8 Ekim 2019 Salı

Bankamatik Memurları *


Bugünkü yazıma anlatılan bir hikâyeyle başlamak istiyorum. Adamın biri cemaatle namaz kılmak için bir camiye gelir. Namazın bitiminde kendi kendine "Acaba bu camide Allah'ın kaç veli kulu vardır" diye sorar. Az sonra yanına biri gelir, omzuna dokunur ve "Seninle iki kişiyiz" der.

Hikayenin aslı yoktur ama anlatmış oldum. Şimdi bu hikayeden hareketle, bir soru da ben sorayım. Acaba hâlihazırda Türkiye'de kaç bankamatik memuru vardır? Bu soruya cevap verebilecek var mı? Bu soruya geçmeden önce bankamatik memuru kime denir? Umarım biliyorsunuzdur. Bilmeyenler için söyleyeyim. Bir işi olduğu halde işe gitmeyerek maaşını almaya devam edenlere denir. 90'lı yıllarda yaygındı bankamatik memuru. Bu konu hükümetlerin canını sıkan ve başını ağrıtan konulardan biri olmuştur hep. 

Son yıllarda bu bankamatik memurlarında epey bir artış oldu. 2014 yılında çıkarılan kanunla birçok müdürler, müdür yardımcıları özlük haklarına dokunulmadan el çektirildi. Çoğu mesaisini evinde yapıyor. Yani işe gitmiyor. Çünkü gidecek yeri yok ve devletin bunlara ihtiyacı yok. Bugün sayısı ne kadardır bilme imkanımız yok. Bu işi bilse bilse ilgili bakanlıklar bilir. Türkiye'nin kanayan yarası olan bu konu hakkında vekillere görev düşüyor. Pekala yazılı soru önergesi vererek halihazırda işe gitmediği halde maaş almaya devam edenlerin sayısı sorulabilir. Ancak doğru bilgiyi bu şekilde alabiliriz.

Kanunla oluşan bankamatik memurları konusunda halen bankamatik memuru olanlara kızacak değilim. Bu kişilerle çalışmak istemeyen devlete de bir şey diyecek durumum yok. (Kazanılmış hak gereği özlük haklarından yararlanmaya devam eden bankamatik memurları da bu durumlarından memnun değil.) Orta yerde bir yanlışlık var, emek sarf edilmeden ödenen maaşlar var. Bu meseleyi bir çözelim diyen de yok. İşime yaramaz deyip kenara koyup bankamatik memuru görevi yapan kişilerin yerine, bu işi daha iyi yapacaklar diye getirdiğimiz kişileri de tekrar bankamatik memuru yapıyoruz. Garip olan bu. Demek ki işleyişte bir sıkıntı var ve bu yol, yol değil. Bu işi çözecek olan devlettir. Çünkü bu durumu oluşturan kendisidir. Ya bu kişiler arasında emekliliğini hak edenleri ne yapıp ne edip emekli edecek ya “kazanılmış hak yoktur” deyip bu kişilere fiili olarak yapabilecekleri bir iş verecek ya da onları emsal bir göreve atayacaktır.

Orta yerdeki bu cenaze en kısa zaman diliminde kaldırılmalıdır. Çünkü bu durumdan ne bankamatik memuru ne devlet ne de vatandaş memnundur. Devlet ne yapıp ne edip bu durumla ilgili ve bundan sonra bankamatik memuru oluşturmamak için bir yol bulmalıdır. Kapasitelerine göre herkesten azami ölçüde faydalanma yoluna gitmelidir. Çünkü ödenen para milli servettir ve insan iş gücünden yeterince faydalanamıyoruz. Bu da bir nevi israftır.

* 20/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



7 Ekim 2019 Pazartesi

Peygamberlerin Misyonu*

Kur'an-ı Kerim'de gönderilen peygamber sayısı 25’dir. Fakat Hz Adem'den Hz Muhammed'e kadar gönderilen peygamber sayısı daha fazladır. Sayısını bilmiyoruz. Allah tarafından gönderilen peygamberlerin görevleri, melek vasıtasıyla Allah'tan aldığı vahyi insanlara duyurmak, izah gerekiyorsa açıklamak, vahyi kendi hayatlarına tatbik etmek ve ahlakıyla insanlara güzel örnek olmaktır.

