8 Mart 2020 Pazar

Süper Lig'deki Anadolu Kulüplerimiz *

Süper Lig dendi mi her ne kadar 18 kulüplü bir lig olsa da Türkiye'de Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor akla gelir. Çünkü lig tarihinden bu yana birden fazla lig şampiyonu olan takımlarımız bunlar: GS 22, FB 19, BJK 15, Trabzonspor 6 defa şampiyon olmuştur. Bu takımların arasına giren tek takımımız Bursaspor’dur. Onun da 1 şampiyonluğu var.

Ligin bitmesine 9 hafta kala 2019-2020 sezonunun oynandığı(25.hafta) puan durumuna bir göz atalım: 52 puanla Başakşehir 1. sırada. İkinciliği 49 puanla Trabzonspor(bir maçı eksik), GS ve Sivasspor paylaşıyor. 43 puanla BJK 5.sırada. FB 40 puanla Alanya'nın ardından 7.sırada. Puan durumuna bakıldığı zaman kağıt üzerinde BJK, Alanyaspor ve FB'nin şampiyonluk iddiası devam etse de bu takımlar havlu atmış görünüyor. Bu sezonun şampiyonu, sıralamadaki dört takım arasında geçeceğe benziyor. Gerçi ilk sıradaki Başakşehir ile 4.sıradaki Sivasspor her yıl zirvede yerini alıyor ama son vuruşu yapamıyor ve şampiyonluğu göğüsleyemiyor. Başakşehir dışında diğer illerin(Anadolu) takımlarında bir istikrar yok. Bir bakmışsın zirveye ortak olmuş, bir bakmışsın ya düşme potasına girmiş ya da 1.lige düşmüş olabiliyor. Bunun en güzel örneği daha önce ipi(şampiyonluğu) bir defa göğüslemiş Bursaspor'dur. O da şimdi TFF 1. Lig'de. Yani şampiyon olduğu Süper Lig'den 1. Lig'e düşmüş. Bir daha ne zaman çıkar bilinmez.

Her sezon 18 takımın yarıştığı Süper Lig'de diğer top koşturan takımlarımız nerede? Bugüne kadar maalesef bir varlık gösterememişlerdir. Lig şampiyonu olmak çok mu zor? Çok defa şampiyonluk yaşamış takımların içerisinde şampiyonluğu kovalayan TS ve GS var. Diğer ikisi şampiyonluğu kovalamaktan uzak. Bugün zirveye ortak olmuş ilk dört takım da şampiyona yaraşır şekilde güzel top oynamıyor, zoraki maç kazanıyorlar. Bu durum sadece bu sezona ait değil. Büyük takım adı verilen dört takım, birkaç sezondur kötünün iyisi olarak şampiyonluğu göğüslüyor. Büyük borç batağı içerisinde olan, borçlarını döndüremeyen büyük takımları, en kötü sezonlarında sollayıp zirveye ortak olamayan Anadolu takımları, rakipleri böylesi kötü durumda iken sollayamıyorsa ne zaman zirveyi zorlayacaklar? 

Sanırım Anadolu takımlarının kendilerine güveni yok. Ligden düşmeyip ligi ortalarda bitirmeyi başarı sayıyorlar. Bu durumu kaderleri olarak kabul etmiş görünüyorlar. Kendileri ligde kalırken diğer görevlerinin GS, FB, BJK ve TS'yi şampiyon yapmak olduğunu kabullenmişler. Halbuki şampiyon olmayıp ligi ortalarda ve düşme potasında bitireceklerse bu ligde niçin varlar? Niçin masraf ederler? Zira çok şampiyonluk yaşamış takımlar, oynadıkları futbolla yerlerde sürünüyorlar. Böylesi durumda şampiyonaya ortak olamıyorlarsa hiçbir zaman şampiyon olamazlar. Bu da demektir ki Anadolu takımları, sahalarında evire çevire yendikleri büyük takımları kendilerine rakip görmüyorlar. Kendilerine güvenip büyük takımları rakip görseler, inanın şampiyon olmaları hiçten bile değil.

*11/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Yeni Nesil Sorular ***


Türkiye birkaç yıldır YKS ve LGS sınavlarında "Yeni nesil" sorularla tanıştı. Bu tür sorulardan amaçlanan; bilgiyi anlamak, muhakeme etmek, yorumlamak ve gerçek yaşamla bağlantı kurmaktır. Amaca baktığımız zaman mantık güzel, niyet halis. Ki olması gereken bu. Zira daha önce çıkan sorular, bilgiye ve ezbere dayalı olmakla beraber gerçek hayattan kopuk sorulardı. 

