15 Ekim 2019 Salı

Kimlerin Görüşlerini Hesaba Katarım/Katmam?

Gece-gündüz, iki lafından biri birini öven, övdüğü kişiye toz kondurmayan, hatasını söylemeyen kişilerin görüşlerine hiç değer vermem. Zorunlu olmadıkça da dinlemem.

Sürekli başkasını kötüleyen, eleştiren, onun iyi yönlerini görmeyen, yaptığın iyi bir şeye bile bahane ve gerekçe üreten kişilere de aynı şekil saygı duymam, görüşlerine değer vermem. 

Kendisi ve sevdiği kişi veya grupla ilgili bir öz eleştiri yapmayan, aklını ve iradesini kullanmayan kişilerin görüşlerine de hakeza kapalıyım.

Bu saydığım üç grup insan başka fikirlere ve kişilere kulaklarını tıkamış kişilerdir. Hayata at gözlüğüyle bakarlar. Ön yargılı ve peşin hükümlü kişilerdir. Nazarımda bir saygınlıkları yoktur. Yanlarında hiç olmasam bir kaybım olmaz. Benim onlara, onların da bana verebilecekleri bir şeyleri yoktur.

İnsanlarla ilişkisi menfaat ilişkisine dayanır. Menfaati yoksa parmağını oynatmaz. Makam ve şöhret sahiplerine yaltaklanır durur. Beklentisi yüksektir. Göze girmeye çalışır. 

Çok konuşan, sözü kimseye kaptırmayan, her konuda sorulmadığı halde görüşünü söyleyen, başkasını dinlemeyen kişilerin dili açık, kulakları kapalıdır. Boş tenekedir bunlar.

Haklı olduğunu bildiği halde sesini çıkarmayan ve renk vermek istemeyip sessizliğe bürünen kişiler, cenazene katılması aleyhine olduğunu bilse cenazene bile katılmazlar.

Sadece kendi görüşünü doğru kabul eden, muhataplarına tepeden bakan, onlara değer vermeyen kişinin önce kendisine hayrı olması gerekir.

Her gün bir ekranda aynı görüşlerini açıklamaktan başka bir iş yapmayan, diğer katılımcıların sözlerinin arasına giren ekran budalası kişiler, sadece ekranda kalabalık ederler. Başka da verebilecekleri bir şeyleri yoktur. Çünkü bu tipler gece boyunca tv ekranında olur, sabaha doğru evine gider, öğleye kadar yatar. Öğleden sonra işine gider, işinde öylesine görünen bu tipler akşama doğru esas işi olan ekrana çıkmaya hazırlık yapar.

Kimlerin görüşünü hesaba katarım? Bir gruba, partiye ait olduğu halde objektif tespit yapmaktan kaçınmayan; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen, bir şeyleri kapatmaya çalışmayan, bir makam veya mevki beklentisi olmayan kişilerin görüşlerine değer veririm. Bu tipler mevcut durumun bir fotoğrafını çektikten sonra nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici görevinde bulunurlar. Sayıları da pek az.

Kim Tutar Bakan Zümrüt'ü? ***


Gazetelerde yer alan "Çalışan annelere 650 TL destek" haber başlığını görünce sanırsınız ki çalışan tüm annelere bu destek verilecek. Haberin içeriğine bakınca "Ankara, Antalya, Bursa, Elazığ, İstanbul, İzmir ve Malatya illerini kapsayan sigortalı çalışan, çocuğu 0-60 ay arasında olan ve çocuğunu Bakanlığa bağlı kreş, anaokulu veya gündüz bakımevine gönderen annelere 24 ay boyunca 650 liralık maddi destek verileceği" anlaşılmaktadır. "Kurumsal Çocuk Bakım Hizmetleri Yoluyla Kadın İstihdamının Desteklenmesi Projesi" gereğince mali destekten yararlanmaya hak kazanan 13 bin anneye de tek seferlik kırtasiye yardımı yapılacakmış. SGK tarafından uygulanacak bu projenin maliyetinin 169 milyon lirayı bulacağını açıklamış Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Sayın Selçuk.

