28 Ekim 2019 Pazartesi

Büyük Devletlerin Bilindik Sahneleri


Başta ABD olmak üzere büyük devletlerin en büyük özelliği, başka ülkelerle maşalar vasıtasıyla mücadele etmesidir. Girmek istediği ülkede ilk önce bir terör örgütü kuruyor. Bu örgütü el altından besliyor. Örgüt kanlı eylemleriyle sesini duyurup çevreye korkular yayınca büyük devletler bu ülkede terör var, bu ülke terörü destekliyor, ben bu terör örgütüyle mücadele edeceğim diyerek o ülkeleri işgal ediyor. Kendi kurup büyüttüğü bu terör örgütüyle mücadele etmek için kendi askerini sahaya sürmüyor. Aynı ülkedeki başka bir terör örgütüne işi ihale ediyor. Kendi adına o terör örgütü, diğer terör örgütüyle mücadele ediyor. 

Büyük devletlerin bir terör örgütünü diğerine kırdırması "Tavşana kaç, tazıya tut" demekten ibarettir. Yani ikili oynamaktır. Bu mücadele, sömürgeci büyük devletin o ülkede menfaati sona erinceye kadar devam eder. Mücadele edilen örgütün tehlikeli başı, Türk filmlerindeki kötü roldeki elebaşının en son ölmesi gibi en sona saklanır. Bir operasyonla öldürülür. 

Büyük devletlerin bir ülkeyi işgal etmek için yaptığı bu bildik sahneleri hepimiz biliriz. Dünya devletleri de bilir. Ama kimse sesini çıkarmaz. Çünkü basın yoluyla dünya kamuoyuna tek elden öyle haberler servis edilir ki dünyanın azılı bir terör örgütüyle karşı karşıya olduğu korkusu ve bu örgütle mücadele edilmesi gerektiği herkesin beynine işlenir. Bu propagandaya samimi olarak inananlar olduğu gibi terörün yanında olmamak için diğer inanmayanlar da inanmış görünür. 

Büyük devletlerin bir ülkede özellikle İslam dünyasında terör örgütü kurup sahaya sürmesi çocuk oyuncağı gibi. Çünkü bu konuda en bitek ülkeler İslam dünyasıdır. Usame b. Ladin, Abdullah Öcalan, Fethullah Gülen, öldürüldüğü söylenen el- Bağdadi, terör örgütü elebaşlarından birkaçı. Bu örgüt liderlerini işi bitinceye kadar besliyor. Ne zamanki senin görevin bitti derse bir operasyonla örgüt liderini ya öldürüyor ya paketlenip sana teslim ediyor ya da işi bitmedi ise yanı başında beslemeye devam ediyor.

Terör örgütleriyle çalışan büyük devletler her halükarda kazanıyor, kolay kolay kaybetmiyor. Kurdurup piyasaya sürdüğü terör örgütü sayesinde bir ülkeyi işgal ediyor, kendisinin burnu kanamadan taşeron başka bir terör örgütünü sahaya sürüyor. Bu arada kendi askerleri petrol kuyularını emniyete alıyor. Ben senin ülkendeki terörle mücadele ettim, bunun için şu kadar masraf ettim diye o ülke petrolünün belli bir yüzdesine de el koyuyor. 

Ülkelerde terör örgütleri olmasın istiyorsak bu taşeron örgütlerle mücadeleden önce bu örgütleri besleyip büyüten ve sahaya süren büyük devletlerle mücadele etmek gerekiyor. Büyük devletler bu sevdalarından vazgeçmedikçe terör örgütünün biri biterken diğeri doğar. 


Ders Programı Yapmak Maharet İster


Ortaokul ve liselerde öğretmenlerin hangi ders ve hangi sınıfa gireceği zümre öğretmenler kurulunda belirlenir* ve zümre başkanı tarafından okul yönetimine bildirilir. Okul idaresi de zümrelerden alınan bu ders yükünü planlayarak bir ders programı hazırlar ve tüm öğretmenlere imza karşılığı tebliğ eder. Öğretmenler de aldıkları bu programa göre derslerine girerler. 

