdiğimiz önem kadar ahlaka önem vermiyoruz. Halbuki namaz 24 saatlik bir günün içerisinde sınırlı bir zaman dilimini kapsarken ahlak, günün her saatini kapsamaktadır. Eğer Müslüman isek namaza verdiğimiz önem kadar ahlaka da önem vermeliyiz” demek istediğini anlıyorum. Çünkü “İslam, güzel ahlaktır”. Ahlakı olmayan ve ahlakla süslenmeyen bir Müslümanlık meyve vermeyen ağaca benzer. Aslında başta namaz olmak üzere ibadetlerin kökeninde ahlaklı birey ve toplum oluşturma çabası vardır. Özellikle namaz için Allah “Şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir" buyurmaktadır. Aynı şekilde Allah, peygamber, melek ve ahiret inancının temelinde de ahlaklı birey ve toplum oluşturma mantığı yatmaktadır. Nedense ne kıldığımız namaz ne tuttuğumuz oruç ne Allah, melek ve ahiret inancımız bizi genel geçer ahlak ve etik değerlerle bezenmemizi sağlıyor. Demek ki inandığımızı söylediğimiz inanca ve yerine getirmeye çalıştığımız ibadetlere dinin istediği şekilde değil, kendimize uydurmuş bir şekilde inanıyor ve yerine getiriyoruz.

Bugün İslam dünyasının içler acısı durumunun temelinde inancın, ibadetlerin, ahlakın, insani değerlerin, geleneklerin ve kanunların fayda sağlamamasının temelinde, denetim ve yaptırım eksikliği yatmaktadır. Bu eksikliğinden dolayı insanımız, işini çıkarmanın yoluna gitmektedir. Ne zamanki yaptığımız yanımıza kar kalmaz, birileri başımızda ekşir, işte o zaman biz, yola geliriz. Ötesi vicdanlara kalmış bir durumdur ki yaşadığımız hayatta bir geçerliliği maalesef yoktur.

*13/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2020 Çarşamba

Sığınmacılar Politikamız

Gündem o kadar hızlı değişiyor ki baş döndüren türden. Değişmeyen tek gündemimiz, Suriye içinde yaptığımız operasyonlar, şimdilerde savaş ve şehit haberleri. Böyle devam ederse ne Suriye içinde yapacağımız operasyonların sonu kesilecek ne de buna paralel olarak gelen şehit haberlerinin sonu gelecek. Temennimiz askerimizin, burnunun kanamaması ve Rusya ile yapılan ateşkesin kalıcı olması. Bir diğer konuda da yine Suriye ile yakından ilgili olan Suriyeli sığınmacılar konusu. İçimizde yaşayan başka ülkelere ait sığınmacılar da var ama 4 milyona yakın Suriyeli sığınmacı -öbür sığınmacılara göre daha çok olduğundan olsa gerek- diğer sığınmacıların önüne geçiyor. Dolayısıyla sığınmacı dendi mi bu ülkede ilk akla gelen, Suriyeli göçmenlerdir.

Suriyeli sığınmacılar konusu sadece bugünün değil, Suriye iç savaşının çıktığı 2011’den beri bu ülkenin gündeminde. Şu anda gündemin ilk sırasına oturması, İdlip’te 36 askerimizin şehit olmasıyla birlikte sığınmacılarla ilgili politika değişikliğine gitmemiz sebebiyledir. Nihayet üst perdeden “Taahhütlerinizi yerine getirin yoksa kapıları açar, göçmenleri salarız” sözü pratiğe dönüştü ve sınır kapılarını açtık. İsteyen sığınmacı gidebilir, dedik.

Göçmen veya Suriyeli sığınmacılar konusunda ülke olarak doğru bir politika izledik mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla maalesef evet diyemiyorum. 2016 yılında AB'nin güvenliği adına, Suriyeli göçmenlerin Türkiye'de tutulması ile ilgili AB ile bir anlaşma yapılmamalıydı. Suriye'den ülkemize sığınanlar başta Avrupa olmak üzere istediği ülkeye gidebilmeliydiler. Geldiğimiz noktada 2011 yılından itibaren ülkemize peyderpey gelen sığınmacılar, değişik illerimize dağılarak yerleştiler. 36 şehidin ardından "AB, anlaşmanın gereğini yerine getirmedi. Biz de kapıları açıyoruz, isteyen gidebilir" dedikten sonra Avrupa'ya gitmek için ülkemizden ayrılıp Yunanistan sınırına dayanan sığınmacıların çoğunluğu Afgan ve Pakistanlı. Beklenildiği gibi ülkeden Suriyeli sığınmacı çıkmadı. Çünkü Suriyelilerin çoğu ülkemizde iş buldu, çalışıyor. Çoğunun burada çocuğu dünyaya geldi. İnsanımızdan Suriyelilerle evlenenlerin sayısı da az değil. Buradaki Suriyeliler Avrupa'ya gitmek istese orada hayatlarına sıfırdan başlamaları gerekecek. Bu riski kaç kişi göze alır? Halen Yunanistan sınırında bekletilen sığınmacıların geri dönmesi de yüksek ihtimal. 