Ne diyelim? Öncelikle hayırlı olsun demek düşer bize. Babaanneye verilen toruna bakma maaşından sonra Sayın Bakan, aileyi koruma ve kadınları istihdama yöneltme projesini bir adım daha ileriye taşımış oldu.

Merak ettiğim, niçin sadece yedi ili kapsıyor bu proje? Seçilen illerde nüfus azalması var da verilecek 650 liralık destekle buralardaki çocuk nüfusu artırılmaya mı çalışıyor? Madem kadının çalışmasına destek verilecek, niçin 81 vilayet yok bu işin içerisinde? Sonra kim 650 lira için çocuk düşünür?  Ayrıca niçin çalışan işçi kadın? Memurları niçin kapsamıyor bu proje? Onların ki çalışma sayılmıyor mu?

Bakandır, bakar; nereye, nasıl ihtiyaç vardır, tespitini yapar ve bir projeyle oralara destek verir. Sonra bize ne; nereye, kime ne kadar verileceği? Haklısınız, gözümüz yok. İstediği yere, istediği kadar versin. Bizi asla alakadar etmez ama izin verirseniz züğürt misali ağzımı yoracağım.

Öncelikle bu proje, Sayın Bakan'a ait bir proje mi yoksa AB delegasyonun dayattığı bir proje midir? Üzerime vazife değil ama mademki çalışanlar teşvik edilip desteklenecek. Ben olsam şu kişilere daha öncelik verirdim:
*Yüzde 14'lere ulaşan işsizlere kaydırırdım bu 650 lirayı. Çünkü çalışan anne ve babanın evine az veya çok bir, belki de iki maaş girerken işsiz insan tek maaştan mahrum.
*Çalışan anne veya babanın aldığı çocuk veya çalışmayan kadın için verilen sembolik eş yardımını sembolik olmaktan kurtarıp artırma yoluna giderdim.
*Bu parayı asgari ücretle çalışan işçilere yansıtır, maaşlarına ilave zam verdirme/verme yoluna giderdim.
*Aynı yıl kamu işçilerine ayrı, memurlara ayrı zam oranı vermez. Her İkisine de dengeli bir zam oranı yansıtarak işçi-memur arasında ayrım yapmaz ve konuyu Kamu Hakem Kuruluna taşımazdım.
*Küçük bir kesimin sempatisini kazanma yerine, bu parayı daha geniş kesimlere yayarak daha fazla kişinin sempatisini kazanma ve hayır duasını alma yoluna giderdim. 

Anladığım kadarıyla Sayın Bakan, zam görüşmesindeki uzlaşmaz ve tavizsiz tavrını daha fazla kesimin sempatisini kazanmama  yolunda da devam ettiriyor. Bu konuda istikrar abidesi dense yeridir. Gördüğünüz gibi Bakanın daha geniş kesimler tarafından sempati kazanması derdi de bana düştü. 

***22/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Siz Olsanız Kur'an-ı Kerim Derslerini Nasıl Bölersiniz?


Diyelim ki öğretmensiniz. Öğrenciler seçmeli ders olarak Kur'an-ı Kerim dersini seçti. Okulunuzda boş derslik var, yönetmelik gereği sınıfınız Kur'an-ı Kerim derslerinde ikiye bölünecek. Öğrencilerinizin kimisi Kur'an okumayı biliyor, kimisi bilmiyor. Siz olsanız sınıfı nasıl bölersiniz?

A-Kur'an-ı Kerim okumayı bilen öğrencileri bir öğretmen, bilmeyenleri diğer öğretmen alır. Bu durumda sınıfın birinde Kur'an okuyanlar, diğerinde cüz okuyanlar olur. Bilen ve bilmeyen öğrenci eşit olmaz. Bir öğretmene belki üç beş öğrenci fazla veya eksik gidebilir.
B-Öğrenciler, Kur'an okumayı bilsin veya bilmesin; sınıf numarasına göre eşit bir şekilde bölünür. Bu durumda her iki sınıfta da hem cüzden başlayanlar hem de Kur'an okuyanlar olur.