Ders programı, öğretmenler için bir yol haritasıdır. Öğretmen bu yol haritasına göre hangi gün, hangi saat, hangi sınıfa  derse gireceğini bilir. Bu yüzden öğretmenler için ders programları hayati önem arz eder. İyi bir ders programı, aynı zamanda ders öğretmenini olumlu yönde motive eder. Penceresi/boşluğu bol bir ders programı öğretmenin moralini bozar, psikolojik yönden çökertir. Öğretmen girdiği derslerine de isteksiz girer.

Bir ders programı niçin kötü olur ya da nasıl kötü yapılır? Acemi kasabın elinde kurbanlık hayvan ne çekiyorsa acemi yöneticinin elinde de ders programı berbat mı berbat olur. Ders programı sadece acemi yöneticilerin elinde kötü olmaz. Kişiye özel yapılan programlar vardır. Bazı öğretmenlerin talepleri göz önünde bulundurulur. Bu tiplerin okul yönetimiyle arası iyidir. Alttan girer, üsten çıkar; isteklerini karşılayacak bir programa konarlar. Bazılarının programı ise özellikle bozuk yapılır. Öğretmene haddi bu şekilde bildirilir. Bu tür programlarda kasıt vardır. Bir üçüncü program yapılışı daha vardır ki özensiz yapılır. Kimseyi memnun etmeyen ucube bir ders programı ortaya çıkar. Kimse de suçu üzerine almaz. Çünkü gerekçe hazırdır: Programı sistem otomatik yapmıştır.

Ders programını yapan acemi ise diyecek bir şey yok. Kimse de bu duruma kızmaz. Adı üzerinde acemi. Çünkü bu şekil kıra döke program yapımcısı tecrübe kazanacaktır. Kasıtlı ve özensiz yapılan program, sadece programı yapan kimsenin egosunu tatmin eder. Başka da kimseyi memnun etmez.

Ders programı yapmak teknik bir iştir, aynı zamanda sanattır. Her adamın harcı değildir. Bir ders programı yapan, yaptığı programı kendisine verilecek bir program olarak görmelidir. Günler öncesinden yapacağı programın şablonunu kafasında oluşturmalıdır. Hemen hemen herkesi memnun edecek bir program yapmayı önce kafasına koymalıdır. Tıpkı bilgisayar gibi ufkunu geniş tutmalıdır. Makine/ders programı, program yapmada zorlandıkça değişik alternatifleri denemelidir.

Program yapan aynı zamanda eleştiri, öneri ve isteklere açık olmalıdır. Aldığı eleştirilere "Makine böyle yaptı. Yapacak bir şey yok" dememelidir. Çünkü makineye neyi girer, nasıl komut verirsen makine öyle bir program ortaya koyar. İyi bir program çıkaramayan "yapamadım, elimden bu geldi" demesi bile gönül almaya yeter. En azından bir itiraftır bu.

Programda hata yapılamaz mı? Yapılır elbet. Bazı nüanslar gözden kaçmaz mı? Kaçar elbet. Ama her programda aynı hatalar yapılmaya devam edilir ve bu tür hataların ne şekilde düzeleceği kendisine söylendiği halde önerilere kulak tıkanıyorsa bu tamamen bir aymazlıktır. Yaptığı işi ciddiye almamaktır. Muhatabına önem vermemektir. Böylelerinin karnesi zayıftır.

Öğretmenleri memnun etmeyen ders programlarının önüne geçilemez mi? Geçilir elbet. Niye geçilmesin. Yeter ki ders programını yapan kişiler, öğrenme azminde olsun, önerilere açık olsun ve bir bilenden destek alsın. Sahi, gerekli ve gereksiz her şeyin kurs ve seminerini veren milli eğitim müdürlükleri, okulların ders programlarını yapan yöneticilere "Bir ders programı nasıl yapılır" başlıklı bir kurs ya da seminer düzenleyemez mi?

*Yönetmelik "Öğretmenlerin hangi sınıfın, hangi dersine gireceği zümre öğretmenler kurulunda belirlenir" derken çoğu okul yönetimi, yönetmeliğin bu amir hükmünü uygulamaz ve kendi karar verir.