Her bir peygamber, aldığı vahyi insanlara aktarırken Allah'ın bir ve tek olduğunu, ondan başka ilah olmadığını, yegâne kulluk edilecek tek varlık olduğunu, Allah'a başka şeyleri eş koşmamaları gerektiğini vs anlatıp durmuştur. Yani yeryüzünde fitne kalmaması ve dini sadece Allah'a has kılmak için uğraşmışlardır. Mücadelelerinin adı tevhit-şirk/hak-batıl mücadelesidir. Zulüm ve haksızlıklara karşı koymuşlardır. Ahlaki ilkeleri yerleştirmeye çalışmışlardır. 

Bana tek kelimeyle peygamberlerin mücadelesi nedir derseniz, şirke bulaşmış tevhidi asıl mecrasına koymak derim. Çünkü tarih boyunca insanlar Allah'ı biliyorlar: Evreni o yaratmıştır, doğa olaylarını yapan odur. İnsanlar Allah'a inandıktan sonra inandıkları tek Allah inancına başka şeyleri ilave etmişlerdir. İnançlarına bidat ve hurafeleri sokmuşlardır. Daha sonradan kattıkları bu şeyleri din kabul etmeye başlamışlardır. Toplumda bidat ve hurafenin hakim olduğu bir gelenek oluşturmuşlardır. Peygamberler bir nevi tevhidi şirkten temizlemek ve yerleşik düzenle mücadele yolunu seçmişlerdir. O yüzden Allah şirki en büyük zulüm olarak isimlendirir.

Hz Muhammed'in peygamber olarak görevlendirildiği toplum Allah'ı biliyordu. Hatta kendilerini İbrahim'in dininden olduklarını söylüyorlardı. Vallahi, billahi şeklinde yemin ediyorlardı. Kâbe onlar için kutsaldı. Aynı zamanda putlara tapıyorlardı. Niçin putlara tapıyorsunuz dendiğinde "Bizi Allah'a yaklaştırsın diye aracı kabul ediyoruz" diyorlardı. Peygamberimiz az uğraşmadı bu gelenek ve dine sonradan katılan bidat ve hurafelerle.

Bugün bidat ve hurafe yok mu? Var hem de fazlasıyla. Öyle zannediyorum peygamberlik kapısı kapanmasaydı, Hz Muhammed son nebi olmasaydı Allah gelenek, bidat ve hurafelerle mücadele edecek yeni nebiler gönderirdi. Çünkü günümüzde dini sadece Allah'a has kılma diyebileceğimiz tevhit inancı başka aracılarla şirke bulanmış durumda. Toplumda bidat ve hurafe gırla gidiyor. Bu geleneği savunanlar ve bunlara dini kılıf giydirenler de toplumda çok güçlü. 

Günümüzde peygamberlik müessesesi olmadığına göre şirk, gelenek, bidat ve hurafe ile kimler mücadele edecek? Hadiste geçtiği şekliyle bu işi âlimler yapacaktır. Ama işleri zor görünüyor. Rabbim şirkten, bidatten, hurafeden ve körü körüne geleneği takip etmekten bizleri korusun!

*01/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Hırsızlık Şüphesiyle Takip Edilmek *


Bir arkadaşım bir çay markasını tavsiye etti. Her yerde bulunmayan bu çayı bir markette bulabileceğimi söyledi. Sair zamanlarda alışveriş için gitmediğim bu markete bu vesileyle uğradım. Küçük bir market. İçi ağırlıklı olarak süt ürünleriyle dolu bu markette alışveriş yapmak bir mesele. Çünkü aralarda dolaşmak için biriyle karşılaşınca geçmesi için yan dönmen gerekiyor.