Sahi siz olsanız bu sınıfı nasıl bölersiniz? Eğer tercihiniz A seçeneği ise aklın yolu birdir doğru yoldasınız. Çünkü olması gereken budur. Bu, yönetmeliğe, sınıfın bölünebileceğini koyan iradenin tercihine daha uygundur. Çünkü sınıfın bölünmesinden maksat seviye sınıfının oluşturulmasıdır. Bu tasnif daha adil olanıdır. Sanırım Türkiye'nin hangi okulunda bu dersi okuyan sınıflar ikiye bölünmüşse tasnif bu şekilde olmuştur.

B seçeneğini yani ister cüz ister Kur'an okusun, numara sırasına göre sınıfı/öğrencileri eşit bir şekilde ikiye bölen okul var mıdır derseniz? Olmaz olmaz demeyin. Burası Türkiye. Maalesef nadir de olsa var.  Bu mantık, adalet yerine eşitlikçiliği tercih eden mantıktır. Öğrenci eşit ve tam bölünsün de çocuk Kur'an bilsin veya bilmesin önemli değil. Hatta o kadar eşitlikçi bir anlayış ki bu tiplerin imkanı olsa, sınıf mevcudu eşit bir şekilde bölünemeyecek şekilde tekli rakamdan oluşuyor ise; fazla olan bir çocuk, teknik olarak ikiye bölünebilse bölünür. Çünkü eşitlikçi mantık bunu gerektirir. Bu durumda kurada bir çocuk fazla alan öğretmen büyük fedakârlık göstermiş olur. 

Seviye sınıfı yerine numara sırasına göre sınıfı eşit bir şekilde tam ikiye bölen öğretmen, bu Kur'an dersini nasıl okutacak?
A-Birleştirilmiş sınıf öğrencilerini okutur gibi dersin bir kısmında Kur'an okuyanları okutur, diğer kısmında da cüz okuyanları okutur. Bu durumda öğretmen hangi grup ile ilgileniyorsa diğer grubu ödevlendirmesi gerekiyor. Yani çocuk seni dinlemez, ödevini yaparsa ne âlâ... Bu şekil ders sınıfın geneline hitap etmez, ders pek verimli geçmez ise de başka çare yok. Eldeki malzeme ve şartlara göre olması gereken budur. En azından çocuğun seviyesine göre ders işlenmiş olur.

B-İster Kur’an bilsin veya bilmesin; öğretmen, tüm sınıfa harfleri en baştan sıra ile verir. Bilmeyenler harfleri bu yol ile öğrenmeye çalışırken bilen öğrenciler “Et tekrâru Ahsen, velev kâne yüz seksen, yani “Tekrar güzeldir, velev ki yüz seksen kere de olsa” sözü gerçekleşmiş olur. Tabi öğrenciler bu şekil bir anlatımdan sıkılmazlar ise. Ama sıkılsalar da eşitlikçi davranış ve ders metodu ortaya konmuş olur. Hem böylece tüm öğrencilere hiçbir ayırım yapmadan eşit bir şekilde davranılmış olur. Eski köye yeni âdet diyeceğim ama eski köyde böyle bir âdet yok. Bu metot, Nasrettin Hocanın kardan yemek yapma teşebbüsüne benzese de eski eskimez köye, denenmek için getirilmiş yepyeni bir âdet denebilir. Ne diyelim, bu metodu uygulayanlara hayırlı olsun. Denemekte fayda var. Zaten bizim eğitim sistemimiz deneme yanılma tahtası, öğrencilerimiz de bu işin kobayı değil mi? Ne kaybederiz denemekle?


14 Ekim 2019 Pazartesi

Dünyanın Derdi Ne Bizimle? ***

Türkiye'nin dünyaya karşı kendini anlatma sorunu var. Mücadelemizde haklı mı değiliz? Gücümüz mü yok? Kendimizi dünyaya anlatamıyor muyuz? Dünya bizi anlamıyor veya anlamak mı istemiyor? İkna etme sorunumuz mu var? İyi bir diplomasi yürütemiyor muyuz? Dünya bizim her yaptığımıza niçin karşı? Niçin yanımızda bize destek veren ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor? 