Hasılı içimizde yaşayan başta Suriyeliler olmak üzere sığınmacılar bu ülkede kalıcı. Çoğu bu ülkede kalmaya devam edeceği gibi bir taraftan da kaçak yollarla ülkemize göçmen gelmeye devam ediyor. Ülkemizden gitmeleri için Avrupa, göçmenleri ülkelerine kabul ederse veya Suriye'de Beşşar Esad dönemi sona erer, yerine gelen yönetim, Suriye'yi terk etmiş vatandaşlarına kapıyı açar, eski evlerine ve işlerine dönebilme garantisi verirse ülkemizden çoğunluğu gidebilir ya da Türkiye'nin önerdiği fakat dünyaya kabul ettiremediği güvenli bölge modeli hayata geçirilir, oralarda Suriyelilere ev yapılır, iş verilirse belki o zaman ülkemizden ayrılabilirler. Göçmenler kendilerine önerilen yere ancak buradaki imkanlardan daha iyi imkanlara kavuşursa giderler.

Bugün sorun olarak gördüğümüz mülteci sorunu, ileride daha büyük sorunlara gebe gibi görünüyor. Halkın ekseriyetindeki Suriyelilere olumsuz bakış, ileride yerini gerilim ve çatışmaya bırakabilir. En ufak bir kıvılcım tarafları sokağa dökebilir. Bu durumda ne yapılabilir, bu sorun nasıl çözülür bilmiyorum. Allah bu ülkenin yardımcısı olsun, mültecilerinde...

Günlerle İmtihanımız *

Günler, haftalar, aylar ve yıllar, birbirini takip eden ve sürekli dönmekte olan fiziki yasalardır. Dünün bugünden, bugünün yarından bir farkı olmadığı gibi hiçbirinin de diğerine bir üstünlüğü yoktur. Hepsi zaman dilimini ifade eden Allah'ın günleri, haftaları, ayları ve yıllarıdır.

Günler, haftalar ve ayların birbirine bir üstünlüğü olmamasına rağmen bazı günlerde meydana gelen olaylar sebebiyle bazı gün, gece ve aylara önem atfedilmiştir. Belirli gün ve haftaları da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bazı gün ve haftalar önemini örf, âdet ve kültürümüzden alırken bazısı dinden almaktadır. Bazısı da Batı kültürünün dünyaya egemen olmasından kaynaklanmaktadır. 

Bir günün diğer günden bir farkı olmasa da belirli gün ve haftalar hayatımızın bir parçasıdır. Neredeyse her gün ve hafta, bir gün veya haftaya hasredilmiş durumda. Bu, gün ve haftaların kimi sönük geçse de bazılarının toplumda bir karşılığı var. Hem gündem oluşturuyor hem de insanları harekete geçiriyor. Bu belirli gün ve haftalara önem atfetme, toplumdaki insanların kafa ve düşünce yapısına göre değişmektedir. Kiminin gözünde bazı günler önemli olabiliyorken kiminin gözünde bir anlam ifade etmeyebiliyor. Kimi ise bazı günlere olduğundan fazla önem atfederek kutlama ve anmaları abartabiliyor.

Hasılı belli gün ve haftalarla yaşamaya devam ediyoruz. Bu, gün ve haftaların bazısı yöresel, bazısı ulusal, bazısı da küreselleşen dünyada uluslararası düzeyde kutlanıp anılıyor. Bizim için önemli olmayan bir gün, yanı başımızdaki bir başkası için önemli olabiliyor.

Belirli gün ve haftalarla ilgili içimizde yaşayan bir kesimin yaşadığı çelişki durumuna işaret etmek istiyorum. Anneler Günü gelir: Bizim annelerimiz bir günlük değil, her günlük derler. Sevgililer Günü gelir: 14 Şubatta şunlar şunlar oldu, şöyle yapıldı, böyle yapıldı derler. Kadınlar Günü gelir: Bu Kadınlar Günü de neymiş. Kadına değeri dinimiz verdi, peygamberimiz Veda Hutbesinde değindi, derler. 23 Nisan, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi günler gelir: Efendim bugünlerde neler yapıldı, bir bilseniz, derler. Fatımîler zamanında icat edilmiş kandil gecelerinden birini kutlamaya kalkarsın: Aslında kandillerin dinimizde yeri yok, derler... Uzatmayayım, derler oğlu derler.

