22 Eylül 2019 Pazar

"Kur'an Okumak İstemiyorum"

—Azizim, dinimi daha iyi ve doğru öğrenmem için bir kitap tavsiye eder misin?
—Kur'an kitabını oku.
—Çok isterdim ama onu okumak istemiyorum.
—Sebep?
—Ne olur ne olmaz, ağrımaz başımı ağrıtmayayım.
—Niye ağrısın ki?
—Bugünlerde Kur'an okuyanların başı dertte. Neme lazım.
—Niye başın derde girsin. Herhangi bir kitap değil, yazarı tartışılır biri değil, içerisinde şüphe yok. Sen dinini öğrenmek istemiyor muydun? Müslümanların asli yemek kaynağı bu. Bundan iyi kitap mı olur? Hem sonra kim ne desin?
—Anlıyor ve biliyorum ama farz et ki ben dediğin gibi Kur'an okumaya başladım. Birileri beni Kur'an okurken görse ne der?
—Ne diyecek? Allah kabul etsin der.
—Öyle diyen çıkar. Ya Kur'an okuduğumu gören biri bu adam "Hadis düşmanı, sünneti inkar ediyor" derse o zaman ben ne yaparım?
—Niye desin ki? Sen hadis düşmanı mısın?
—Değilim elbet!
—Eee o zaman?
—Biliyorsun bugünlerde "sünnetsiz, hadisleri kabul etmiyor, işine geleni kabul ediyor, işine geleni kabul etmiyor" ithamları moda. Hele böyle bir adım çıksın, ehli sünnet düşmanı da derler. Ondan sonra uğraş dur. Yeter ki biri desin ve seni hedef göstersin. Yemin billah etsem, ekmek-mushaf çarpsın ben hadis düşmanı değilim desem de kimseyi ikna edemem. 
—Biraz abartmıyor musun?
—Hiç bile...Sanırım gündemi pek takip etmiyorsun? Şayet gündemi takip etseydin bana hak verirdin. Çünkü "sünneti kabul etmiyor, hadisleri reddediyor" denilenlerin sayısı az değil. O yüzden "hadis inkarcısı" damgası yemek istemiyorum. 
—Bu durumda ne yapacağız?
—En iyisi Kur'an okumamak bana göre. 
—Yanlış düşünüyorsun? Birilerine kızarak Kur'an okumamak olur mu? Birilerinin kınamasına aldırmamak lazım.
—Aldırdığım yok. Ama algılarla yaşadığımız günümüzde kimseyi çekemem bu durumda. Kimse kimseyi dinlemiyor ve anlamak istemiyor. Birbirimize hep belden aşağı vuruyoruz. Niyet okuyuculuğu yapıyoruz hep. Didişiyoruz birbirimizle. Midemiz götürse birbirimizi yiyeceğiz.  Bir de hedef gösteriyoruz. İşin garibi kafir ve İslam düşmanları bizim ortak hedefimiz değil. Tüm derdimiz birbirimizi alt etmek üzerine kurulu. Faydası olmayan bu tartışmada biz bize yeteriz, düşmana ihtiyacımız yok.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Günümüzün Geçer Akçesi: FETÖ ***

2000'li yıllarda Adana'da çalışırken bilgisayar laboratuarında bilgisayar ile iştigal ettiğimi gören bazı meslektaşlarım bana "Senden nasıl kurtulacağız" derlerdi gülerek. Ben de bunun kolayı var. Bugünlerin geçer akçesi Hizbullah'tır. Beni Hizbullahçı diye şikayet edersiniz. Polis sorgusuz, sualsiz götürür. İçeride ben kendimin Hizbullahçı olmadığımı anlatıncaya kadar aylar, yıllar geçer. Siz de böylece kurtulmuş olursunuz derdim. Onlar da bana "Aman hocam, ağzını hayır aç, bunun şakası bile kötü" derlerdi.