*1915 Ermeni Tehcir olayını ve Ermenilere bir soykırım yapmadığımızı kimseye anlatamadık. Her yılın nisan ayında temcit pilavı gibi önümüze konur.

*Kıbrıs Harekâtını haklı yere yaptığımızı izah edemedik ve Kıbrıs sorununu çözemedik. Tek taraflı bağımsız bir devlet ilan ettik. KKTC dünyada devlet olarak tanınmadı.

*2015'ten beri terör örgütlerine karşı Suriye'de düzenlediğimiz barış harekâtlarını haklı yere yaptığımızı dünyaya izah edemedik. Dünya, 80'den beri bizi uğraştıran PKK neredeyse kucak açıyor. Nedense bizimle aynı karede görünmek istemiyor. Ne zaman sınır ötesi bir operasyon yapsak dünya ayağa kalkıyor, bizi işgalci olarak görüyor. Son Barış Pınarı Harekâtında da görüldüğü gibi.

*Batı'nın şımarık çocuğu Yunanistan ile kanlı bıçaklıyız. Ne zaman bu ülke ile adalar, karasular veya diğer konularla ilgili bir gerilim yaşasak yanımızda yine kimse yok.

*Ülkemiz 15 Temmuz 2016'da hain bir darbe teşebbüsüne maruz kaldı. Bir ülkeyi işgal eden ve o ülkeyi bombalayan bir devlet gibi uçaklar önemli yerleri bombaladı. Kanlı kalkışma 251 insanımıza mezar oldu, binlerce insanımız yaralandı. Tüm bunları ve daha fazlasını canlı yayında izleyen dünya, bu darbeyi mizansen veya "Kontrollü darbe" olarak gördü. Bu fiili darbenin arkasında, önünde ve sahada FETÖ'nün olduğuna dünyayı ikna edemedik. Bizden kaçan ne kadar darbeci FETÖ'cü varsa dünya onlara kucak açtı.

*Bize karşı çıkan, bizi anlamayan sadece Batı ve ABD değil, dindaşız dediğimiz Arap ve İslam ülkeleri de yok yanımızda. Onlar da bizi kınıyor ve işgalci olarak görüyor.

*Her derdinde yanında yer aldığımız,  maddi destek sağladığımız, dünya kamuoyuna karşı savunduğumuz ve bundan dolayı başta İsrail ve Yahudi lobisiyle ikide bir karşı karşıya geldiğimiz Filistin de karşı tarafta.

*Nerede bir mağdur varsa, yapılan yardım seferberliğiyle tüm vakıf ve derneklerimiz dünya mağdurlarının yardımına koşuyor.  Gayri safi milli hâsılamıza göre yardımda dünya birincisiyiz. Kurbanlarımızı onlara gönderiyoruz. Onlara yapılan haksızlıklara destek vermek amacıyla ülke çapında protesto eylemleri düzenliyoruz. Karşılığında ödül olarak karşı cephede yer alıyorlar.

*Kıbrıs Barış Harekâtını ve hâlihazırda yürüttüğümüz Barış Pınarı Harekâtını haklı yere yaptığımızı, KKTC Cumhurbaşkanı da anlamamış görünüyor. Gelen tepkiler üzerine "Samimi duygularını ifade ettiğini ve sözlerinin çarpıtıldığını" söyleyebiliyor.

Dünyanın bizim karşımızda ve bize karşı saf tuttuğuna daha onlarca örnek verebilirim. Sanırım bu kadarı yeterli. Maalesef durumumuz bu. Dünya bize karşı. Varlığımız mı batıyor, haksız yere mücadele ettiğimiz mi sanılıyor...inanın çok anlamış değilim. Anladığım, bir şeylerin ters gittiği, diplomasiyi iyi yürütemediğimiz ve dünyayı ikna edemediğimiz. Ya dünyada bir sorun var ya bizde bir sorun var ya da anlatmamızda bir sorun var.