Alışveriş arabası almaya gereksinim duymadım. Nasılsa alacağım sadece çay idi. Çay reyonu nerededir diye bulduğum bir boşlukta yürümeye başladım. Bir kız çocuğu "Beyefendi! Zeytin indirimde. Rengi de kahverengi, çekirdeği de aynı. Normal fiyatı 17.00 lira. Bugüne mahsus 12 küsur. İster misin" dedi. Aldığım zeytin türü. Hele bir de indirimli ise kaçırır mıyım? Bizde indirimler normal fiyatının üzerine yeni bir fiyat yazıyorsun. Sonra yeni fiyata çarpı atıp "şok indirim" diyerek ürünü normal fiyatına satıyorsun. Sonra gelsin müşteriler! İşte ben de o müşterilerden biriyim. Ver kızım oradan 1,5 kilo dedim. Tartıp poşetin içine koydu, elime tutuşturdu.

Zeytin poşeti bir elimde, diğer elimde de başka bir yerden aldığım poşet olduğu halde çayların teşhir edildiği bölüme geldim. Giriş kapısının yanındaymış. Aradığım çay yoktu. Tekrar tekrar baktım. Sonra tüm markaları tek tek okuyarak aradığım çayı bulmaya çalıştım. Nafile. Başka bir yerde sergilenmiş olabilir mi diye göz attım. Yoktu. En iyisi aradığım çayı bir görevliye sormak deyip sağıma soluma baktım. Bana bir metre uzaklıkta kenarda kazık gibi duran benden daha yaşlı sivil giyimliden başkası yoktu. Ben yüzüne bakınca başını önüne eğiyordu. Bir görevli bulabilir miyim diye sağa sola bakarken gözüm tekrar ihtiyar amcaya ilişti. Elinde ne poşet ne önünde alışveriş arabası vardı. Tek yaptığı vardı: Dikilmek. Sonunda siz burada mı çalışıyorsunuz dedim. "Evet, buyurun" dedi. "...marka çaya bakmıştım, göremiyorum" dedim. "Elimizde kalmadı ama sipariş ettik, gelecek" dedi. Ne zaman dedim. "Bilemiyorum" dedi. Teşekkür edip hesapta olmayan ama almış bulunduğum zeytinin ödemesini yapmak için kasaya geçtim. Sonra evimin yolunu tuttum.

Yolda bir düşüncedir aldı beni. Marketteki yaşlı amcayı düşünmeye başladım. Bana yakın bir yerde hiçbir şey yapmadan dimdik niye bekliyordu? Tabi ya! Adam beni hırsız sanmıştı. Nasıl düşünemedim bunu... Bana o kadar yakında duruyor ki elimde zeytin poşeti ile kapıdan çıkmaya kalkışınca yakalayacaktı. Başka da bir izah gelmedi aklıma. Hoş, kaçsam beni yakalayamazdı. Beni yakalamaya kalksa da itekler kaçardım. Sadece biraz tecrübeye ihtiyacım var, o kadar. Sahibi miydi yoksa çalışan mıydı? Hırsızları yakalamak için o yaşta birine kimse iş veremezdi. Olsa olsa sahibi idi.

Bulunduğu muhit itibariyle bu markete hırlı-hırsız her türden kişinin gelmesi beklenir. Demek ki aldığını ödemeden giriş kapısından çıkıp giden çok oluyor ki her girene alıp kaçıracak gözüyle bakılıyor ve böyle bir tedbir almış olmalılar. Günde ne tip insanlarla karşılaşıyorlar ve tereklerden neler kaçırılıyor, kim bilir? Bunu ancak market ve mağaza sahipleri bilir. Aklımdan geçmeyen bir şey şüphesi ile takip edilmek zoruma gitti. Bulamadığım çay için hırsızlık damgası yemek de vardı. Ucuz atlattım. Ne günlere kaldık! Üzüldüm bu duruma…

*09/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Ekim 2019 Pazar

Çocuklar da İntihar Ediyor Artık!


04//10/2019 Cuma günü Kocaeli-Kartepe ilçesinde 9 yaşında ortaokula giden 5.sınıf öğrencisi Suriyeli bir öğrencinin mezarlığın kapısında intihar ettiği haberlere yansıdı. Vail isimli bu çocuğun intihar nedeni “Olay günü bir öğretmeni tarafından azarlandığı ve öğrenciler tarafından dışlandığı” yazıldı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bu intihar olayıyla ilgili “Gazetelerde çıkan azar ve dışlanma haberlerinin gerçeği yansıtmadığı” açıklandı. Çocuğun intihar sebebi derinlemesine bir inceleme ve soruşturma yapıldıktan sonra açıklığa kavuşacak.