27 Ekim 2019 Pazar

Bir Değeri Emellerine Alet Etmek *


Bu ülkede Atatürk ve din, siyasete alet edilenlerin başında gelir. Bu durum zaman zaman da eleştirilir. Kimler bu değerleri emellerine alet eder veya etmez?

Atatürk'ü gerçekten seven, sevdiği gibi yaşayan, onun savunduğu fikir ve ilkelerin, ülke yönetiminde yerleşmesi için onu referans kabul eden, yaşantısı ile savunduğu ve yaptığı örtüşen kişi, Atatürk'ü emellerine ve siyasete alet etmemiş olur. Aynı şekilde dinin ilkelerini ve ahlaki değerlerini referans kabul eden ve dininin emrettiği şekilde yaşayan, söylem ve icraatları da çelişmeyen, örnek aldığı peygamber gibi etrafına güven veren kişi, dini siyasete ve emellerine alet etmemiş olur. Çünkü bu tipler -düşüncelerine katılalım veya katılmayalım-özü, sözü ve eylemi bir, samimi kişilerdir. Beslendikleri değerleri her nerede olurlarsa olsunlar savunur ve yaşarlar. Gizli ajandaları yoktur. Oldukları gibidirler.

Toplumun, inandığı değerler uğruna mücadele eden ve yaşayan kişilerle sorunu yoktur. Toplumun sorun olarak gördüğü tipler yaşantısı, eylemi referans aldıklarıyla örtüşmeyenlerdir. Çünkü bu tipler söylem ve icraatlarıyla halkın değer verdiği kişi ve umdeleri emellerine alet etmektedirler. Yeri geldiği zaman Atatürk'ü ve dini ilkeleri, baskı aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu tipleri gören halk, bunlar bu yaptıklarıyla Atatürkçü ise ben değilim veya bunlar bu yaptıklarıyla dindar, mütedeyyin oluyorsa ben böyle biri değilim, diyebiliyor.

Dini ve Atatürk'ü emellerine alet edenler bilerek veya bilmeyerek dine ve Atatürk'e zarar verebiliyorlar. Burada suç dinde, ahlaki ilkelerde ve Atatürk'te olmamasına rağmen halkta bu değerlere karşı bir soğukluk meydana gelmektedir. Her ne kadar kişilerin yaptığı, değerleri bağlamasa da bizde bir değeri, savunucuların yaşantısıyla ölçme gibi fiili bir durum söz konusudur. Yani bu durumda kişilerden ziyade değerler zarar görmektedir.

O halde ister ticaret, ister siyaset, ister gündelik yaşantıda ben de varım diyenlere düşen, inandığı değerler gibi yaşamayacaklarsa bu değerleri ağızlarına dahi almamalarıdır. Nasıl yaşıyorlarsa ona inansınlar. Başka türlü gölge etmesinler. Çünkü ağızlarına aldıkları değerlerle nemalananlar, en büyük zararı o inandığı ve sevdiği değerlere vermektedirler. 

* 09/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

“İster Yaz İster Yazma!” *

Oynamalı ve çalgılı bir düğüne dini bütün bir kadın da davet edilir. Kadın geçer bir kenara oturur. Az sonra oynaması için kadın meydana çağrılır. Kadın, ‘Güpegündüz herkesin içinde olmaz, üstelik erkekler de var’ diyerek daveti geri çevirir. ‘Bir kereden bir şey olmaz’ denir ve ısrar edilir. İstemeye istemeye kalkar, oynamaya başlar. Oynarken ‘Allah'ım günah yazma’ diyerek mırıldanır durmadan. Müziğin temposuyla aşka gelen kadın biraz daha şevkle oynamaya başlar. Ama yaptığının doğru olmadığını bildiği için ‘Biraz yaz, biraz yazma’ şeklinde mırıldanır. Oynamanın sonuna doğru müziğin ritmine ve ortama iyice kendini kaptıran kadın, var gücüyle müziğe eşlik eder. Ağzından da ‘İster yaz, ister yazma. Yazarsan yaz’ sözleri dökülür ve içindeki kurtları döker.”

