6 Mart 2020 Cuma

Okullar Birilerinin Arka Bahçesi Olmamalı***

Okullar bizim olmazsa olmazımızdır. Okul ihtiyaçlarını karşılamak için devlet, durmadan okul yapıp içini donatıyor. Öğretmen ve personel ihtiyacını giderip okulları eğitim ve öğretime hazır hale getiriyor.

Çocuğu okul çağında olan vatandaş, çocuğunu okula yazdırıyor. Kılık kıyafet, servis vs işini hallediyor. Cebine harçlığını koyup okula gönderiyor. 

Bir maliyet demek olan eğitim ve öğretimden öğrenci, veli, öğretmen, idareci devlet ve vatandaş büyük beklenti içerisinde. Herkesin istediği, başarı getiren bir eğitim ve öğretim ortamının olması. 

Kaç kişinin beklentisi gerçekleşiyor, bilinmez ama bilinen bir şey varsa o kadar imkan sunulmasına rağmen çoğunluğun beklentilerine cevap veremiyor okullarımız. Herkeste bir memnuniyetsizlik hakim. Kimi öğrenci beğenmez kimi de öğretmen. Ama bir iyi yönümüz var: Ne veli ne öğrenci ne yönetici ne öğretmen ne de MEB, üzerine toz kondurur. Herkes sütten çıkmış ak kaşık. Çok azı müstesna çoğunluk kendini sorgulayıp bir özeleştiri bile yapmaz.

Hasılı memnun olmasak da okullarımız açık ve eğitim ve öğretimimiz devam ediyor, hem hafta içi hem de hafta sonu. Hafta içi normal dersler, hafta sonu ise takviye kurslar şeklinde.

Okullardan memnun olan ve olmayanları bir tarafa bırakarak burada okulların bir başka yönüne değinmek istiyorum. Daha doğrusu, okullardan nemalanan ve faydalanan kişi veya kesimlerden bahsedeceğim. Ne alaka demeyin. Eksik olmaz okullardaki durumu kendi lehine çevirmek isteyenlerin sayısı. Öğretmenlerin çoğunu tenzih ederim ama Milli Eğitimde görev yapan bazı öğretmenler vardır ki bir etüt, kurs veya özel okul ile irtibatlı ya da bu kurumların sahibi veya ortağı. Buralarda aynı zamanda derse giriyor. Okul dışında başka kurumlarda çalışabilirler. Zira çalışmalarına bir şey diyemem. Sorun olarak gördüğüm; bu tip öğretmenlerin, okullarda başarılarıyla göz dolduran ve okulların yüz akı olabilecek öğrencileri, çalıştığı özel öğretim kurslarına veya özel okullara kaydırıyor olmasıdır. Etüt veya kurs merkezine kaydırmayı bir yere kadar normal görebiliriz. Özel okula çocuğun kaydırılmasını nasıl izah edebiliriz? İmkanı olan başarılı çocuklar, okullarda görev yapan dershaneci öğretmenler tarafından özel okullara bu şekil kaydırılınca devlet okullarından beklenen başarı gelmiyor ve yeterince derece yapan öğrenci çıkmıyor. Çünkü devlet okulları, başarılı öğrencilerinin çocuğunu özel okullara kaptırıyor. Kurs, etüt veya özel okullara bu şekil öğrenci kazandırılmasına siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben doğru bulmuyorum.

Bir diğer konu; bazı öğretmenler devlet okullarında kendi vakıf, dernek, STK, cemaat ve yurtlarına öğrenci kazandırmakla meşgul. Koridorlarda öğrenci avına çıkanlar bile var. Ben bunu da doğru bulmuyorum. Öğretmenin kendisi herhangi bir yapı ile irtibatlı olabilir. Ama cemaat bağını okula taşımaması ve cemaatine eleman kazandırma gibi bir misyon üstlenmemesi lazım diye düşünüyorum. 

Sonuç olarak okullarda devlet adına iş yapan öğretmenlerin birinci önceliği, görev yaptığı okulları başarıya götürmek olmalı. Verebileceği bilgiyi ve ahlaki davranışı okullarda vermeye çalışmalı. Başkası adına iş yapmamalı. Okullar ne bir cemaatin ne de bir dershane veya özel okulun arka bahçesi olmamalı.