Hizbullah davaları bitti. Kimi ceza aldı; yattı çıktı, kimi aldığı ceza ile hala yatıyor; kimi girdi, uzun süre tutuklu kaldıktan sonra yargılanıp çıktı. Yazılı ve görsel medya günün ilk flaş haberlerini Hizbullah ile açtı, yapılan operasyonları verdi. Şimdilerde Hizbullah operasyonları  yapılmaz oldu. Ne devlet hatırlıyor ne de halk.

2013 yılından itibaren gündemimizde güncelliğini hiç kaybetmeyen FETÖ var. Önceleri Paralel Yapı diye bilinen bu örgüte birkaç yıldır FETÖ diyoruz. Altı yıldır gündemden düşmeyen bu örgüt, böyle giderse uzun süre güncelliğini sürdüreceğe benziyor. Hizbullah lokal bir bölgede yapılanmış, operasyonlar o bölge ile sınırlı tutulurken FETÖ yurdun her bir köşesinde örgütlenmiş görünüyor. FETÖ adına yapılan operasyonlardan etkilenmeyen kesim yok gibi. Kimi KHK ile ihraç edilirken kimi hala açıkta bekliyor, kimi tutuklu, kimi ceza almış, kiminin cezası daha verilmemiş. Gün geçmiyor ki FETÖ adına operasyon yapılmamış olsun.  Hiç alakası olmayanlar bile FETÖ ile ilgili yapılan operasyonlardan veya ithamlardan nasibini alıyor. En hafif geçiştiren "Bu, FETÖ'cü ağzı... Bu FETÖ'cülerin yöntemi" ithamına maruz kalıyor. FETÖ'cü damgası yiyen ya bulunduğu makamdan ediliyor ya da geçeceği makamdan oluyor. Çünkü iftira, itham ve şüphenin sınırı yok. Kişi de hiç FETÖ bulaşığı olmasa bile atılan çamurun izi kalsa mantığı güdülüyor. İşin garibi FETÖ ile mücadele edenler de bundan nasibini alıyor. Birilerini FETÖ'cülükle itham edenler de FETÖ'cü damgası yemekten kendisini kurtaramıyor. Günümüzün geçer akçesi ne de olsa.

Toplum olarak öyle bir cendereden geçiyoruz ki kendisini bundan kurtarabilene aşk olsun. Masum olduğuna inandığın birine bile referans olamıyorsun. FETÖ'cülükle suçlanmış isen suçsuz olduğuna inananları bile yanında bulamıyorsun. FETÖ'cülükle itham edilen birinin FETÖ'cü olmadığına şehadet etsen "Sen böyle diyorsun ama bunlar kendini belli etmez, kripto olabilir, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Niçin bana ithamda bulunmuyorlar" cevabı alıyorsun. Bu kişi kendi halinde bir memur. Nasıl FETÖ yöneticisi olur diyorsun. "Efendim, bu yapı çok sinsi. Değişik bir yapılanma şekli var. Pekala rektörlere, komutanlara emir veren bir yönetici olabilir" deniyor. Bir tanıdığım var, çok iyi biri. FETÖ'cülükle itham edilmiş diyorsun. "Bunların hepsi iyi zaten" cevabı alıyorsun.

Kamuya eleman alımında veya yönetici seçiminde ilk yapılan, FETÖ'cü mü araştırmasıdır. Kazara biri sana FETÖ'cü demişse isminin üstü çizilmen için yeter de artar bile.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama örnekleri çoğaltmanın pek de bir anlamı yok. Kim ne kadar FETÖ'cü, kim suçlu, kim masum bilmiyorum. Bildiğim bir şey FETÖ konusunda toplum olarak bir paranoya durumu yaşadığımızdır. Bir diğer husus da FETÖ konusunda bu gidişat, bu mücadele tarzının sonunun hiç hayır olmayacağıdır.

***24/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.



20 Eylül 2019 Cuma

Devletin Kendisi Olan Partiler ***

Milletimizin çoğunluğu Cumhuriyet Halk Partisine mesafelidir. Tek parti döneminde yaptıklarından dolayı halk, çok partili sisteme geçtiğimiz andan itibaren bu partiyi tek başına iktidara bir daha getirmemiştir. Bu parti zaman zaman koalisyon ortağı olarak iktidara gelse de bu iktidarları uzun ömürlü olmamıştır.