Genç-yaşlı insanların değişik nedenlerle intihar ettiğini zaman zaman duyardım da 9 yaşında bir çocuğun intihar ettiğini ilk defa duyuyorum. İyinin ve kötünün ne olduğunu bilemeyecek yaşta daha günaha batmamış, büyük sıkıntılarla karşılaşmamış 9 yaşında, oyun çağındaki bir çocuk niye intihar eder? İntiharın hiç haklı gerekçesi olamaz ama canına kıyacak kadar bir çocuğu hayattan bezdiren ne olabilir? Aklıma hiç mantıklı bir izah gelmiyor.

Sıcaklığını ve gizemini koruyan bu olay vuzuha kavuşmadan bu konuda bir şey söylemek doğru değildir. Farz edelim ki çocukla ilgili inceleme yapıldı ve hazırlanan raporda iddia edilen azar ve dışlama olayı olmamıştır, dendi. Umarım çocuğun intihar nedeni basında yazılıp çizildiği gibi öğretmenin azarlaması ve arkadaşlarının dışlaması değildir.

Raporun temiz çıkması ile özellikle biz büyükler temize çıkmış olacak mıyız? Maalesef Suriyeliler konusunda çoğumuzun iyi bir sınav vermediğini ve çok da masum olmadığımızı söylemeliyim. Belki de bu konuda en masumumuz çocuklarımızdır. Yediden yetmişe çoğumuzun gözünü bir Suriyeli düşmanlığı bürüdü. Suriyelilere kızdığımız ve onları düşman gördüğümüz kadar ezeli düşmanımız Yunanistan’a, Ermenistan’a, ABD’ye, Rusya’ya kızmıyoruz. Haydi kızdık, onları aramızda istemiyoruz diyelim. Bari bunu çocuklarımızın yanında yapmayalım. “Çocuklar duymasın” dizisinden hiç mi bir şey kapmadık? Orada Haluk ile eşi tartışacağı zaman “mutfak” deyip çocukların yanından kalkarak mutfağa geçerlerdi. Biz büyüklerin birinci ve elzem meselesi Suriyeliler şimdi. Yanımızda çocuk var, onlar olumsuz etkilenir demiyoruz, her yerde Suriyelileri mesele ediniyoruz. Çocuklarımız da bizden farksız. Çoğu, Suriyelilere karşı barut fıçısı gibi. Özellikle yedinci ve sekizinci sınıflarda Suriyelilere karşı neredeyse topyekun düşmanca bir bakış ve dışlama söz konusu. Türkiye’nin en önemli sorunu ne dediğimde hep bir ağızdan “Suriyeliler” diyorlar. İnan biz kaşımasak Suriyeli çocuklar ile bizim çocukların arasında bir sorun olmaz. Nitekim çalıştığım okulda Suriyeli öğrenci ile aynı sırada oturan, teneffüse birlikte çıkan ve birlikte oynayan çocuklarımızı görüyorum. Bırakalım çocuklar çocukluklarını yaşasınlar. Kendi kavgamızı çocuklarımıza sirayet ettirmeyelim. Dokuz yaşında ortaokul öğrencisi denilen çocuk, ortaokul öğrencisi bile değil; daha ilkokul çocuğu. Yeni eğitim sistemiyle birlikte 5.sınıflar ortaokullu oldu ama hem fiziki yönden hem de ruhen hala ilkokul çocuğu hepsi. Ne bilir bu yaştaki çocuk intiharı?