Açıkçası hangi gün olursa olsun, günlere sıcak bakan birisi değilim. Bana o güne özel yaptıklarımız yapmacık gelir. Buna rağmen dini, milli veya örfi olarak kutlanan veya anılan ne kadar gün, kaynağını nereden alırsa alsın, ne kadar savunsak veya eleştirsek de her günün az veya çok toplumda bir karşılığı vardır. Bu durumda yapılacak olan günlere karşı çıkmak veya eleştirmekten ziyade bu günleri bir araç bilip olumlu katkı sunabilmek gerekir diye düşünüyorum.

*18/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Koronavirüse Karşı Önerilerim

Her yerde var, bizde hala yok. Bize gelmedi, geldi gelebilir, geliyor, bizde de olabilir, derken nihayet Coronavirüs vakasına bizim ülkemizde de rastlandığını, hastanın karantinaya alındığını, aile efradı ve yakın çevresinin de gözetim altında olduğunu Sağlık Bakanı açıkladı. Coronavirüse yakalanan hastanın ismi ve vakanın hangi ilde olduğu hastanın mahremiyeti gözetilerek açıklanmadı. Hastanın kim olduğunun açıklanmaması yerinde bir tasarruf. En azından vakaya hangi ilde rastlandığı belirtilse daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Ülkemize geçmiş olsun. İsmi açıklanmayan hastamız inşallah ölmez ve bu hastalık ülkemize yayılmaz. 

Şimdi düşün dur, bu hasta kim ve hangi ilde diye. Çık bu işin içinden nasıl çıkacaksak. Hepimiz birbirimizin yüzüne bakacak: Acaba virüs tespit edilen erkek hasta ile teması olmuş mu diye birbirimizden şüphelenip duracağız. Mesela benden şüpheleniyor olabilirsiniz. İnanır mısınız bilmem ama yine de anlatayım efendim. Anlatayım ki şüphenizin yersiz olduğunu bilesiniz.