Kısaca aktarmaya çalıştığım bu hikayeyi bilmeyeniniz yoktur. Yeri geldiği zaman bu tür kıssaları anlatırız ki kıssadan hisse alınsın diye. Burada ahlak ilkelerine önem veren, dini emirlere azami derece riayet eden bir kadının ısrar ve mecburiyet karşısında inandığı değerleri terk etmesi, ayaklar altına alması ve kendi ile çelişmesi anlatılmaktadır.

Bir defadan bir şey olmaz deyip yaptığımız birçok şeyin arkası maalesef geliyor. Yeter ki insanımız değerleriyle bir defa çelişmiş olsun. “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlar” sözü kısaca çok güzel özetler bu hikayeyi.

Dini bütün bir kadın üzerinden anlatılan bu olayı genellersek; günümüzde inandığımız değerlerimizle çelişen, ahlaki ilkelere ters olan ve dinen günah kabul edilen o kadar kötü şeyler yapıyoruz ki bu yaptıklarımıza karşılık “oynama” çok masum kalır.

Bir zamanlar adalet, ehliyet, liyakat, zulme karşı durma, kamu malını çarçur etmeme, manevi kalkınma, ahlaki değerlere sahip çıkma, aileyi koruma, inandığımız dini ve ahlaki değerleri uygulama ve hakim kılma gibi nice değerleri savunarak halkın teveccühünü kazanan nice insanlar vardır ki bu değerler sayesinde güce kavuştuğunu unutarak savrulma problemiyle karşı karşıyalar. Çünkü inandığı değerlerin içini boşaltarak hoyratça yaşamaya devam etmekteler. Dün prensip olarak neyi savunmuşlarsa bugün pratik olarak savunduklarının tersini yapıyorlar. Yani teori farklı, uygulama farklı. Durum bu iken genel geçer kuralları ve ahlaki ilkeleri ağızlarına almasalar eh değiştiler diyeceğim. Burada garip olan hala bu ilke ve değerler konuşuluyor ve bu değerlerin arkasına sığınılırken tersi icraatlara imza atılmasıdır. Bu durum “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz. Allah katında yapmayacağınız şeyleri söylemeniz çok çirkin bir davranıştır” uyarısına tıpatıp uymaktadır. Bu ayet meali, dil ile pratiğin uyum içerisinde olmasına dikkat çekmektedir.

Değerleriyle çelişmeyi ve savrulmayı ben, imkanı yok iken dürüst olmaya benzetiyorum. Kişi, elinde imkan ve güç yok iken alabildiğine dürüsttür. Durmadan savrulup giden, yanlış işlere imza atanları eleştirir durur. “Ben asla böyle yapmam. Zira bunun doğrusu budur” der durmadan. Ne zamanki bir güce kavuşur. İşte insanın sınavı burada başlar. Gücü ele geçirmeden önce savunduğu ilkelere riayet ediyorsa makamın ve gücün değiştiremediği kişidir bu. İdeal olan ve olması gereken de budur. Çünkü esas dürüstlük budur. Ama güç ile beraber dünkü savunduğu fikirleri terk edenler veya dilleri doğruyu söyler iken icraatları ters oluyorsa bu tipler gücün ve koltuğun altında kalmış kişilerdir. Esas imtihanı kaybedenler de bunlardır. Demek ki bu tiplerin dürüstlüğü elinde güç olmadığı içinmiş.

Savunduğu değerler ile bir güç olduktan sonra teori-pratik uyumuna riayet etmeyenleri bekleyen en büyük tehlike, kendileriyle beraber savunduğu değerleri de yok ediyorlar. Kendileri güçten düşerlerse o güzelim değerler de inecektir. Çünkü içi boşaltılmış değerlerin yüzüne kimse bakmaz.  

Umarım, yaptıklarıyla savundukları değerler çelişenler, kadının yaptığı gibi hala “Allah’ım! Günah yazma” diyorlardır. “İster yaz, ister yazma” veya “Yazarsan yaz” etabına geçmemişlerdir. Çünkü birinci etapta hala imandan bir şube olan utanma duygusu hakimdir.

* 15/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Giyim Tercihlerimiz

İnsanımız giyim ve kuşamda birbiriyle yarışıyor. İhtiyaç olsa da alıyor, ihtiyaç olmasa da. Tek giyimlik elbiselerimiz de eksik değil bu arada. 