***12/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

İnsanoğlu Dilinin Altında Gizlidir *

İnsanoğlu anlaşılması zor bir varlıktır. İçi dışını, dışı içini yansıtan insan sayısını ara ki bulasın. Çünkü içi farklı, dışı farklı olabiliyor insanın. Dış görüntüsünün ne kadar içini ifade ettiğini anlamak zaman ister.

Her ne kadar dil kalbin aynasıdır, insan kalbinde taşıdığını diline yansıtır dense de kalbin dile tam yansıması zaman alabiliyor. Çünkü kalpten dile gelinceye kadar süzgeçten geçiriyoruz birçok konuşmamızı.

Kalpten dile gelene dek kullandığımız bu süzgeci, normal ve moralimizin yerinde olduğu zamanlarda devreye sokarız. Ağzımızdan bal damlar bu zamanlar. Bizden iyi kimse olmaz. Herkese gülücükler dağıtır, olabildiğince nazik ve kibar oluruz. Bu yüzümüz ne zamana kadar devam eder? Kızıp sinirlendiğimiz, birine veya birilerine had bildirmeye kalktığımız, savunmaya veya saldırıya geçtiğimiz, gerildiğimiz, duygusallaştığımız ve alınganlaştığımız zaman bu sihir bozulur, gerçek yüzümüz ortaya çıkar. Çünkü normal zamanlarda kalpten dile kullandığımız süzgeç, böylesi durumlarda devre dışı kalır. Bu, aklın devre dışı kalması demektir. Bu psikolojide iken öfkemizi yönetemez isek dengemiz bozulur ve ağzımızı bozarız. İçimizde gizlediğimiz ne varsa boşaltırız artık. Muhatabımızı kırar dökeriz. Bir nevi sinir krizine tutulduğumuz bu durumumuza muhataplarımız şaşırır. Biz onu böyle bilmezdik der.

Şimdi soralım: Hangi yüz bizim gerçek kişiliğimizdir? Çünkü iki kişilik söz konusu burada. Normal zamanlarda üslubuna dikkat eden biri miyiz yoksa gerildiğimiz zaman ortaya çıkan yüzümüz mü bizim gerçek kişiliğimiz? İkisi de biz olduğuna göre çift belki de çok yüzlü bir kişilik taşıyoruz. Bu durumda insan bulunduğu veya içine düştüğü pozisyona göre konuşlanmaktadır ve dilinin altında gizlidir. Konuştuğu zaman nasıl biri olduğunu ele verir.

Burada sorgulanması gereken bazıları tali bir kişiliğimiz olsa da bizim esas kişiliğimiz zor zamanlarda sergilediğimiz yönümüz ve tavrımızdır. Gerçek yüzümüz budur. Zora gelmeyen bir yüzdür bu. Bu da bir sınavdır. Kaçımız yüzünün akıyla bu sınavı geçer...

*14/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




1 Mart 2020 Pazar

Suçu Yok Etmenin ya da Minimuma İndirmenin Yolu

Türkiye ve İslam dünyasının sorunları çoktur. En önemli sorunlarından biri de ahlak ve kurallara uymama sorunudur. İnandığımız din, kaynağını dinden alan ahlakımız, değerlerimizden oluşan örfümüz, hatta Anayasa ve kanunlarımız da güzel ve iyi şeyleri emir ve tavsiye ettiğine göre sorun nerede o zaman? Bana göre sorun dinin emrettiklerinin, ahlak ve etik değerlerin ve örfün bir yaptırımı olmamasındandır. Yaptığımızın yanımıza kâr kalmasındandır. Bir bedel ödemeyişimizdendir. Anayasa, kanun, yönetmelik ve genelgelere uymamanın cezalarına mevzuatta yer verilmiş ama ya cezalar yeterince caydırıcı değil ya sık sık af geliyor veya yapılanmaya gidiliyor ya yeterince denetim yapılmıyor ya görmezden geliniyor veya korunma yoluna gidiliyor ya da mevzuat titiz bir şekilde uygulanmıyor. Bu da yapanın yanına kâr kalıyor.