*Hastalığa yakalanan hastanın Avrupa kaynaklı açıklandığına göre bu hasta ben olmadığım gibi bu hasta ile de hiç temas etmedim. Çünkü bugüne kadar Avrupa dahil yurtdışına hiç çıkmadım. Üstelik bir pasaportum bile yok. Benim yurtdışı ile temasım, fiiliyata geçmemiş iki halis niyetten ibarettir: 8 yıl önce hacca gitmek için müracaatım oldu. Halen 8 yıldır bekliyorum. Hac çıkmayacak, bari bir Balkan gezisine çıkayım dedim. Bu benim ilk uçağa binme ve yurtdışına çıkma deneyimim olacaktı. Temmuz ayında gitmek için arkadaşımın rezervasyon yaptırdığı Balkan gezisini iki hafta öncesinde birlikte istişare ederek iptal ettirdik. Bir diğer husus, Avrupa başta olmak üzere yurtdışından gelen biri ile uzun süredir temasım olmadı. Yani benim yurtdışıyla tüm bağlantım bundan ibarettir.
*Halihazırda karantinada değilim, işime gidip geliyorum. Yakın çevrem de gözetim altında değil. 
*Yüksek ateş ve öksürük yok. Hiç olmadığı kadar sağlıklı olduğumu düşünüyorum. Normal hayatıma devam ediyorum. Mesai arkadaşlarım bile benimle tokalaşmaktan bugüne kadar kaçınmamışlardır. Bugün ne yaparlar, gidince hakkal yakin göreceğim. Anlayacağınız bu hasta ve bu hastadan virüs bulaşma ihtimali olan -vallaha- ben değilim. 
*Yine de yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih edecek ve kendinize virüs bulaşmaması için başta ben olmak üzere herkesten şüpheleneceksiniz. Bu durumda kelle-paçanın da sadra şifa olmadığı ortaya çıktığına göre bu durumda ne yapacaksınız?
1.İşinize gidip gitmeme serbestliğiniz varsa kendinizi gönüllü olarak eve kapatabilir, evde vakit geçirebilir, kimse ile irtibat kurmazsınız.
2.Dışarıya çıkmak zorunda kalırsanız, kimseyle tokalaşmayın, hele kucaklaşma işini asla yapmayın. Muhatabınız ile aranıza en az bir metrelik mesafe koyun. Benimle temas etmek zorunda kalırsanız bana has iki metrelik bir mesafe ayarlayabilirsiniz. Mesafeyi ayarlama sorunu yaşarsanız ölçmek için cebinizde metre bulundurabilirsiniz.
3.Temasta bulunduğunuz veya kapalı bir yerde birlikte oturma mecburiyetinde kalırsanız, nerede bir öksüren, hapşıran, burnunu silen, hatta burnunu çeken varsa ayıp olur diye düşünme. Kaç oradan, at dışarıya kendini.
4.Alışverişe gitmemek için evinizdeki stoklarla yetinmeyi deneyin. İllaki alışverişe gidecekseniz listeye göre alışverişinizi yaparak evinizin yolunu tutun. Markette, yolda ağzınızı ayırmayın, ürün hangi markette daha uygun düşüncesiyle piyasa araştırması yapmaya kalkmayın. Çünkü zaman hesap kitap zamanı değil. Canınız tehlikede. Atın eve kendinizi. Normalinden fazla peçete ve tuvalet kağıdı almayın. Hele son kalan ürün için kavga çıkarmayın. 
5. Eve attınız kendinizi. Vakit geçirmek için rutin ve rutin dışı her işi yaptınız. Sıkıldınız. Bu durumda ne yapayım, ne önerirsiniz dediniz. 
*Sosyal medyaya girebilirsiniz. Kimin ne derdi var, kim ne yapıyor, kim ne paylaşıyor, görüp okuyabilirsiniz. Ya bu alemde virüs bulaşır endişesine kapılmayın. Bu, endişeden öte bir paranoya durumudur. 
*Sosyal medyaya girip fazlasıyla sosyalleştiniz, dönüp dönüp paylaşımları, yorumlarına varıncaya kadar okudunuz. Hatta hızınızı alamayıp yorum da yazdınız. Yine sıkıldınız. Kitap okumayı da sevmiyorsunuz.  
*Eşiniz, dostunuz ile telefonla görüşün, mesajlaşın... Unutmayın ki konuşma ve mesajlaşma ile yine bu virüs bulaşmaz. Bu yolu da denediniz ve yine sıkıldınız. 
*Ben yüzyüze görüşmek, sohbet etmek istiyorum dediniz. Size bir telefon kadar yakınım. Çağırın gelirim diyeceğim ama ben de sizin gibi herkes gibi bir şüpheliyim. Bu durumda oturun, ağlayın derim. Çünkü ağladıkça içiniz açılır. Bu seansı da yaptınız, gözünüzde yaş bitti. Ne yapabilirim dediniz.
*Eski albümleri açarak geçmişi yadedin. Her fotoğraf karesine defalarca bakın, acele etmeyin. Geçmişi yaşayın. Bir zamanlar ben neymişim, nerede o eski saçlar deyin. Böylece geçmişi yadettiğiniz gibi hafızanızı da yoklamış olursunuz. Bu yaptığınız alzheimer hastalığına iyi gelir, bu hastalığı geciktirmiş olursunuz. Bir müddet sonra yine sıkıldınız. 
*Evde sanal ve doğal, bildiğiniz her oyunu oynayın, hatta çocukluğunuzda oynamadığınız oyunlara varıncaya kadar. Bu da bir yere kadar. Başka ne yapabilirim dediniz.
*Vurun kafayı yatın, uyuyun... Uyuya uyuya başta beliniz ve sırtınız ağrımaya başladı. Sizin için evdeki bu hapis hayatı dayanılmaz bir hal aldı. Dünya kuruldu kurulalı böyle eziyet görülmedi, başa gelen çekilir, dediniz. Kendinizi dışarıya atmaya kalktınız. Bunu yapmayın, derim. 
*Size bu konuda önerebileceğim en son yol, "dilinkemigiyok.blogspot.com.tr" adresine girmenizdir. Bu adreste 3 bine yakın her konuda yazılmış yazı var. Uzun süre bu yazıları okuyarak zaman geçirirsiniz. Bu yazıları okumak zaten ölümden beterdir. Aldığınız nefese şükredersiniz.






9 Mart 2020 Pazartesi

Toplumun Ne Kadarı Mutlu? ***

Türkiye İstatistik Kurumu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesinde ülkemizdeki kadınlarla ilgili yaptığı bir istatistiği açıkladı. Buna göre 2019 yılında;

Nüfus yönünden kadınlar erkeklerden daha fazla. (287.275 fark)

Ülkenin yarıdan fazlası mutlu: Yüzde 52,4. Bu demektir ki toplumun
Kadınlarda mutlu olanların oranı yüzde 57 iken bu oran erkeklerde 47,6‘da kalmış.
Evli bireylerin yüzde 55,6’sı, evli olmayanların yüzde 45,1’i mutlu olduğunu ifade etmiş. Bu demektir ki evlilerin 44,4’ü, evli olmayanların 54,9’u mutlu değil.