Yaptığımız her harekette dünya karşımıza dikilince yaptığımız tek şey, hepsine birden kızmak, ayar vermek ve bağırmak. Maalesef bunlar da işe yaramıyor. Keşke çözse de hep beraber gece gündüz kızıp bağırsak dursak.

Hasılı iç ve dış düşmanlara karşı yıllarca hayat memat mücadelesi veriyoruz. Nerede bir mağdur ve mazlum varsa imdatlarına koşuyoruz. Herkesten önce inisiyatif alıp sahada yer almaya çalışıyoruz. Daha mağdur ülke sesini çıkarmadan biz sesimizi yükseltiyoruz. Sonuç; dünyada bir başına ve yalnızız. Şu yalan dünyada, kurtlar sofrasında kendi göbeğimizi tek başına kesmeye çalışıyoruz. Bir yerlerde hata yapıyoruz ama nerede? Bence ülke olarak nerede hata yapıyoruz diye kendimizi bir sorgulamalıyız ve son çare olarak, İngilizce öğrenmeye verdiğimiz önemi biraz da İngiliz siyasetini öğrenmeye versek daha iyi olacak diye düşünüyorum.

***17/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

13 Ekim 2019 Pazar

Nasıl Düşünemedim? *

Pek bir şey olamadığım bu hayatta, çok şey olmak istedim. Belediye başkanı, bakan yardımcısı, bakan, vekil, cumhurbaşkanı, teknik direktör, bir yönetim kurulu üyeliği, kamu hakem kurulu üyeliği, parti başkanlığı, milli eğitim müdürü, okul müdürü vs. Ama ne edersiniz ki talihim gülmedi ve hiçbiri nasip olmadı.

Olmak istediğim şeylere bakınca, birbiri ile alakası olmayan makamlara heveslendiğimi düşünebilirsiniz. Hepsinin ortak noktası bir koltuğunun olması. Zaten benim istediğim de bu idi. 

Bugünden geriye bakıyorum. İstemediğim ve heveslenmediğim bir koltuk kaldı mı diye. Düşündüm düşündüm. İmdadıma Arap Birliği geldi. Neden bir Arap ülkesinin başında emir, şeyh olmayı düşünmedim? Hay Allah! Nasıl düşünemedim? Bir elim yağda, diğer elim balda olurdu. ABD'ye sırtımı dayayıp sırtım yere gelmezdi. Ülkemin öyle büyük olmasına gerek yoktu. Şöyle üç-beş petrol kuyusu olsa yeterdi. Yap-işlet-götür  modeliyle bir Amerikan firmasına kuyuları teslim ederdim. Bana suyunun suyunu verse yeterdi. Çünkü o bile dünyanın parasıdır. Beni, çocuklarımı ve sülalemi beslerdi. Emirliğimin iç ve dış güvenliğini ABD'den aldığım silahlarla korur gibi yapardım. Nasılsa patronum beni petrolüm sayesinde uçan kuştan korurdu. Paramın arta kalanını efendimin bankalarına yatırır, onu ayakta tutardım. Bu arada bilmenizi isterim ki paranın faizini almazdım. Müslüman’ım ne de olsa...Bankama talimat vererek faizini Kızılhaç'a göndermelerini isterdim. 

Dünya siyaseti diye bir derdim olmazdı. Daha doğrusu ilgilenmez ve kafamı yormazdım. İçinde yer aldığım, birbirimizle tencere kapak olduğumuz Arap Birliği'nin kararı, benim kararım olurdu. Daha doğrusu bana bu emirliği bahşeden ve güvenliğimi sağlayan, varlık sebebim efendim, ne derse o olurdu. Sair zamanlarda otur derse oturur, kalk derse kalkardım.  Şereftir benim için. Efendime karşı boynum kıldan ince olsa da efendimin düşmanlarına karşı özellikle Türkiye'ye karşı aslan kesilirdim. Kim Türkiye'nin karşısında ise ben ve Arap ligim yani biz bedeviler, onların emrine amade olur, yanlarında saf tutardık. Türkiye ile beraber olacağıma Batı'nın çarığını her zaman yeğlerdim. Mecburen ezeli düşman -gibi- göründüğüm İsrail ile birlikte Türkiye'nin hep karşısında olurdum. Hatta zaman zaman "Keşke I.Dünya Savaşında şu Osmanlı'ya arkasından biraz daha vursaydım" diye hayıflanır dururdum. Türkiye kızarmış. Kızsın dursun. Umurumdaydı sanki!