Yeni nesil soruların sorulmasını yerinde buluyorum. Çünkü bilgiyi anlama sorunumuz var. Bu şekil sorularla bilgiyi yorumlama yeteneklerini geliştirmiş olacak çocuklarımız. Yine bu tür sorular öğrencileri daha fazla kitap okumaya yöneltecektir. 

Yeni nesil soruları olumlu bulmakla beraber bazı eleştirilerim olacaktır: 
1.Bu soruların çoğu A4 kağıdının yarısını bir sorunun kaplıyor olmasıdır. Yani sorular uzun.
2.Sınavlarda verilen süre, uzun sorularla uyumlu değil. 
Burada "Anlamaya yönelik olacaksa sorular elbette uzun olacak" diyebilirsiniz. Doğrudur. Uzun olmalı. Çünkü sorular bilgiye yönelik değil. Ama uzun soruları çözmeye ayrılan süre yeterli değil. Bu tür uzun sorular güzelce okunduktan sonra cevabı bulmak zor değil. Fakat sınava giren öğrencileri sınavlarda bekleyen en büyük handikap sınav süresidir. Öğrenci 1-1,5 dakika içerisinde bir soruyu ne zaman okuyup ne zaman anlasın, nasıl yorumlasın? Zaten sınav stresi yaşayan, süreyi yetiştirip yetiştirememe endişesi yaşayan aday, soruların uzunluğunu görünce baştan demoralize olmaktadır. Vakti yetiştirmek için parçayı hızlı hızlı okumak zorunda olan öğrenci, soruları çözmekte zorlanacak ve çok kolay sorularda yanlış yapabilecektir. Bu tür sorulardan, öğrencilerin yanlış yapması ve elenmesi murat ediliyorsa maksat hasıl oluyor. Bence çocuklarımız böyle elenmektense yüksek yaparak elensinler.

Eski sınav sorularında uzun soruya yer verilmiyor muydu? Veriliyordu. Fakat uzun soru bazı Türkçe sorularından ibaret idi. Bir uzun parça verilerek üç ya da dört soru bu parçaya göre cevaplandırılırdı. Bu da sınav süresini olumsuz etkilemezdi.

Mademki yeni nesil sorulara devam edilecek, verilen süreye de ilave süre verilmeyecek ise yeni nesil sorulara bir sınırlama getirilebilir. Çünkü sınavlarda soru çıkan tüm derslerde bu şekil sorulara yer verilmektedir. Her dersin soruları da uzun. En azından parçalar kısaltılabilir veya bazı soru türleri bilgiye dayalı olacak şekilde kısaltılabilir. Sorular anlamaya yönelik olacak diye bilgiyi de ihmal etmemek lazım. Çünkü bilgi olmadan analiz ve yorumlama yapılamaz.

***14/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




7 Mart 2020 Cumartesi

İstenilmeyen Kişi Olmak

Her bir insanın, ailenin, toplumun, milletin ve devletlerin imtihanları vardır. Birbirine benzese de her imtihan farklıdır. Kolay atlatılanı olduğu gibi zor atlatılanı da var. Bazen imtihanın altında kalmak da var. İçinde bulunduğumuz durum ve haleti ruhiye çerçevesinde bazı imtihanlar ön plana çıksa da insanın ve insanlığın her anı bir imtihandır. Çünkü bir imtihan yeridir dünya.

Günümüz dünyasının en önemli sorunlarının başında göçler geliyor. Bu göçler iş bulma ve turistik bir göç değil. Geçmişte ortaya çıkmış ve gerçekleşmiş "Kavimler Göçüne" benziyor. Pakistan'dan, Afganistan'dan, bazı Afrika ülkelerinden, Doğu Türkistan'dan, Suriye'den kaçan kaçana... Her göçün arkasında savaş, iç savaş, çatışma, açlık, işsizlik, zulüm ve işkence var. Ülkelerinden bin bir badireyi atlatarak kaçak yollarla Türkiye'ye sığınan göçmenlerin gönlü, Avrupa'ya kendini atmak. Bu göçlerin önü alınmaz ise bazı ülkelerin demografik yapısı değişeceğe benziyor. Bu değişiklik, adı geçen ülkelerde ırkçı söylem, aşırı sağcı akımları ve eylemleri beraberinde getirecektir. Bu da çatışma demektir. Her çatışmanın sonu ise gerilim ve huzursuzluktur.