Halkımızın ekserisi CHP'ye niçin mesafelidir? Değişik sebepler söylenebilir. Bence en önemli sebebi, CHP'nin devletin kendisi olmasıdır. CHP uzun yıllar devlet ile özdeşleşmiştir. Uzun süre iktidar olan partilerde bu risk daima vardır.

2002'de AK Parti iktidara geldi. Devletin kendisiyle, kendisinin de devletle barışık olmadığı AK Parti, uzun yıllar devlet ve devletin kurumlarıyla mücadele etti. Her mücadelesi bu partiye artı puan kazandırdı ve arka arkasına iktidara geldi. Bugün AK Parti ile mücadele eden ya da AK Partinin mücadele edeceği bir devlet kurumu kalmadı. Bu durumu bazıları iyi görebilir ama bu durum AK Parti için hiç iyi değildir. Çünkü devletin kendisi olma yolunda hızla ilerliyor.

Neden derseniz? AK Parti halkın, olmasını istediği birçok konuyu iktidar olduktan sonra yerine getirmek istedi. Ama karşısına YÖK çıktı, Anayasa Mahkemesi çıktı, bazen Yargıtay-Danıştay çıktı, kimi vakit askeriye çıktı. Böylesi durumlarda halk, sorunu çözemediğinden dolayı AK Partiyi suçlamadı, engel olan kurumlara tavır aldı. AK parti yapmak istediklerini zamana yayarak daha sonra yaptı. Kendisiyle uğraşan ne kadar kurum varsa zamanla pes etti.

Şimdi AK Partinin önünde devletin içinde kendisine engel çıkartacak, sorun olacak hiçbir kurum kalmadı. Sorunlar bitti mi? Hayır. Ülkenin sorunları biter mi? Yığınla sorunu var bu ülkenin. Halk, hükümetten bu sorunları çözmesini bekliyor. Sorunlar çözülemeyince halk eskisi gibi kurumları suçlamıyor, hükümeti suçluyor. Çünkü sorunu çözmesi veya bir isteğin yerine gelmesi için hükümetin önünde, kendisinden başka bir mânia yok. Partinin kurumlarla barışık olmadığı zamanlar olsaydı “Ne yapalım, Anayasa mahkemesi çıkardığımız kanunu iptal etti, Cumhurbaşkanı kanunu geri çevirdi, asker bu işe sıcak bakmıyor…” derdi. Şimdi ne diyecek? Çünkü AK Parti bütün kurumlarla uyumlu ve tüm kurumlar emrinde. Eskiden iktidardı ama muktedir değildi. Şimdi hem iktidar hem de muktedir. Bu sefer beklentilere cevap verilemeyince halk tüm okları AK Partiye çeviriyor.

Burada halkımızın devletle meselesi var anlaşılmasın. Halkımız devletini sever ve devleti için gerekirse canını verir. Çünkü devleti ebed müddet görür. Yine halk için devlet babadır aynı zamanda. Hepsi bu kadar…

Hasılı her parti için iktidar olmak iyidir ama uzun süre iktidar olanları bekleyen en büyük tehlike, iktidarın devletin kendisi olmasıdır. Çünkü devlet olmak demek halka yabancılaşmak demektir, yozlaşmak demektir. Her ne kadar AK Parti halkın değerlerine yabancı değilse de hep zirvede olması, halk ile arasına mesafe koydurur, halkı okuyamaz hale getirir. Parti kendisini yenileyemez ve kendisini tekrarlamaya başlar. Bu da ülkede memnuniyetsizlerin sayısını her geçen gün artırır. Bugün AK Partinin yaşadığı bu olsa gerek. Demek istediğimden “İktidar olan yıpranır” anlamı çıkarılmasın. Bu durum yıpranmışlıktan öte başka bir şey. Aman dikkat!