Bu durum Hıristiyan Batı dünyasında nasıldır? Mehmet Akif Ersoy'a atfedilen bir anekdotta, Avrupa ziyaretinden dönen Akif'e, Avrupa'yı nasıl buldun, dediklerinde Şairimiz, işleri bizim dinimiz gibi dinleri ise bizim işimiz gibi cevabını veriyor. Akif'in bu tespitini Avrupa'ya gidip gelen insanlarımız da yapıyor. Yani Avrupalının kurallara uyduklarına şehadet ediyorlar. Hiç düşündük mü Avrupa insanını dürüst ve kurallara bağlı olmaya iten nedenler nedir diye. Dinlerinden mi, ahlak anlayışlarından mı, örflerinden mi yoksa kanunlarında mı? Bana göre Avrupa insanının düzenini sağlayan ne dinleri ne ahlakları ne de örfleridir. Kanunlarındaki cezalarının caydırıcılığıdır. Kural ihlalinden dolayı verilen ağır para cezalarıdır. Hem hukuki hem de idari para cezaları ağır ve tavizsiz uygulanınca AB insanı bakıyor ki pabuç pahalı…İster istemez kurallara uyuyor, işini savsaklamıyor. Bu da işlerinde dürüst ve hayatın her alanında kurallara riayeti beraberinde getiriyor.

Deneyelim bizde Avrupa'nın yaptığını. Kanunlarımız ve kural ihlalleri tavizsiz uygulansın, yapanın yanına kar kalmasın, bizde de işlenen suçlar düşer, insanımız kurallara tam riayet eder ve biz de tıpkı Avrupa ülkeleri gibi kurallara uygun hareket ederiz.

Hasılı suç ne dinimizde ne ahlak ve geleneklerimizdedir. Esas suç, kanunların uygulanmasında ve kanunların caydırıcı olmamasındadır, verilen para cezalarının cebimizi acıtmamasındadır.

Vatansız Olmak *

Dünya bir sınav yeridir. Birbirine benzese de herkesin imtihanı farklıdır bu dünyada. Kimininki ağır geçer, altında ezilir;  kimininki hafif geçer, yüzünün akıyla geçer bu sınavı. Biliriz ki Allah kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez.

Bir an için düşünelim: İyi-kötü bir işiniz var, işinizden sonra dönüp başınızı sokabileceğiniz bir eviniz var. Bulunduğunuz yerde anneniz, babanız, çocuklarınız, akrabalarınız, komşularınız ve sevdikleriniz var. Hayatınızdan memnun veya değil, yaşayıp gidiyorsunuz. Bir gün geldi ki ülkenizde bir iç savaş çıktı. Kimin eli kimin cebinde belli değil bu savaşın. Üzerinize bombalar yağmaya başladı. Muhitinize tanımadığınız insanlar geldi ve bulunduğunuz yer, terör örgütleri tarafından “burası benim bölgem” diyerek parsellendi. Sizden kendileri adına vekalet savaşı yapmanızı istedi ve siz her şeyinizi kaybettiniz. Ne yaparsınız bu durumda? Ya başa gelen çekilir der, içinize sinse de sinmese de elinize silah verenlerin yanında mücadeleye katılırsınız ya da ben bunlar adına kan akıtmam, değmezler. Zira ben bu kirli savaşta yer almayacağım diyerek kaçar, bir vesile ile size en yakın olan ve kabul edebileceğine inandığınız ülkenin sınırına kendinizi atarsınız.

Geldiğiniz bu ülke, sizi sığınmacı olarak kabul etti. Dilini, kültür ve geleneklerini bilemediğiniz bu ülkede hayata sıfırdan başlayacaksınız. Bu, bir gün değil, beş gün değil; yıllar yılı bu şekil devam etti. Güç-bela iş bulup kafanızı soktunuz. Tam bu hayata alışmaya başladınız.

Sonra bir gün, daha iyi bir iş bulacağınıza inandığınız ülkelere gidebilmeniz için mülteci durumunda bulunduğunuz ülke size kapıları açtı. Ne yaparsınız bu durumda? Ya ben artık buraya alıştım, burada kalacağım dersiniz ya da sırtınıza sadece sırt çantasını alıp yollara kan revan olursunuz.