Şu hayal kurduğuna bak, olmayacak duaya amin diyorsun, diyebilirsiniz. Olmaz olmaz demeyin. Bu dünyada olmaz dediğimiz neler olmadı ki... Sonra Arap krallarından neyim eksik. Belki de tek dezavantajım şekil ve şemailim. Ne de olsa saçlarım turuncu. Araplarda bu renge pek rastlanılmaz. Ama bunu da aşardım. Petrol gelirim vardı nasılsa. Durmadan siyaha boyatırdım saçlarımı. 

Hasılı gördüğünüz gibi her yönüyle bugünkü Ortadoğu devletçik emirlerini aratmayacak şekilde yeteneklere sahibim. Bir emir olmamam için hiçbir sebep yok. Neden olmasın?

*16/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

"Herkes Kalıbına Göre İş Yapar" ***

Altı ay aradan sonra Mehmet Okuyan, bir konferans için cumartesi günü yine Konya'ya geldi ve dinleyicileriyle buluştu. "Kur'an ve Sevgili Peygamberimiz" konulu bir konferans verdi. Özel bir otelin büyük salonu hınca hınç dolu idi. Ön tarafa konmuş ilave sandalyelere rağmen konferansı ayakta dinleyen kişiler de eksik değildi. Hamdele ve salvele ile başlayan konuşma 2,5 saat sürdü. Konferans uzun sürmesine rağmen salon boşalmadı. Birçok dinleyici elinde kağıt kalem, not aldı durdu.

Ortam güzeldi, hoş bir konuşma oldu. Ne konuştu derseniz? Konu malum. İyi konuştu diyeceğim ama buna dair de bir anekdotunu anlattı: Bir gün bir yerde bir konferans verdim. Başka bir yere yetişmek için dinleyicilerin arasından hızlıca yürüdüm. Kol kola giren iki kişinin konuşmasına kulak misafiri oldum. Amma iyi konuştu adam dedi. Yanlarına yaklaştım. Ne konuştu dedim. Adam çok güzel konuştu. Bir cümle söyle dedim. Sen de salonda idin. O kadar dinledin. Anlamadıysan ne diyeyim dedi. Sonunda ya hu konuşan bendim. Bana aklında kalan bir cümle söyle dedim. Bana ooo hocam deyip sarılmaya kalktı. Sorum da ısrarcı olunca ne konuşmadın ki dedi. Evet, ne konuşmadı ki! Aynı duruma düşmemek için aklımda kalanlardan bir kısmını size aktarmak isterim:

“Herhangi bir cemaat, grup, tarikat bağım yok. "Allah'a çağıran ve yararlı iş yapan ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel  sözlü kim vardır" (Fussilet 33) ayetine iman etmiş ve bu ayet gereğince Kur'an'ı anlatmaya çalışan inanmış bir kulum. Yanlış anlatımım bana ait, eksiklik bendendir. Bunda Kur'an'ın bir suçu yok… Bana üniversitemde değişik bölümlerden soru sormak için gelen ateist ve deistler oluyor. Hepsinin böyle olmasının sebebi yanlış anlatımları din yerine koymaları, din adına anlatılanlar. Yani yolcuya kızarak yola küsmüşler.

Peygamberimizi Kur'an’dan ayetlerle tanıtmaya çalıştı. Çünkü onun kim olduğunu ve misyonunu en iyi Kur'an anlatır dedi. Peygamber de Kur'an'dan beslendi, Kur'an onu inşa etti dedi… Bir şeyin eskiden beri geliyor olması o âdetin doğru olduğu anlamına gelmez. Kur’an’da kesir ve ekser ifadeleri ile çoğunluk eleştirilir. Kalabalıklar hakikatin ölçüsü değil. İbrahim tek başına bir ümmetti. Taraftarı fazla yok demek doğruluğun ölçüsü değil. Gücün sözüne değil, sözün gücüne güveniriz. Asıl yüce olan Allah'ın kelamıdır.