***16/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


18 Eylül 2019 Çarşamba

40 milyon 656 bin 388 TL ***


"İyi Parti Yüksek Seçim Kurulu Temsilcisi Tolga Öztürk, Yüksek Seçim Kurulu'na 23 Haziran 2019'da yenilenen İstanbul seçiminin maliyetini sormuş. YSK Başkanvekili Erhan Çiftçi, seçim maliyetinin 40 milyon 656 bin 388 TL olduğu cevabını yazılı olarak vermiş.


Bu rakam yenilen İstanbul seçimleriyle ilgili bir maliyet. Bu rakamdan hareketle 31 Mart seçimleri dolayısıyla 81 vilayette toplam ne kadar para harcandığının hesabını varın, siz yapın. Çünkü benim Matematiğim iyi değil, hesap ve kitap işlerinden anlamam. Bu konuda anladığım tek şey, sadece yenilenen İstanbul seçimlerinin maliyeti bile dudak uçuklatır cinsten olduğudur. Bu parayı bir de eski parayla telaffuz etmeye kalkın. İnsanın akıl ve havsalası durur. Buna bir de son birkaç yılda arka arkasına yaptığımız seçimleri düşünün. Demokrasinin bir gereği olarak yapılan seçimlerin maliyetinin bilançosunun çok korkunç olduğunu anlamak herhalde zor olmasa gerek.

Yönetim tarzımız itibariyle seçime gidip bizi yönetecek insanları seçeceğiz elbet. Bunun maliyeti sorgulanmaz. Sonucuna katlanacağız. Fakat bu demek değildir ki biz bu maliyeti hesaba katmayacağız. Sorulan bir soruya verilen bu maliyet bizi ince ince düşündürmeli. Süresi gelmeden haydin erken seçime gidelim veya bu seçimi yenileyelim demenin bir bedeli olduğunu ekonomik darboğazdan geçtiğimiz dönemlerde bir erken seçimin veya seçim yeniletmeye kalkmanın lüks bir istek olduğunu göz ardı etmeyelim. Eğer birileri erken seçim veya seçimi yeniletmek istiyorsa yapılacak seçimlerin maliyetini kendisi veya partisi karşılayacaksa gerekirse defalarca seçim yapalım. Ama giden para hazineden çıkacaksa herkesin oturup bir düşünmesi gerekir. Çünkü bu parada 82 milyonun hakkı var.

Gördüğünüz gibi harcanıp çöpe atılan paranın tasası bana düştü. Maliyet hesabı yapıyorum. Belki bazılarınız bana kızacak biliyorum ama problem değil. Ben bu maliyet hesabını para benim olmasa da zaman zaman yaparım. En son 31 Mart seçimleri sonrası yapmıştım. (https://www.pusulahaber.com.tr/secimlerin-maliyeti-9421yy.htm) Yazık giden bu paraya! İsraftır bu, gereksiz harcanan paradır. Biz oturup günde şu kadar ekmek çöpe gidiyor diye israf hesabı yapalım. En büyük israf budur bence. Çünkü seçime giden paraya göre yapılan ekmek israfı devede kulak kalır. Bir an düşünelim, seçim yenilenmeseydi bu parayla ne istihdamlar yaratılır ne yatırımlar yapılır ne borçlar ödenirdi. Seçim dolayısıyla partilerin ilave harcadığı para  bu hesaba dahil değil sanırım. Yenilenen seçim olduğu için partilere hazine yardımı yapılmadı. Bir de yardım yapılsaydı, miktar hangi boyutlara varırdı? Bunu takdirlerinize bırakıyorum.

Bu vesileyle bazıları yazılarının sonunda "Ne zaman adam oluruz" diye sorar. Cevabını da kısa ve öz olarak kendisi verir. Benim böyle bir mizacım yok ama bugünlük onlardan bu soruyu ödünç alayım ve "Bu ülke ne zaman düze çıkar" diye sorayım.

Ne zamanki bu ülkede seçimler zamanında yapılır, adam gibi düzgün yapılır ve sonuca herkes katlanır ve seçimler iptal edilip yenilenmez, seçimlerde harcanan para milletin parası bilinir ve harcamada daha hassas olunur ise bu ülke, en kısa zamanda düzlüğe çıkar, hatta koşar.