Tam böyle olmadı mı? Türkiye sınır kapılarını açtı. İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu, 36 şehit verdiğimiz perşembe gecesinin ardından, cumartesi günü itibariyle Avrupa’ya geçen sığınmacı sayısının 47.113 olduğunu açıkladı. Ülkeden çıkış yapan sığınmacıları Yunanistan iyi karşılamadı elbet. Kapıları kapatan Yunanistan, göçmenlerin üzerine gaz ve ses bombası atıyor. Binlercesi, tampon bölgede, soğuk kış günü kapının açılmasını bekliyor. Daha kaç gece geçirecekler dışarıda, bekleyip göreceğiz.

Diyelim ki sığınmacılar, Avrupa’ya açılan kapı olan Yunanistan tarafından kabul edildiler. Sığınmacılar değişik AB ülkelerine dağıldılar. Avrupa’ya gidince onlar için her şey güllük gülistan mı olacak? Hayata ilk sığınmacı olarak daha önce sıfırdan başladıkları gibi Avrupa’da da hayata yeniden sıfırdan başlayacaklar. Kapılar açıldıktan sonra ne kadarı ülkemizden gider, bilinmez(bana göre çoğunluk gitmez.) ama gidenler için zorlu mücadele yeniden başlayacak. Ayrılanların hepsi kendilerine güvenli bir liman arıyor.

Yazdığımı Suriyelilere acıyor, onları koruyor diyerek okursanız bana kızarsınız. Çünkü çoğunluk Suriyeli dendiği zaman tüyleri diken diken oluyor ve hop oturup hop kalkıyor. Burada yanlış anlaşılmasın, sığınmacılara bakmak kolay, asıl zorluk mülteci olmada demek de istemiyorum. Mültecilere bakmak kadar mülteci olmak da bir o kadar zordur. Halkın ekseriyetinin başka sığınmacılara değil de Suriyelilere aşırı tepki vermesinde çok sayıda Suriyeli sığınmacıyı bu ülkenin barındırmaya çalışmasıdır. Bu, bir ülkenin tek başına altından kalkabileceği bir durum değildir. Buna ne bütçesi müsaittir ne kültürel yapısı ne de toplumsal yapısı. Çok sayıda sığınmacının bir ülkeye gelmesi o ülkenin demografik yapısını da tehdit eder. Bu, ayrı bir yazı konusudur.

Hasılı gördüklerime bakarak vatansız olmak zordur. Vatansız kalmak bir insanlık dramıdır ve insanlık ayıbıdır. Bu ayıp sığınmacıların değil, kendi sefaları için başka ülkelerin dirliğini bozan ülkelerindir.

Son olarak savaş vb nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar olacaksa, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği daha etkin bir yapıya kavuşturulmalı, tavsiye kararının ötesinde bir yaptırımı olmalı. En azından herhangi bir nedenle ülkesini terk eden sığınmacılar için bir planlama yaparak birkaç ülkeye yığılan mültecileri ülkelere eşit bir şekilde yerleştirebilmeli. Böyle olursa mülteciler, hiçbir ülke için sıkıntı teşkil etmez.

Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Zira vatansız olmak zordur…

*02/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




29 Şubat 2020 Cumartesi

Siyasal İslam Çöktü mü? ***

Ülkede zaman zaman siyasal İslam veya İslamcılık çöktü mü tartışması yapılır. Kimine göre çökmüştür, kimine göre ise İslamcılık çökmez. Yine tartışmalar arasında İslamcılık, Batı menşeli olarak bize pazarlanmıştır denirken kimine göre de İslamcılığın kökeni bizde. 

Değerlendirme yapmadan önce İslamcılık nedir, önce buna bir bakalım: "İslamcılık ya da Siyasi İslam, İslam'ın kişisel hayat dışında sosyal ve politik alanlarda da yol gösterici kılınmasını hedefleyen "politik-ideolojik hareketler" olarak tanımlanmaktadır. Modern dönemlerde İslam dini üzerinden hareket edilerek ortaya konulan ideoloji." denilmektedir.