Maddi kazanımda kadınlar erkeklerden yüzde 7,7 daha az kazanmış.

Kadın vekil sayısı önceki yıllara göre artmış. 2007 yılında 9,1 iken bu oran, 2019 yılında yüzde 8 artarak 17,3 olmuş.

En mutlu olanlar 65 yaş üstü: Yüzde 58,5
Eğitim düzeyinde en mutlu olanların oranı, yüzde 55,4 ile bir okul bitirmeyenler.
TÜİK'in istatistiklerinde bulamadım ama bilinen bir gerçek daha var: Kadınlar erkeklere göre daha uzun yaşıyorlar. Bunu, hanımı vefat ettiğinden, evlenmek için fellik fellik eş arayan erkeklerden biliyorum.

TÜİK'in, 18 yaş üstünü kapsayan bu istatistiğine katılır veya katılmazsınız. Benim bu istatistikte dikkatimi çeken ve garibime giden, kadınların mutluluk oranının erkeklerden fazla olmasıdır. Bana göre erkeklerin mutluluğu kadınlardan daha fazla çıkması gerekirdi. Çünkü gazetelerin üçüncü sayfalarında ve televizyonların haber bültenlerinde günlük kadın haberlerine yer verildiğini görürüz. Bu haberlere göre "Kadına şiddet had safhada, kadınlar işkence görüyor, şiddete maruz kalıyorlar; taciz, istismar ve tecavüze uğruyorlar, koca dayağı yiyorlar, eşine şiddet uyguladığı için uzaklaştırma cezası alan erkek sayısı günden güne artıyor, bir kadın daha öldürüldü, erken yaşta anne olan kızlar..." Tüm bu haberlere bakınca maruz kaldıkları şiddet, cinayet, uğradıkları taciz ve istismar dolayısıyla kadınların, mutlu olmamaları gerekir. En azından erkeklerden daha az mutlu oldukları şeklinde bir sonucun çıkması gerekirdi diye düşünüyorum.

TÜİK görevlilerinin sorduğu sorulara ya kadınların bir kısmı doğru cevap vermedi ya kadınlar başlarına gelen onca sıkıntıya rağmen hallerine şükredip az şeyle mutlu olabiliyorlar ya da TÜİK'in istatistiğinde bir sorun var. Gerçi TÜİK bu... Kafasına koyduğu rakam ve oranı çıkarmada maharetli. Yeter ki kafasına koymuş olsun. Azmin elinden ne kurtulur değil mi? Kimse rakamlar konusunda bu kurumun eline su dökemez. Zira rakamlar, hesap ve kitap işi bu kurumun işi. Tuttuğunu kopardı bugüne kadar. Örnek mi istersiniz? Çok aramaya ve öteye gitmeye gerek yok. Her ayın üçünde açıkladığı enflasyon rakamları, TÜİK'in azim ve iradesini ortaya koymaktadır. Enflasyon canavarı bile elinden kurtulamamıştır. Nasıl çıkarıyor bilmiyorum ama kamuoyunda genel kanaat, enflasyonun açıklanan oranlardan daha yüksek olduğu yönündedir. Açıklanan enflasyon oranlarını anlamakta zorlansak da istatistik bir bilimdir. Karşı çıkılmaz. Karşı çıkılsa da resmi bir veridir ve geçerlidir. Kadınların erkeklere oranla daha mutlu olması da ancak böyle anlaşılabilir.

Kadınların mutluluk oranlarının yüksek çıkmasını garipsemiş olsam da sevindim doğrusu. Keşke bu oran daha da artsa diyorum. Zira bir toplumda cinsin biri mutlu olursa diğeri de mutlu olur. Aynı şekilde biri üzgün olursa diğer cins de üzülür. Erkeğin mutluluğu kadının, kadının mutluluğu da erkeğin mutlu olması demektir. Burada değinmediğim bir husus var. Onu da tek cümleyle ifade etmiş olayım: Toplumun yüzde 52'si mutlu iken yüzde 48'lik bir oran mutsuz. Bu da toplumun yaklaşık yarısının mutlu olmadığını göstermektedir. Bir toplumun yarıya yakını mutlu değilse diğer yarısı nasıl mutlu olabilir?

***10/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla "Toplum ne kadar mutlu" başlığıyla yayımlanmıştır.