Herhangi bir nedenle doğup büyüdüğü memleketini terk edip hayata tutunmak için yaşam mücadelesi verenlerin yaşadığı en büyük problem istenmezliktir. Çünkü hiçbir devlet, hiçbir halk ülkesinde göçmen  görmek istemiyor. Ne işi var bunların burada diyor. Hasılı dünya mültecilere olumsuz bakıyor.

Dünya mülteci akınlarını önlemek için tedbir üzerine tedbirler alırken sığınmacılar, o ülke olmazsa diğer bir ülke olsun düşüncesiyle yönünü başka bir ülkeye çeviriyor. O ülkeye girmek için de ölüm dahil her riski göze alıyor. 

Ülkelerin ve o ülke halklarının mülteci istememesini anlıyorum. Çünkü davetsiz gelen her misafir, ev sahibinin iki ayağını bir pabuca sokar. Hele bu beklenmeyen misafirin sayısı milyonları buluyor ve bu misafirler o ülkede uzun yıllar kalıyorsa…

Mülteci barındıran ülkeler ve o ülkelerde mülteci olmak zor mu zor, kötü mü kötü. Ama en zoru ve en kötüsü, bana göre istenmemektir. Çünkü her istenmezlik dışlanmayı beraberinde getiriyor. Dışlanmışlık psikolojisinde belki ölmüyorsun ama yaşarken her gün ölüyorsun. Bu tür ölüm imtihanların en büyüğü olsa gerek.


6 Mart 2020 Cuma

Okullar Birilerinin Arka Bahçesi Olmamalı***

Okullar bizim olmazsa olmazımızdır. Okul ihtiyaçlarını karşılamak için devlet, durmadan okul yapıp içini donatıyor. Öğretmen ve personel ihtiyacını giderip okulları eğitim ve öğretime hazır hale getiriyor.

Çocuğu okul çağında olan vatandaş, çocuğunu okula yazdırıyor. Kılık kıyafet, servis vs işini hallediyor. Cebine harçlığını koyup okula gönderiyor. 

Bir maliyet demek olan eğitim ve öğretimden öğrenci, veli, öğretmen, idareci devlet ve vatandaş büyük beklenti içerisinde. Herkesin istediği, başarı getiren bir eğitim ve öğretim ortamının olması. 

Kaç kişinin beklentisi gerçekleşiyor, bilinmez ama bilinen bir şey varsa o kadar imkan sunulmasına rağmen çoğunluğun beklentilerine cevap veremiyor okullarımız. Herkeste bir memnuniyetsizlik hakim. Kimi öğrenci beğenmez kimi de öğretmen. Ama bir iyi yönümüz var: Ne veli ne öğrenci ne yönetici ne öğretmen ne de MEB, üzerine toz kondurur. Herkes sütten çıkmış ak kaşık. Çok azı müstesna çoğunluk kendini sorgulayıp bir özeleştiri bile yapmaz.

Hasılı memnun olmasak da okullarımız açık ve eğitim ve öğretimimiz devam ediyor, hem hafta içi hem de hafta sonu. Hafta içi normal dersler, hafta sonu ise takviye kurslar şeklinde.

Okullardan memnun olan ve olmayanları bir tarafa bırakarak burada okulların bir başka yönüne değinmek istiyorum. Daha doğrusu, okullardan nemalanan ve faydalanan kişi veya kesimlerden bahsedeceğim. Ne alaka demeyin. Eksik olmaz okullardaki durumu kendi lehine çevirmek isteyenlerin sayısı. Öğretmenlerin çoğunu tenzih ederim ama Milli Eğitimde görev yapan bazı öğretmenler vardır ki bir etüt, kurs veya özel okul ile irtibatlı ya da bu kurumların sahibi veya ortağı. Buralarda aynı zamanda derse giriyor. Okul dışında başka kurumlarda çalışabilirler. Zira çalışmalarına bir şey diyemem. Sorun olarak gördüğüm; bu tip öğretmenlerin, okullarda başarılarıyla göz dolduran ve okulların yüz akı olabilecek öğrencileri, çalıştığı özel öğretim kurslarına veya özel okullara kaydırıyor olmasıdır. Etüt veya kurs merkezine kaydırmayı bir yere kadar normal görebiliriz. Özel okula çocuğun kaydırılmasını nasıl izah edebiliriz? İmkanı olan başarılı çocuklar, okullarda görev yapan dershaneci öğretmenler tarafından özel okullara bu şekil kaydırılınca devlet okullarından beklenen başarı gelmiyor ve yeterince derece yapan öğrenci çıkmıyor. Çünkü devlet okulları, başarılı öğrencilerinin çocuğunu özel okullara kaptırıyor. Kurs, etüt veya özel okullara bu şekil öğrenci kazandırılmasına siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben doğru bulmuyorum.