İçimizde sığınmacı olarak yaşayan Suriyeliler üzerine çok yazdım. Hatta bu yazılarımdan dolayı bazen eleştiri de aldım. Çünkü Suriyeli kelimesini görür görmez yüz hatları değişiyor hemen. Kızmakla, köpürmekle Suriyeliler gitmez. Bence hem kendimize zarar veriyoruz hem de Suriyelilere. Haydi Suriyelileri düşünmüyoruz, kendimize niye zarar veriyoruz. Çünkü kızgın sirke ancak küpüne zarar verir. Yok biz illaki kızacağız. Bu niçin Suriyeli olmasın diyorsak devletin Suriyeli politikasına kızalım. Suriyeliler ile ilgili arzuhalimizi devletin yetkililerine bildirelim. Bir an evvel ülkelerindeki savaş bitsin diye dua edelim. Çünkü onlar da memleketlerine en az bizim kadar dönmek isterler. Onları ayıplamayalım. Çünkü ayıpladığımız maazallah başımıza gelir.



19 Yaşında Bir Milyoner *


Bugünkü konum Arda. Arda deyince futbolcu Arda’dan bahsetmeyeceğim. Bahsedeceğim kişi, 19 yaşında tıp öğrencisi Arda. Sütçü İmam Üniversitesi üçüncü sınıf öğrencisi olan Arda Ayten’i 03/07/2019 tarihinde gazetemizde “Türkiye Bu Genci Konuşuyor” başlıklı (http://www.anadoludabugun.com.tr/yazi/turkiye-bu-genci-konusuyor-4459) yazı ile konu edinmiştim. Arda, 29/06/2019 akşamı yayımlanan “Kim Milyoner Olmak İster” yarışma programına katılarak birbirinden zor sorulara kısa sürede cevaplar vererek bir milyonluk soruya gelmiş, yaz dönemi dolayısıyla program tatile girince bir milyonluk soru açılmamıştı.  

05/10/2019 akşamı ATV televizyonunda yayımlanan “Kim Milyoner Olmak İster” yarışma programı Arda ile sezonu açtı. Bir milyonluk soruyu gördük. Soru: “On kıtadan oluşan İstiklal Marşı'nın tamamında ‘vatan, kan, toprak, yurt’ kelimelerinden hangisi daha az geçer?" idi. Soru kolay gibi görünse de zordu. Bir defa İstiklal Marşı’nın on kıtasını bilmek gerekiyor. Tek başına bilmek yetmez, heyecana kapılmadan okuyabilmek lazım ve hangi kelimenin daha az geçtiğini elinde kağıt, kalem olmadan tespit etmek gerekiyordu. İstiklal Marşı’nı okurken bir iki yerde takılsa da kimseden yardım almadan takıldığı yerleri hatırlayarak birçoğumuzun bilmediği, bilenlerin de unuttuğu Milli Marşımızı bir çırpıda okudu. Okurken milli duygularım kabardı ve kendisiyle gurur duydum. Okumayı bitirir bitirmez hiç düşünmeden ‘toprak’ cevabını verdi. Genç yaşında bileğinin hakkıyla hem bir milyonun sahibi oldu hem de bu yarışmada bir ilki gerçekleştirerek bugüne kadar bir milyonluk soruyu bilen ilk kişi oldu ve tarihe geçti.

Normalde bu yarışma programını izleyen biri değilim. Ama yazdan beri bu çocuğun bir milyonluk soruya vereceği cevabı iple çektim. Hatırladığım zaman program yayımlanıp bitmişti. İnternet sayfalarını karıştırınca programın kısa videosunu defalarca izledim. İzledikçe helal be çocuk! Sana değil bir milyon; bir milyar bile az dedim. Yarışmayı kendim, çocuğum kazanmış gibi sevindim, duygulandım. Ki ben böyle bir yarışmaya cesaret edip katılamam, kazara katılsam da kısa yoldan ne kadar para kazanırsam kâr, gözüyle davranırdım. Gencimizde kaybetme endişesi yoktu gördüğüm kadarıyla. Zaten böyle bir düşüncede olsa jokeri kalmamasına rağmen kazandığı parayı riske atmaz, çoktan çekilirdi. Kimseye nasip olmayacak bir parayı kazanmış olmasına ve nazarımda daha bir çocuk olmasına rağmen vakur duruşuna ve olgunluğuna hayran kaldım, gıpta ettim doğrusu. Yarışma sonrası ifade ettiği duyguları ile hem kalitesini hem de tevazu sahibi olduğunu bir defa daha gösterdi: "Ben çoktan kazanmıştım. Ben kalın bir mermer taşıydım. Kaba ve yontulmamış. Ama çevremdeki güzel insanlar beni öyle güzel içten yonttular ki ortaya böyle bir şey çıktı. Ben çevremdeki güzel insanların bir ürünüyüm."