Burada siyasal İslam'ın dış menşeli veya köklerimizden gelen bir ideoloji olduğu üzerinde durmayacağım. Tanıma bakınca İslam'ın, bireysel bir din olmadığı, aynı zamanda sosyal ve siyasi hayatta da referans kabul edilmesi gerektiği anlamı çıkar. Bu tanıma ve içeriğine karşı çıkmak mümkün değildir. Çünkü İslam, ilahi dinler içerisinde Yahudilik gibi tamamen dünyaya, Hıristiyanlık gibi ahirete hasredilmiş bir din değildir; hem dünya hem de ahiret içindir. Aynı zamanda İslam, Allah ile kul arasına hapsedilmiş bireysel bir din olmayıp toplumsal bir dindir. İnsanın doğumundan ölümüne ve ölümünden sonrasına da sözü olan bir dindir. Her şeyimize karışır dense yanlış olmaz. Hasılı -cı ya da -cılık eklerinden hoşlanmasam da tanımdaki İslamcılık tanımı benim kulağıma hoş geliyor. Uygulanabildiği takdirde insanlığa huzur getirir.

Asrı Saadet dediğimiz peygamberimizin ve ilk iki halifenin dönemi hariç İslam, yeryüzünde hakim olmuş mudur? Hakim olduysa da yönetilenlere ve çevresine huzur vermiş midir? Buna gönül huzuru içerisinde evet demek mümkün değil. Bireysel olduğu kadar toplumsal ve yönetimde İslam, bugün tüm kurallarıyla uygulansa sonuç ne olur? Bugün İslam, bireysel, toplumsal, siyasal ve hayatın her alanında geçerli olsa huzur verir mi? Buna da maalesef gönül rahatlığı içerisinde evet diyemiyorum. İslam’ın huzur vermemesinin müsebbibi İslam mı? Değil. Sorun İslam’da değil, bizdedir. Çünkü bizden çektiği kadar İslam hiçbir şeyden çekmemiştir. İslam'ı kendi emellerimize alet ettiğimiz kadar hiçbir şey alet edilmemiştir. 

Diyelim ki dünya bize haydi şu inandığınız İslam’ı hayatınıza tatbik edin, referans olarak İslam’ı alın, başta kendiniz olmak üzere dünyaya adalet dağıtın, huzur verin dese ve İslam bu topraklara ve İslam dünyasına hakim olsa hangi İslam’ı referans alacağız? Çünkü İslam bir tane olmasına rağmen farklı farklı İslam anlayışlarımız var. Kimse kusura bakmasın, bu bölünmüşlük, bu sığ düşünce ve bu bakış açımızla zaten İslam bu topraklara hakim olmaz, olsa da yüz ağartmaz. Ne dünyaya huzur veririz ne de kendimize dirlik veririz. En hafifiyle birbirimizi tekfirle suçlar, boğazımızı keseriz ve siyasal İslam’ı kendi ellerimizle çökertiriz. Söylediklerimin olacağını söylemek için bir bilgi sahibi olmamıza gerek yok. Şu anda bile elimizde imkan ve güç yok iken birbirimizi öldürüyoruz, gücü ele geçirince neler yapmayız…

Bugün siyasal İslam'ı savunan siyasal İslamcıların çoğunun İslamcılık konusunda samimi olduklarını düşünmüyorum. Savunduğumuz İslam, içi doldurulmayı bekleyen slogan İslam’dır. Bunu yaşantımızla gösteriyoruz zaten.

Hasılı anlamı itibariyle siyasal İslam, hayatımızda  bir söylem olarak yer almaya devam eder, uygulanma imkanı olmadan bir ideal olarak yaşar. Ötesi bizim için lükstür, zira buna kumaşımız  el vermez.

***05/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


28 Şubat 2020 Cuma

Sözün Bittiği Yerdeyiz *

Perşembe gecesi Hatay Valisinin yaptığı açıklamaya göre İdlip’te askerlerimize yapılan saldırıda 33 askerimiz şehit oldu. 32 askerimiz de yaralı. Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar, yakınlarına sabırlar diliyorum. Türkiye’nin başı sağ olsun. Umarım şehit sayısı artmaz. Milletçe temennimiz bu yönde.

Türkiye bu büyük saldırıdan sonra ne yapar ne eder, nasıl bir siyaset izler bilmiyorum. Şu aşamada şöyle olsaydı, böyle olsaydı demenin veya kızmanın da bir anlamı yok. Hal böyle olunca ne yazmak istiyorum ne de bir şey söylemek istiyorum. Çünkü sözün bittiği yerdeyiz maalesef. Olay sıcaklığını koruyor ve hiç olmadığı kadar zor durumdayız. Acımız büyük.