Bir diğer konu; bazı öğretmenler devlet okullarında kendi vakıf, dernek, STK, cemaat ve yurtlarına öğrenci kazandırmakla meşgul. Koridorlarda öğrenci avına çıkanlar bile var. Ben bunu da doğru bulmuyorum. Öğretmenin kendisi herhangi bir yapı ile irtibatlı olabilir. Ama cemaat bağını okula taşımaması ve cemaatine eleman kazandırma gibi bir misyon üstlenmemesi lazım diye düşünüyorum. 

Sonuç olarak okullarda devlet adına iş yapan öğretmenlerin birinci önceliği, görev yaptığı okulları başarıya götürmek olmalı. Verebileceği bilgiyi ve ahlaki davranışı okullarda vermeye çalışmalı. Başkası adına iş yapmamalı. Okullar ne bir cemaatin ne de bir dershane veya özel okulun arka bahçesi olmamalı.

***12/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

İnsanoğlu Dilinin Altında Gizlidir *

İnsanoğlu anlaşılması zor bir varlıktır. İçi dışını, dışı içini yansıtan insan sayısını ara ki bulasın. Çünkü içi farklı, dışı farklı olabiliyor insanın. Dış görüntüsünün ne kadar içini ifade ettiğini anlamak zaman ister.

Her ne kadar dil kalbin aynasıdır, insan kalbinde taşıdığını diline yansıtır dense de kalbin dile tam yansıması zaman alabiliyor. Çünkü kalpten dile gelinceye kadar süzgeçten geçiriyoruz birçok konuşmamızı.

Kalpten dile gelene dek kullandığımız bu süzgeci, normal ve moralimizin yerinde olduğu zamanlarda devreye sokarız. Ağzımızdan bal damlar bu zamanlar. Bizden iyi kimse olmaz. Herkese gülücükler dağıtır, olabildiğince nazik ve kibar oluruz. Bu yüzümüz ne zamana kadar devam eder? Kızıp sinirlendiğimiz, birine veya birilerine had bildirmeye kalktığımız, savunmaya veya saldırıya geçtiğimiz, gerildiğimiz, duygusallaştığımız ve alınganlaştığımız zaman bu sihir bozulur, gerçek yüzümüz ortaya çıkar. Çünkü normal zamanlarda kalpten dile kullandığımız süzgeç, böylesi durumlarda devre dışı kalır. Bu, aklın devre dışı kalması demektir. Bu psikolojide iken öfkemizi yönetemez isek dengemiz bozulur ve ağzımızı bozarız. İçimizde gizlediğimiz ne varsa boşaltırız artık. Muhatabımızı kırar dökeriz. Bir nevi sinir krizine tutulduğumuz bu durumumuza muhataplarımız şaşırır. Biz onu böyle bilmezdik der.

Şimdi soralım: Hangi yüz bizim gerçek kişiliğimizdir? Çünkü iki kişilik söz konusu burada. Normal zamanlarda üslubuna dikkat eden biri miyiz yoksa gerildiğimiz zaman ortaya çıkan yüzümüz mü bizim gerçek kişiliğimiz? İkisi de biz olduğuna göre çift belki de çok yüzlü bir kişilik taşıyoruz. Bu durumda insan bulunduğu veya içine düştüğü pozisyona göre konuşlanmaktadır ve dilinin altında gizlidir. Konuştuğu zaman nasıl biri olduğunu ele verir.

Burada sorgulanması gereken bazıları tali bir kişiliğimiz olsa da bizim esas kişiliğimiz zor zamanlarda sergilediğimiz yönümüz ve tavrımızdır. Gerçek yüzümüz budur. Zora gelmeyen bir yüzdür bu. Bu da bir sınavdır. Kaçımız yüzünün akıyla bu sınavı geçer...