Bu yaşta dört kitabın yazarı olan, bu zengin çocuk bu parayı ne yapacak? Öyle zannediyorum, hedeflerini bir bir gerçekleştirecek. Çünkü haziranda yayımlanan programda “Yılda 150’ye yakın kitap okuduğunu, parası olduğu takdirde okuduğu kitap sayısını artıracağını; çok sayıda dil öğrenmek, bilimsel araştırma yapmak istediğini; edebiyat, müzik ve felsefe ile ilgileneceğini, ölene dek üniversitede okuyacağını ve en büyük hayalinin ise okuduğu kitapları kendi dillerinde okumak olacağını” belirtmişti. Diyeceğim tek şey, Allah bu gencin yolunu açık etsin, zihin açıklığı versin, bu ve daha başka hedeflerini gerçekleştirsin. İnşallah parayı görünce başka Ardalar gibi kendini kaybetmez. Çünkü ülkenin böylesi genç beyinlere ihtiyacı var. Allah sayılarını artırsın.

*07/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


5 Ekim 2019 Cumartesi

Kabir Hayatı

Kabir hayatı var mı? Bu hayatta ödül ve ceza var mı? İyiler için burası cennet bahçelerinden bir bahçe mi ya da cehennem çukurlarından bir çukur mu? Müslümanlar arasında bu hayatla ilgili, var; hadislerde geçiyor, yok; Kur'an'da geçmiyor, tartışmaları bir türlü nihayete ermedi. Merak ediyorum, kabir hayatının olması ya da olmaması bize ve imanımıza bir katkı sunmakta mıdır? Var veya yok deyince hayatımızda ne gibi bir değişiklik olmaktadır? Bu tartışma sonucunda da iş, hadisi inkar ediyorsun, sünnet düşmanısın, Kur'an bize yeter veya hurafelere inanıyorsun ithamına kadar varıyor. Yani bu tartışma da bir, beraber ve kardeş olması gereken Müslümanların arasını açıyor.

Varlığı veya yokluğu yaşantımıza olumlu veya olumsuz bir katkı sunmayan kabir hayatı, biz öldükten sonra olsa ne olur, olmasa ne olur? Gidip gelen mi var? Gelip de kendisine çekidüzen veren mi var? Ahiret dediğimiz ebedi alemin olduğuna inanmamıza ve bu dünyadan bir müddet sonra çekip gideceğimizi bilmemize rağmen hayatımızda bir değişiklik mi yapıyoruz? Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamıyor muyuz? 

Bu kısa açıklamamdan sonra kabir hayatının olup olmadığı hakkında bir değerlendirmede bulunacağım. Yapacağım değerlendirme ayet ve hadisten yararlanmadan, tamamen ındî bir değerlendirme olacaktır. Görüşlerim sadece kendimi bağlar. Bunları açıklıyorum ki kimse beni kendi tartışmasına alet etmesin ve beni bir yere koymaya kalkmasın. Başkasının ne dediği ve hakkımda ne düşündüğü beni bağlamaz. Niyetim inkar ve kabul değil, kalbimin mutmain olmasıdır. İsabet edersem ne mutlu bana! İsabet etmezsem Allah beni affetsin. 

Öldükten sonraki hayat, ikinci sura üfürülüp herkesin mahşer yerinde hesabını verdikten sonra başlayacak. Amel defteri sağından verilenler cennete, solundan verilenler ise cehenneme gidecek ve bu andan itibaren ebedi yaşayacağımız âlem başlayacak. Ben böyle düşünüyorum. Mahşer yerinde hesap varsa -ki vardır- kabirde ayrıca hesaba çekileceğimizi sanmıyorum. Şayet kabirde sorgu varsa bu, aynı yaşantıdan iki defa hesaba çekileceğimiz anlamına gelir. Bunu aklım pek almıyor. Mahşer yerinde ilk insandan başlanarak hesap vereceğimizi düşünüyorum. Kabirde sorgu olsaydı dünya ve ahiret hayatından bahseden Allah, kabir hayatından da bahsederdi. Çünkü kabir dediğimiz hayat, ahiret hayatına göre kısa, dünya hayatına göre uzun bir süredir.