Şu anda zamanı veya değil ama Suriye ve yürüttüğümüz dış politikamız ile ilgili tespitlerde bulunmak istiyorum: Gördüğüm, Suriye bataklığı bizi iyice içine çekti. Suriye bizim iç meselemiz oldu ve çetrefilli bir hal almaya başladı. Bu demektir ki Suriye’de çok bilinmeyenli bir denklem ile karşı karşıyayız ve biz bu denklemi çözemedik. Çünkü çok bilinmeyenli denklemin çözümü bizim elimizde değil. ABD ve Batı'nın düşmanca tavırlarından dolayı Rusya'ya yaklaşmamız işe yaramadı. ABD'den sonra Rusya da bize düşmanca tavırlar içerisine girdi ve gerçek yüzünü gösterdi. Ayıdan post, Rus’tan dost olmaz, sözü bir kez daha gerçek oldu. Rusya önce bizi Batı'dan kopardı, yanına çekti. Sonra da tekme vurdu. Sonuç olarak ne Suriye’ye yarandık ne Rusya’ya ne İran'a ne Batı'ya ne ABD'ye ne de Araplara ve dünyada yapayalnızız. Üstelik bu yalnızlık, onurlu bir yalnızlığa benzemiyor. Bu yalnızlıkta kendi göbeğimizi kesecek gücümüz de yok.

Yaşadığımız bu olaylar göstermiştir ki Suriye politikamız iflas etmiştir. ABD ve Batı liginden Doğu Blokuna yönelme politikamız da işe yaramamıştır. Mısır'la sorunluyuz, Arap ülkeleriyle sorunluyuz, İsrail ile sorunluyuz, Batı ile zaten köprüleri atalı çok oldu. ABD ile kanlı bıçaklıyız.

Suriye konusunda ve diğer devletlerle ilişkilerin bu noktaya gelmesinde irade ortaya koyanların, sorunların çözümünde iyi niyetli olduğundan şüphem yok. Ama gel gör ki iyi niyet tek başına işe yaramadı. Bu aşamadan sonra, 
*yürüttüğümüz dış politikayı önyargısız bir şekilde masaya yatırmak ve gözden geçirmek, yanlışlık varsa politika değişikliğine giderek yanlıştan vazgeçmek,                               
*tansiyonu yükselten söylemlerden kaçınmak, gerilimi düşüren konuşmalar yapmak ve konuşmalarımızda diplomatik dil kullanmak,  
                                         
*yeni politika belirlenirken siyasi partilerin görüşlerini almak ve partileri bilgilendirmek,

*soğukkanlılığı korumak, sinir ve kızgınlıkla hareket etmemek,  

*dış politikada hamaseti terk etmek ve çıkar ilişkisine dayalı politikalar geliştirmek,                                                                          
*Suriye’den en az zararla nasıl çıkılır üzerine, savaş dışında başka seçenekler ortaya koymak gerekiyor.    
                  
Milletçe bir sükunet içinde şehitlerimize son görevlerinizi yapalım, yaralarımızı saralım, bir taşkınlığa sebebiyet vermeyelim. Allah yardımcımız olsun. 

*29/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Dış Politikamızı Gözden Geçirme Zamanı ***

Küçüklüğünüzde, Sadık Şendil tarafından yazılmış, tiyatrolarda sahnelenmiş, sinemaya da uyarlanmış “Yedi Kocalı Hürmüz” filmini izlemişsinizdir. Filmde, Hürmüz değişik meslek erbabından altı kişiyle gizlice evlenmiştir. Evlendiği her erkeği haftanın bir günü ağırlayan ve onları hoş eden Hürmüz’ün gözü ve gönlü yedinci kocadadır. Berber kocasının dükkanında gördüğü doktora aşık olur. Bir hastalığını bahane ederek doktorun da evine gelmesini sağlar. Doktor da Hürmüz'e aşık olur. İkili, tüm engelleri aşarak evlilik yolunda adım atarlar.

Mizahi bir şekilde işlenen bu tür bir evlilik şeklinin ne dinde ne ahlakta ne de örfte yeri vardır ve tasvip edilmez. Çünkü bu tür bir evlilik aile yapımıza terstir. Değil yedi kişiyi idare etmek, bir başkası ile aldatmak bile affedilemez. Böyle bir evliliğin en hafif sonucu boşanmadır. Ki çoğu aldatmalar öldürme ile sonuçlanır.