Giyim ve kuşam için normal alışverişlerin dışında bir de düğün, bayram gibi özel günlerimizde giymek zorunda olduğumuz elbiseler olur. O kadar elbisenin içinde ne giyeyim telaşesi başlar. Gardroba bir göz atarak şunu mu giyeyim, bunu mu giyeyim; şunu giysem altına bu olmaz, bunu giysem üstüne şu gitmez deriz. Ne yapsam diyerek bir düşüncedir alır bizi. Fazla düşünmeye gerek yok deyip soluğu alışveriş mekanlarında alırız. Bu dünyaya bir daha mı geleceğiz sanki. Kefen giydirilmeden önce şöyle biraz giyinelim, hem de yakışan cinsten olsun. Sonra milletin içerisinde elalem ne der? Çünkü herkes bana değil, ne giymiş diye elbiseme bakacak. Rüküş bir şekilde giyinirsem tanıdıklarımın yüzüne nasıl bakarım sonra. Beğendiğim elbise biraz tuzlu olacak ama olsun. Para sorun değil. Nasılsa nakiti kaldırdık. Çektirdiğim kartın borcu bir ay sonra bir şekil ödenir. Milletin içerisinde moralim bozuk bir şekilde arzı endam etmektense keyfimi getirecek bu elbiseyi almalıyım. Hele bir de elbiseyi üzerimde görenler daha bana selam verip hal hatır sormadan önce "Ay! Elbisen ne güzel yakışmış" derse keyfime diyecek olmaz. Kafama takılıp aklımda kalacağına elbisem üzerimde olsun. Sonra ben o kadar fazla almıyorum ki...başkalarını bir görsen...bir giydiğini bir daha giymiyor. Ben yine iyiyim. 

Bu anlattığım giyim kuşam ve alışveriş düşkünü insan sayısı çevrenizde az değildir. Bu ben değilim anlayacağınız. Bana gelince ne bayram ne seyran ne düğün ne de dernek dinlerim, ne bulursam onu giyerim.  Gömlek pantolona uymuş mu, ayakkabı bu pantolona gider mi demem giyerim. Yani ne bulursam onu giyerim. Başkası ne der, yakışmış mı demem, üzerime geçiririm. Önemli olan temiz olması, yırtık olmamasıdır. Giydiğimi de kirleninceye kadar giyerim. Naçar kalmadığım müddetçe de yenisini almam. Yenisini alırken de marka ve pahalı ve de çok ucuz olanını almam. Ortasını alırım. Yaşım gereği ayağım ve boyum uzamasa da vücuduma göre almam. Ne olur ne olmaz deyip biraz gemi ve bol olanını alırım. Yani eski kafayım anlayacağınız. 

Size iyi alışverişler ve giyimler!

Suçlusun Öğretmenim! *


Toplum içerisinde halk ile iç içe olan bazı meslek grupları vardır ki çoğu zaman şiddete maruz kalırlar. Doktorluk ve öğretmenlik bu meslek gruplarının en başında gelir. İlk olmayan ve böyle giderse son olmayacak olan en son şiddet olayı da Diyarbakır'da bir okul bahçesinde öğrencilerin gözü önünde cereyan ediyor. 

Olayın iç yüzünü bilmemekle beraber basına yansıdığı kadarıyla okulun müdür yardımcısı, bir öğrencinin hal ve hareketlerinden dolayı velisini okula çağırtır. İki oğluyla beraber okula gelen veli, okulun müdür yardımcılığı görevini de yapan Görsel Sanatlar öğretmenini bahçede bir güzel döver. Veli, görüşmeye iki oğluyla beraber geldiğine göre öyle zannediyorum evinden gelirken taammüden kavga etmeye daha doğrusu öğretmeni dövmeye ve had bildirmeye gelmiş. 

Açılan soruşturmadan ne çıkar, olayın iç yüzü ne kadar ortaya konur bilmiyorum. Ama konu, velinin okula gelmesinden ibaret olmasa gerek. Bu olayın öncesi olmalı mutlaka. Değilse okula veli çağırmakla durduk yere kavga çıkmaz. 