Ruh, öldüğümüz anda bedenimizi terk ediyor, bizce bilinmeyen bir yere gidiyor. Kabre, yaşam fonksiyonlarını yitirmiş bir cesedi koyuyoruz. Toprağa gömülen ceset ise mükafat ve ödülün ne olduğunu hissedemeyen, duymayan, işitmeyen vücudumuzdur. Niçin toprağa gömülüyoruz? Her şey aslına rucû eder misali aslımıza dönüyoruz. Toprakla temas eden vücudumuz kısa zamanda topraklaşıyor. Toprağın dışında konacağımız bir yer, dünyayı yaşanmaz kılar. Çünkü etraf kokudan geçilmezdi.

Hz Adem'den beri vefat edenler, kıyamete kadar vefat edecekler, halihazırda ne yapıyorlar derseniz? Bence vücut fonksiyonunu yerine getiremeyen ve iradesi yerinde olmayan kişilerin hastanede fişe takılı bir şekilde bitkisel hayat yaşamasına benzer. Kazara dirilse ne kadar yattığı sorulsa bilemez. Çünkü geçen zamandan habersizdirler. İkinci surla beraber ayrı bir yerde ikamet eden ruhlar, yeni bir bedenle tekrar diriltildiğinde kendilerine ne kadar uyutuldukları sorulsa, ya bir gün ya da yarım gün derler. Çünkü ölen, bitkisel hayat yaşayan, uyuyan ve uyutulan için zaman mefhumu yoktur. Zaman mefhumu iradesi olan kişiler için vardır. Nitekim uzun süre uyutulan Ashabı Kehf'e ne kadar uyudukları sorulduğunda ya bir ya da yarım gün, cevabı verdiğini hepimiz biliriz. Kanaatime göre ilk insan Hz Adem de aynı şekilde cevap verecektir.

Sonuç olarak kabir hayatı diye bir hayatın olduğunu, Münker ve Nekir isimli meleklerin ölenleri sorguladığını, ölülerin ödül-ceza şeklinde bir muameleye tabi tutulduğunu düşünmüyorum. Ölenler için gerçek hayatın mahşer yerinden itibaren başlayacağını düşünüyorum. Halihazırda bu düşüncedeyim.

Kabir hayatının olmaması gerektiği şeklindeki kanaatimden dolayı kendimi inkârcı olarak görmüyorum. Çünkü bu konuda delil olarak gösterilen hadisi şerifleri zayıf buluyorum. "Ölüleri dirileceğim" buyuran Allah Teâlâ’ya İbrahim peygamberin "Nasıl dirilteceksin" sorusunu sorması, Allah'ın "Bana inanmıyor musun" demesi, İbrahim'in "İnanıyorum ama kalbim tam ikna olmuş değil" pozisyonundayım. Allah, İbrahim'e (as) nasıl dirilteceğini göstermiş ve İbrahim'in kalbi mutmain olmuştur. Yani kalbim mutmain olmuş değil.

Kabir hayatı var/yok diyenlerin birbirlerini inançsızlık, sapıklık, hadis inkarcısı ilan ve itham etmelerine de bir sözüm olsun. "Kalbim mutmain değil" diyen Hz İbrahim'in tereddüt ettiği konu imanî bir konudur. Yani öldükten sonra dirilme gerçekliğidir. İmanî bir konuda Allah, İbrahim peygamberi ikna etmeye çalışıyor. Ey İbrahim! Sen böyle demekle kafir oldun demiyor. Onu dost edindiğini ve "Babasına ettiği dua dışında sizin için örnektir" buyuruyor. Bize ne oluyor ki imanî bir konu olmayan kabir hayatı konusunda birbirimizi inkar ve sapıklıkla itham ediyoruz? İşi hemen peygamberin sözünü kabul etmeyen Allah'ı inkar etmiş noktasına getiriyoruz. Bu meseleyi ve Müslüman kardeşimizi çok dert ediniyorsak onları ithamdan ziyade ikna etmeye çalışalım. Çünkü bu mesele kalbin mutmain olmasıdır. İkna edemiyorsak karşı tarafı suçlama yerine eksikliği kendimizde bulalım. Aslında en iyisi bu gaybî bir konudur. Tartışmakla bir yere varamayız. O yüzden bu tür gaybî konular üzerine pek kafa yormayalım.