Yedi Kocalı Hürmüz filmindeki Hürmüz'ün yedi kişiyi idare etmesini unutmadan, bu filmi şimdilik bir tarafa bırakalım. Dış politikaya gelelim. Zira ben dış politikamızı Yedi Kocalı Hürmüz'e benzetiyorum. Ne alaka demeyin.

Birinci Dünya Savaşından sonra savaşın galipleri, sadece Osmanlı’yı parçalamakla kalmadılar. Bizden kopardıkları topraklar üzerinde, küçük küçük devletçikler kurdurarak kendilerine bağladılar. Bize de bu küçük Anadolu toprağını bırakırken tam bağımsızlık vermediler. Yönümüzü Batı'ya çevirmemizi, kendileriyle birlikte hareket etmemizi bizden istemediler, dayattılar. İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan iki kutuplu dünyada, başını Sovyetlerin çektiği Varşova Paktına karşı ABD'nin başını çektiği Batı blokunda saf tutma rolü verildi bize. Bu rol “Ben bu rolü beğenmedim, ben oynamıyorum artık, rolümü değiştiriyorum” şeklinde bize bırakılmış ihtiyari bir rol değildir.

Bakmayın siz, sınırları belli bir vatanımız ve üzerinde dalgalanan bir bayrağımız olduğuna... Biz bağımsız bir ülke falan değiliz. Göbeğimize kadar Batı'ya ve ABD'ye bağlı ve bağımlıyız. Kendi göbeğimizi kendimiz kesecek şekilde kendi kendine yeten ne güçlü ekonomimiz var ne savunma sanayimiz yeterli ne teknolojimiz ne de bize kol kanat gerecek güçlü bir ülkeyiz. Kısaca bize biçilen rol, sınır ötesinde inisiyatif alan lider ülke olmak değil, uydu devlet olma rolüdür. Onların ürettiğini alan, onların verdiğiyle yetinilmesi gereken bir pazar olmaktır. Hal böyle iken sınır ötesinde inisiyatif almak, bölgesel güç olmaya çalışmak, haksızlıklara karşı çıkmak, bölgede ben de varım demek, bizim için ateşten gömlek giymektir. Aynı zamanda bize biçilen bu rolü  beğenmeyip kutup ya da cephe değiştirmeye kalkmak da kefen giymektir. Yakın tarihimizde yapılan 60 ihtilalinin, Batı'dan/ABD'den umduğunu bulamayıp yönünü Sovyetlere/Rusya'ya çevirmeye yönelen Adnan Menderes'e karşı yapıldığı söylenir.

Bütün bunları niye anlatıyorum. Türkiye son yıllarda Batı'dan ve  yeterince ilgi ve alaka görmedi. Yalnız bırakıldı. “Stratejik ortağımız” tarafından defalarca hançerlendi. ABD/Batı/NATO zor günümüzde yanımızda yer almadı. Türkiye yönünü Rusya’ya çevirdi, ikili ilişkileri artırdı. Sonuç, ABD ve Batı'dan sonra İdlip konusunda Rusya'dan da büyük bir darbe yedik. İdlip sahasındaki askerlerimize yapılan saldırı sonucunda yazıyı kaleme aldığım saatlerde Hatay Valisinin açıkladığına göre 33 askerimiz şehit düştü. 32 askerimiz de yaralı. Türkiye, geç saatlerde “Ülkemizde yaşayan Suriyeli göçmenler kara ve deniz yoluyla gitmek isterlerse engel olunmayacağını” açıkladı. İdlip sorunu nasıl çözülür, bize bedeli ne olur, bizi bir savaşın içine çeker mi? Bunu zaman gösterecek.

Görünen o ki dış politikada Türkiye’nin ABD ve Rusya arasında izlediği denge politikası çökmüştür ve yalnızız. Maalesef hem Rusya hem Batı ile hareket etmek bize yaramadı.  Ben işte bu durumumuzu -kızacaksınız ama- “Yedi Kocalı Hürmüz'e benzetiyorum. Tekrar ediyorum, teşbihte hata olmaz...

Allah rahmet eylesin şehitlerimize. Yaralılara da acil şifalar diliyorum. Başta ateşin düştüğü haneler olmak üzere milletimizin başı sağ olsun. Allah ülkemizin yardımcısı olsun.

***02/03/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.