Hepinizin okuduğu bu olayı ben basında çıktığı yönüyle değerlendireceğim ve veliye hiç toz kondurmadan şamar oğlanı öğretmene verip veriştireceğim izniniz olursa. Eti senin kemiği bizim, atış serbest dediğinizi duyar gibiyim. Aklınızla bin yaşayın. Ben de öyle düşünüyorum.

Öğretmenim! Neyine senin bir veliyi okula çağırmak? Veli kim, sen kim? Yerini ve haddini bilsen olmaz mı? Görüyorum ki haddini ve yerini bilmiyorsun. Eğer böyle devam edersen birileri şekil A da olduğu gibi sana haddini bildirir. 

Sen ki bir marabasın. Öğrenci ve veli ise efendidir. Efendisine hizmet için var olan bir marabanın yaramazlığından dolayı bir veliyi okula çağırması da ne oluyor! Sonra sen kimsin? Etin ne, budun ne? Veli ve öğrenci nezdinde hatta milli eğitim yetkililerinin gözünde değerin ne ki veliyi okula çağırmaya kalkıyorsun? Bil ki Yalova Kaymakamı kadar değerin yok. Sonra kim takar Yalova Kaymakamını! 

Bil ki problem öğrenci yoktur, problem veli de yoktur. Kendisi başlı başına sorun olan öğretmendir ve okul yönetimidir. Siz olmasanız bu okullar sorunsuz eğitim ve öğretim yaparlar. Ah, sorun olduğunuzu bir bilseniz! Keşke başkasına telkin vermeden önce kendinizin ne olduğunu ilk önce kendiniz bir öğrenseniz. 

Öğretmenim! Sen kendinde misin gerçekten? Çocuğunu şikayet etmek için bir veliyi okula çağırmak, affedilecek bir hata değildir. Sonra kıymetli vaktini çalarak veliyi okula çağırmaya ne hakkın var? Çocuk yaramazlık yapacak elbet. Sana düşen çocuğun yaramazlık yapmasına hoşgörü ile yaklaşmak. Adı üzerinde o bir çocuk daha. Ayrıca o çocuğun yaptığı sana göre yaramazlık. Veliye göre normal bir şey onun yaptığı. Çünkü o, kötülük nedir bilmeyen bir melektir velinin gözünde. 

Bereket senin bu yaptığına karşılık veli, okulu silahıyla basıp sana kurşun yağdırmadı. Şimdilik ufak çaplı bir tırpanlama ile sana gözdağı verdi. Umarım dikkate alırsın bu uyarıyı. Umarım sana vururken velimizin ve göz bebeği iki oğlunun eline ve ayağına bir şey olmamıştır. 

Aldığın darptan dolayı sana bir şey olmuşsa çok üzülmeyeceğimi bilmeni isterim. Bu uğurda eğitim şehidi de olabilirdin. Ama görüyorum ki nasip olmamış. Hoş başına bir şey gelse de büyük bir camia olan milli eğitim bundan etkilenmezdi. Nasılsa atanmak için sıra bekleyen yüz binler var. Müdür yardımcılığın da önemli değil. Zaten yaptığın evrak memurluğu. Yokluğunda milli eğitim elini sallasa elli meslektaşın birden sıraya girer. Yani yokluğunu aratmazlar. Meslektaşlarının bu dayanışmasını da unutma.

Şimdi sen hızını alamayıp o veliden ve muhterem iki çocuğundan şikayetçi olmuşsundur. Hakkındır. Ama keşke yapmasaydın. Okula çağırarak aldığın kıymetli vaktinden sonra velimiz bir de karakol ve adliyede vaktini harcayacak. Ama olsun, senin gibilerine haddini bildirmek için bu velimiz gerekirse pire için yorgan bile yakar. Velimizin değerli vaktini alsan da bereket bu davadan bir şey çıkmaz. Adalet mekanizmasına bu konuda güvenimiz tam. Nasılsa "Adli kontrol şartı" ile salıverecek. Ki olması gereken de bu. Bir öğretmen için kusura bakmayın da bir velimizi harcamayız. Çünkü veliler ve göz bebeği çocuklar bizim birer velinimetimizdir, küstürülmeye gelmez.