Sünnet, Kur’an’da yapın denenleri hayatına tatbik etmektir. Yoksa alternatif üretmek değildir.

Allah'a din öğretmeye çalışanlara karşıyım. Bazıları alta diğer kitapları, en üste de Kur'an’ı koyuyor, Kur'an’ı okumaya sıra gelmiyor. Bu piramit tersine çevrilmeli… Kur'an'ın gayesi adam eksiltmek değil, adam kazanmaktır… Peygamberin ümmiliği okuryazar olmadığı değildir. Başka bir ilahi kitap okumadığı, ehli kitap ve kendisine ait bir el kitabı olmadığı anlamına gelir… Peygamberimiz bizim için en güzel örnektir, rol modeldir, idolümüzdür… Nezir, uyaran anlamına geldiği gibi kendisini davasına adayan adam manasına da gelir. Biz de onun misyonunu devam ettirmeliyiz. Ben sizi Kur'an ile uyarıyorum. Kur'an'da 6236 ayet var. Bu, bize 6236 mesaj gelmiş demektir.  Biz de Allaha çağırmalıyız. Cemaatimize değil. Bir gün ben sizi kendime çağırır, tek doğru benim dediğim dersem, bu adam tırlattı deyin.

Kur’an’ın ilk emri oku, yani kıraat, aklın okumasıdır. Sahibini anlamaya çalışmaktır. Okuduğunu anlamıyorsan bu, okuma değildir. Okuduğumuzu anlamak için inceden inceye düşünmemiz gerekir… Müzzemmil’de anlatılmak istenen, “geceyi ihya et ki gündüzün vahiyle dolsun” anlamındadır. Bu hitap sadece peygamberi değil, bizi de bağlar. Öncelik Kur’an olmak üzere her şeyin okunması ve herkesin dinlenilmesi gerektiğini, sonra da sözlerin en güzeline uyulmasının emredildiğini sözlerine ekledi. Hatta şeytan bir kitap yazmışsa onun kim ve ne olduğunu bilmek için okunmasını tavsiye ediyorum” dedi.

Konuşmasının sonuna doğru Tirmizi, Darimi ve Müsnet’te geçen Kur’an’ın tanımının yapıldığı bir hadisi şerife yer verdi. Ardından “Bir söz peygamberin ağzından döküldüğü kesin ise ‘Ben bunu kabul etmiyorum’ demek o kişinin inancında sorun olduğu anlamına gelir” dedi.

Uzun konuşma bir sayfa ile özetlenemez. Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Söylediği her cümleye Kur’an’dan en az bir ayetle delil getirmesi, kendisini Kur’an’a vakfettiğinin bir göstergesi. Kendisine ayaklı Kur’an dense yeridir. Bu kitaptan sınav olacağız dedi durdu birkaç defa.

Konuşmasında beni en çok etkileyen cümlesi "Herkes Kalıbına Göre İş Yapar" (İsra 84.ayet) cümlesi/ayeti oldu. Bunu da konferansı organize eden iş adamının konferansın başında, isim vermeden salon tahsisinde zorluklar yaşadığını, engellemelerin yapıldığını ifade etmesi üzerine söyledi. Bu konuda başka da bir şey söylemedi. Zaten ayet, taşı gediğine koydu.

***15/10/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

12 Ekim 2019 Cumartesi

İçeriye Dikkat! *

Tüm Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı adını verdiğimiz Fırat'ın doğusuna yaptığımız operasyona yoğunlaşmışken içeriye dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sınır ötesinde bir operasyon yiyen ve köşeye sıkışan terör örgütü, içimizde barındırdıkları militan ve sempatizanları vasıtasıyla büyükşehirlerde terör ve canlı bomba eylemlerine yönelebilir. Bu tür terör DAEŞ'ten ve PKK'dan gelebilir.