9.7

Küçüklüğümde biraz şiir yazmıştım. Yazdığım her şiiri tekrar tekrar okurdum. Okuduğumdan etkilenir; bir şair olsa olsa böyle olur, ülke bir şairle tanışacak derdim. En iyisi ben bu yazdıklarımı bir kenara kaldırayım, karnımı doyurmasa da ileride kitap olarak bastırırım derdim. Nice sonra şu yazdığım şiirlere bir bakayım dedim. Okudum. Berbat mı berbat! Kimse görmeden imha ettim. Bir daha da şiire ve şairlere saygımdan, şiir yazmaya yeltenmedim.

Yaşlandım. İnsan yaşlanınca çocuklaşır dediklerinden midir yoksa açıklanan 9.7'lik enflasyon oranından mıdır, yeniden duygulandım. Beğenir veya beğenmezsiniz, kimsenin kınamasına aldırmadan oturup bir şiir denemesine kalktım. Ayıplamayın. Duygulanmak başka bir şey. Ancak yaşanır. Şiirimi beğenirseniz ve beni şiirde başarılı bulursanız, şairliğimdeki en büyük pay, TÜİK'indir. Benimki doğruya doğru. Öyle başarımın ardında eşim var demeyeceğim. Şayet dünya kuruldu kurulalı böyle şiir görülmedi; şiir şiir olalı böyle eziyet görmedi derseniz benim bir kaybım yok. İkinci denememde de başarısız oldum derim. Burada size ampulün mucidinin 600 deney yaptığını hatırlatırım.

Bugünkü ikinci şiir denememin ilkine oranla kolaylığı; kalem, kağıt ve silgiye ihtiyaç yok. Baktın olmadı mı, hiç iz bırakmadan siliyorsun.

Sizden bir isteğim olacak. Nasıl ki TÜİK, çalıştı çabaladı. Sonunda tek haneli rakamı buldu. Burada sonuçtan ziyade TÜİK'in emeğine saygı gösterilmesi gerekiyorsa şiir denememde de şiirime değil, emeğime saygı beklerim.

Şimdi sizi şiirimle baş başa bırakıyorum. Allah size sabır versin. Sayemde sabırda niçin ikinci bir Eyüp olmayasınız.

Savaştan yeni çıkmış devlet iken
Takvimler 26 Nisan 1926'ı gösterirken
Doğru dürüst bir şey yiyip içmeden
Bir istatistik kurumunu kurduk.

Adı TÜİK. TÜFE, TEFE alanı
Rakamlardır onun her bir anı
Her ayın üçünde onun zamanı
Piyasalar bekler onu dört gözle.

Biz yatarken yatmaz, didinir durur
Binlerce ürünü inceler durur
Çarpar, böler, toplar, çıkarır durur
Çıkan sonuca herkes şapka çıkarır.

Kolay değil, rakamlarla uğraşmak 
Devleti ve milleti memnun etmek
İstenilen rakamları çıkartmak 
Hasılı çok zordur TÜİK'in işi.

Kim çıkarabilir 9.7'lik oranı
Bu konu istatistiğin alanı
Söyler mi hiç bu millete yalanı 
Çünkü bilim asla yalan söylemez.

Kötü niyetliler bunu anlamaz
Milletim, sen bunları deftere yaz
Bu tiplere davul zurna bile az
İstedikleri sadece kötektir.

Tek haneli rakamdı muradımız
Sayesinde karardı bir yüzümüz
Sonunda bir bir tuttu hesabımız 
Sağ ol, var ol TÜİK! Çok yaşa e mi?

Ben saptım ama sen asla sapmadın
Gelen zamlardan hiç etkilenmedin
Duygulandırıp beni şair yaptın
Ne diyeyim sana? Çok yaşa TÜİK