Hasılı öğretmenim! Velimizin vurduğu yerde gül biter.  Velimizin ellerine sağlık ve kendisine geçmiş olsun diyorum.

*28/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Velinin Ellerine Sağlık" başlığıyla yayımlanmıştır.






Zaaflarımız ve Şeytan *

İnsanoğlu, mükemmel bir varlık olarak yaratılmış olmasına rağmen bünyesi zayıflıklarla dolu. Olaylar, çektiği sıkıntılar ve bir şeyin olması için tabiatı zorlarcasına istekte bulunması bu zaafları gün yüzüne çıkarır. Çünkü zayıf yönleri insanın yumuşak karnıdır. Aynı zamanda çetin imtihanıdır.

Tarih sahnesi, insanın zayıf yönlerinden imtihan olmasıyla doludur. Güçlü bir irade gösterilmediği takdirde bu zayıf yönlerine mağlup olmayan yok gibidir.

İblis'in en zayıf yönü kendini beğenmişliği ve kibridir. İyi bir ırkçı ve kafatasçıdır şeytan. Topraktan yaratılan bir varlığın ateşten yaratılan kendisinden üstün olmasını hazmedemez. Ebediyen cehennemde kalacağını bile bile üstünlük fikrinden vazgeçmez ve ilk isyan bayrağını açar. Hak ve batıl mücadelesinde kötülerin temsilcisi olur. Üstünlüğü, Hz Adem'e kaptıran şeytanı ikinci bir zaafı takip eder: kıskançlığı.

İnsanın en zayıf noktalarının başında ölüm korkusu gelir. Makineye bağlı olarak yaşasa da hiçbir insan ölmek istemez. Çünkü insanoğlu tûl-i emel sahibidir. Bu konuda ilk imtihana atamız Hz Adem ve Havva tabi oluyor. Melekler ve cinlere karşı bilgisiyle galip gelen Hz Adem, ebedi ve ölümsüz olma zaafına yenik düşüyor. Kendilerine "Her türlü meyveden yiyin ama şu ağaca asla yaklaşmayın" denmesine rağmen şeytanın iğvasının esiri oluyor Adem ile Havva.

İlk imtihanda zayıf yönleriyle imtihan olan ve kaybeden Hz Adem ile Havva, nasılsa kaybettik, iş varacağına varsın diyerek burnunun dikine gitmiyor ve zaaflarıyla yüzleşerek pişmanlık duyuyor ve tövbe ediyorlar. Hatasıyla yüzleşen ve hatasında şeytan gibi ısrarcı olmayan Hz Adem, peygamberlikle taltif ediliyor.

Hz Adem ile Havva'nın tabi tutulduğu ebedi olma imtihanı, insanın yani bizim ilk imtihanımızdır. Kıssa, temsili olarak ilk atamız üzerinde cereyan etmiş sadece. Hangimiz olsak kaybedecek ve o ağacın meyvesinden yiyecektik.

Geçmişten günümüze asırlar geçse de insanın zaafları ortaktır. Hepimizin imtihanı farklı görünse de ortak noktası tüm soruların zayıf yönlerimizden çıkıyor olması. Kıyamete kadar bizim önümüze oturarak sağdan yaklaşarak bizi sapıtmakla görevli şeytan, boş durmuyor. Sürekli yumuşak karnımız zayıf noktalarımızı tetikliyor. Bu zayıf yönler kimimizde koltuk hırsıdır, kimimizde zenginlik hırsıdır, kimimizde şöhrettir, kimimizde kadındır/erkektir, kimimizde zararlı alışkanlıklardır, kimimizde kibirdir, kimimizde öfkedir vs.

Hasılı şeytan yumuşak karnımız zayıf noktalarımıza nokta atış ateş etmeye devam ediyor. Bu, dün böyleydi. Bugün de böyle. Yarın da böyle olmaya devam edecek. Zayıf noktalarıyla imtihan olup da kaybetmeyenlere ne mutlu! İmtihanı kaybedip de hatasıyla yüzleşip tövbe edenlere ne mutlu!

*29/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.