*14/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




1 Mart 2020 Pazar

Suçu Yok Etmenin ya da Minimuma İndirmenin Yolu


Türkiye ve İslam dünyasının sorunları çoktur. En önemli sorunlarından biri de ahlak ve kurallara uymama sorunudur. İnandığımız din, kaynağını dinden alan ahlakımız, değerlerimizden oluşan örfümüz, hatta Anayasa ve kanunlarımız da güzel ve iyi şeyleri emir ve tavsiye ettiğine göre sorun nerede o zaman? Bana göre sorun dinin emrettiklerinin, ahlak ve etik değerlerin ve örfün bir yaptırımı olmamasındandır. Yaptığımızın yanımıza kâr kalmasındandır. Bir bedel ödemeyişimizdendir. Anayasa, kanun, yönetmelik ve genelgelere uymamanın cezalarına mevzuatta yer verilmiş ama ya cezalar yeterince caydırıcı değil ya sık sık af geliyor veya yapılanmaya gidiliyor ya yeterince denetim yapılmıyor ya görmezden geliniyor veya korunma yoluna gidiliyor ya da mevzuat titiz bir şekilde uygulanmıyor. Bu da yapanın yanına kâr kalıyor.

Bu durum Hıristiyan Batı dünyasında nasıldır? Mehmet Akif Ersoy'a atfedilen bir anekdotta, Avrupa ziyaretinden dönen Akif'e, Avrupa'yı nasıl buldun, dediklerinde Şairimiz, işleri bizim dinimiz gibi dinleri ise bizim işimiz gibi cevabını veriyor. Akif'in bu tespitini Avrupa'ya gidip gelen insanlarımız da yapıyor. Yani Avrupalının kurallara uyduklarına şehadet ediyorlar. Hiç düşündük mü Avrupa insanını dürüst ve kurallara bağlı olmaya iten nedenler nedir diye. Dinlerinden mi, ahlak anlayışlarından mı, örflerinden mi yoksa kanunlarında mı? Bana göre Avrupa insanının düzenini sağlayan ne dinleri ne ahlakları ne de örfleridir. Kanunlarındaki cezalarının caydırıcılığıdır. Kural ihlalinden dolayı verilen ağır para cezalarıdır. Hem hukuki hem de idari para cezaları ağır ve tavizsiz uygulanınca AB insanı bakıyor ki pabuç pahalı…İster istemez kurallara uyuyor, işini savsaklamıyor. Bu da işlerinde dürüst ve hayatın her alanında kurallara riayeti beraberinde getiriyor.

Deneyelim bizde Avrupa'nın yaptığını. Kanunlarımız ve kural ihlalleri tavizsiz uygulansın, yapanın yanına kar kalmasın, bizde de işlenen suçlar düşer, insanımız kurallara tam riayet eder ve biz de tıpkı Avrupa ülkeleri gibi kurallara uygun hareket ederiz.

Hasılı suç ne dinimizde ne ahlak ve geleneklerimizdedir. Esas suç, kanunların uygulanmasında ve kanunların caydırıcı olmamasındadır, verilen para cezalarının cebimizi acıtmamasındadır.


Vatansız Olmak *

Dünya bir sınav yeridir. Birbirine benzese de herkesin imtihanı farklıdır bu dünyada. Kimininki ağır geçer, altında ezilir;  kimininki hafif geçer, yüzünün akıyla geçer bu sınavı. Biliriz ki Allah kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez.

Bir an için düşünelim: İyi-kötü bir işiniz var, işinizden sonra dönüp başınızı sokabileceğiniz bir eviniz var. Bulunduğunuz yerde anneniz, babanız, çocuklarınız, akrabalarınız, komşularınız ve sevdikleriniz var. Hayatınızdan memnun veya değil, yaşayıp gidiyorsunuz. Bir gün geldi ki ülkenizde bir iç savaş çıktı. Kimin eli kimin cebinde belli değil bu savaşın. Üzerinize bombalar yağmaya başladı. Muhitinize tanımadığınız insanlar geldi ve bulunduğunuz yer, terör örgütleri tarafından “burası benim bölgem” diyerek parsellendi. Sizden kendileri adına vekalet savaşı yapmanızı istedi ve siz her şeyinizi kaybettiniz. Ne yaparsınız bu durumda? Ya başa gelen çekilir der, içinize sinse de sinmese de elinize silah verenlerin yanında mücadeleye katılırsınız ya da ben bunlar adına kan akıtmam, değmezler. Zira ben bu kirli savaşta yer almayacağım diyerek kaçar, bir vesile ile size en yakın olan ve kabul edebileceğine inandığınız ülkenin sınırına kendinizi atarsınız.