Türkiye öyle bir ülke ki her terör örgütünün mensuplarını bünyesinde barındırıyor. Terör örgütleri ülkenin her bir yerinde terör yapma potansiyeline sahipler. Adı üzerinde terör örgütü bunlar. Her şey mubah onlar için. Hiç ummadığımız bir zamanda, beklemediğimiz yerlerde ses getirici, canımızı yakacak kanlı eylemlere girişebilirler. Bu yüzden gözümüzü dört açıp geriyi ihmal etmememiz lazım. Çünkü gerimiz çok sağlam değil. 

Bu aşamada istihbaratımıza büyük görevler düşüyor. İstihbarat, diğer günlere oranla bugünlerde daha iyi çalışmalıdır. Ortamı asla boş bırakmamalıdır. Her türlü veriyi, şüpheyi değerlendirmelidir. Gerekirse terör potansiyelini taşıyan herkesi dinlemeye almalıdır. Bugünlerde pek eylemine şahit olmadığımız DHKP-C terör örgütü gibi uyuyan örgütleri de takibe almalıdır. Çünkü adları farklı olsa da terör örgütleri birbirleri adına görev üstlenirler. Hatta istihbarat üyeleri kendilerini terör örgütü mensubu yerine koyup "Ben olsam bu aşamada nerede, nasıl bir eylem gerçekleştirebilirim" sorusu üzerine beyin jimnastiği yapmalıdır. Polis, şehir girişlerinde araçları asayiş ve güvenlik amaçlı rutin kontroller yapmalıdır.

Ülke içinde insan yoğunluğunun çok olduğu yer ve saatlerde yapılacak bir terör eylemi, halkta infiale sebebiyet verebilir. Operasyon devam ettikçe -temenni etmesek de- askerimiz şehit oldukça zaten yüreğimiz yanıyor. Her geçen gün şehit sayısının artması endişesini taşırken büyükşehirlerin kalabalık meskûn mahallerinde girişilecek bir kanlı eylem, toplumu iyice gerer. Bir kanlı eylem provokasyonlara da zemin hazırlayabilir. O yüzden aman dikkat diyorum.
***
Değinmek istediğim bir başka konu da yaptığımız sınır ötesi operasyonla ilgili dünyadan gelen tepkilere değinmek istiyorum. Gördüğüm kadarıyla başlattığımız operasyona pek destek yok. Kınayan ülkelerin yanında Türkiye’ye silah satışını durduran ülkeler de var. Ülke insanını en fazla ilgilendiren, Arap ülkelerinin nasıl bir tavır takınacağı idi? Aslında Arap Birliğinin nasıl bir tavır takınacağını merak etmek, Arapları tanımamak anlamına gelir. Toplantıda operasyonu “işgal” olarak değerlendirmişler ve Türkiye’yi kınamışlar. Bu karara şaşırmadım doğrusu. Çünkü koltukta kalmaları ABD’ye bağlı bu yuları bağlı ülkelerden başka bir karar almaları beklenmezdi zaten. Boş verin, konu edindiğimize denmez. Çünkü köle ruhlu insanlardan, özgür karar almaları beklenmez. Biz onların kınamasına aldırmadan kervanı yürütmeye devam edelim. 2011’den beri Suriye’nin yarısını ABD, diğer yarısını da Rusya işgal etmiş ABD ve Rusya’ya gıkını çıkarmayan bu kuklalar, biz operasyon yapınca işgal akıllarına geliyor.

Bir söz de “Biz Filistin için her şeyimizi ortaya koyuyoruz. Filistin de bizi kınayanlar arasında” şeklinde tepki gösteren ve serzenişte bulunanlara söyleyeyim. Filistin dediğimiz devlet, işgal altında ve özgür iradesi olmayan, kağıt üzerinde bir devlet. Bağımsız devlet olduğunu sanan ülkeler bir irade ortaya koyamaz iken işgal altındaki bir Filistin nasıl iradesini ortaya koysun.

*14/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.