Geldiğiniz bu ülke, sizi sığınmacı olarak kabul etti. Dilini, kültür ve geleneklerini bilemediğiniz bu ülkede hayata sıfırdan başlayacaksınız. Bu, bir gün değil, beş gün değil; yıllar yılı bu şekil devam etti. Güç-bela iş bulup kafanızı soktunuz. Tam bu hayata alışmaya başladınız.

Sonra bir gün, daha iyi bir iş bulacağınıza inandığınız ülkelere gidebilmeniz için mülteci durumunda bulunduğunuz ülke size kapıları açtı. Ne yaparsınız bu durumda? Ya ben artık buraya alıştım, burada kalacağım dersiniz ya da sırtınıza sadece sırt çantasını alıp yollara kan revan olursunuz.

Tam böyle olmadı mı? Türkiye sınır kapılarını açtı. İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu, 36 şehit verdiğimiz perşembe gecesinin ardından, cumartesi günü itibariyle Avrupa’ya geçen sığınmacı sayısının 47.113 olduğunu açıkladı. Ülkeden çıkış yapan sığınmacıları Yunanistan iyi karşılamadı elbet. Kapıları kapatan Yunanistan, göçmenlerin üzerine gaz ve ses bombası atıyor. Binlercesi, tampon bölgede, soğuk kış günü kapının açılmasını bekliyor. Daha kaç gece geçirecekler dışarıda, bekleyip göreceğiz.

Diyelim ki sığınmacılar, Avrupa’ya açılan kapı olan Yunanistan tarafından kabul edildiler. Sığınmacılar değişik AB ülkelerine dağıldılar. Avrupa’ya gidince onlar için her şey güllük gülistan mı olacak? Hayata ilk sığınmacı olarak daha önce sıfırdan başladıkları gibi Avrupa’da da hayata yeniden sıfırdan başlayacaklar. Kapılar açıldıktan sonra ne kadarı ülkemizden gider, bilinmez(bana göre çoğunluk gitmez.) ama gidenler için zorlu mücadele yeniden başlayacak. Ayrılanların hepsi kendilerine güvenli bir liman arıyor.

Yazdığımı Suriyelilere acıyor, onları koruyor diyerek okursanız bana kızarsınız. Çünkü çoğunluk Suriyeli dendiği zaman tüyleri diken diken oluyor ve hop oturup hop kalkıyor. Burada yanlış anlaşılmasın, sığınmacılara bakmak kolay, asıl zorluk mülteci olmada demek de istemiyorum. Mültecilere bakmak kadar mülteci olmak da bir o kadar zordur. Halkın ekseriyetinin başka sığınmacılara değil de Suriyelilere aşırı tepki vermesinde çok sayıda Suriyeli sığınmacıyı bu ülkenin barındırmaya çalışmasıdır. Bu, bir ülkenin tek başına altından kalkabileceği bir durum değildir. Buna ne bütçesi müsaittir ne kültürel yapısı ne de toplumsal yapısı. Çok sayıda sığınmacının bir ülkeye gelmesi o ülkenin demografik yapısını da tehdit eder. Bu, ayrı bir yazı konusudur.

Hasılı gördüklerime bakarak vatansız olmak zordur. Vatansız kalmak bir insanlık dramıdır ve insanlık ayıbıdır. Bu ayıp sığınmacıların değil, kendi sefaları için başka ülkelerin dirliğini bozan ülkelerindir.

Son olarak savaş vb nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar olacaksa, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği daha etkin bir yapıya kavuşturulmalı, tavsiye kararının ötesinde bir yaptırımı olmalı. En azından herhangi bir nedenle ülkesini terk eden sığınmacılar için bir planlama yaparak birkaç ülkeye yığılan mültecileri ülkelere eşit bir şekilde yerleştirebilmeli. Böyle olursa mülteciler, hiçbir ülke için sıkıntı teşkil etmez.

Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Zira vatansız olmak zordur…

*02/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.