***19/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


Geçmişten Günümüze Siyasi İktidarların Terördeki Payı


Salı gün "HDP'lileri Anlamak Zor" başlıklı bir yazı kaleme almış, HDP'nin terörle arasına mesafe koymadığı gibi göbeğinde olmaya devam ettiğini işlemeye çalışmıştım. Bir arkadaşım “Dünyanın hiç bir ülkesinde, etnik kökene dayalı bir partiye izin vermezler, kapatılmalıdır. Samimî siteminizi iktidar partisine yönlendirip, uyarmanız daha uygun olmaz mıdeyince terör konusunda iktidar partisine de sitem etmemiz gerektiğini düşündüm.  

HDP’ye sitemden öte kızgınlığım var. Çünkü gerilimden beslenmek istiyor. Bu yüzden kaşımaya devam ediyor. Kaşıdıkça, üzerlerine gelindikçe oyları artıyor nasılsa. Sitem ve kızgınlığımdan hükümetler de beri değildir. Çünkü terör konusunda hükümetlerin üzerlerine düşen görevi hakkıyla yaptığını düşünmüyorum. Yalnız terörün bu noktaya gelmesinde sadece bugünkü hükümetin payı yoktur. 1980’den beri hükümet olmuş her hükümetin az veya çok payı vardır. Payı vardır derken hükümetler terörü destekledi anlamı çıkmasın. Her bir hükümetin terörü önleme konusunda samimi olduğunu düşünüyorum. Ama gelinen noktayı görünce tek başına samimiyetin yeterli olmadığı acı tecrübeyle anlaşılmıştır. Niyetim suçu hükümetlere yıkmak değil. Bir durum tespiti derdim.

PKK terörünün neşvünema bulmasının;
*İlk müsebbibi 12 Eylül harekatının askeri konseyi ve “Yönetime el koyan bizim çocuklar” diyen ABD’dir.
*1984’te ilk kanlı eylemini PKK, Eruh’ta gerçekleştirdiği zaman, zamanın başbakanı bu eyleme “Üç-beş çapulcunun işi” diyerek bu kanlı örgütü küçümsemiştir.
*90’lı ve 2000’li yıllar arasında ülke koalisyonlarla yönetildi ve her koalisyon uzun ömürlü olmadı. Siyasi istikrar oluşmadı. OHAL ilan edildi. Terörle mücadele askere bırakılarak polisiye tedbirlerle iş geçiştirildi. Bu süreçte asker dağı, taşı bombalamakla yetindi. İlan edilen OHAL’den o bölgelerde yaşayan halk da nasibini aldı. Bu dönem faili meçhullerin arttığı dönem aynı zamanda. Halk bu dönemde devlete karşı iyice bilendi.
*2002’den sonra iktidara gelen parti ise güvenlikçi politikaların yanında çözümü, çözüm süreci ile denedi. Süreç akim kaldı. Burada hata terör örgütünün muhatap alınmasıydı. Halbuki çözüm için halk muhatap alınmalıydı.

Birkaç maddede özetlemeye çalıştığım terörle mücadele safhaları terörü bitirmediği gibi iyice artırmıştır. Devletin terörle mücadelede aldığı inisiyatif dolayısıyla terör örgütü, ülke içinde pek operasyon yapamasa da Suriye’de bir mevzi kazanmıştır. Çıktığı ilk anda bölgesel bir terör örgütü olan PKK, içte ve dışta verilen büyük destekle uluslararası çalışan devasa bir örgüt görünümü kazanmıştır. Örgütün bu noktaya gelmesinde maalesef her hükümetin az veya çok payı vardır.

Bundan sonra ne yapılabilir? Silah doğrultan örgüte aynıyla mukabele edilerek silah doğrultulmalıdır. Devlet iyi bir istihbaratla terör örgütünün insan kaynağını kesmelidir. Terör örgütüyle bağını kesmediği halde HDP’nin nasıl 6 milyon oy alabildiğinin iyi bir araştırılması yapılmalıdır. Halk niçin bu partiye oy vermektedir sorusuna aranan cevap bulunduktan sonra Doğu ve Güneydoğunun sorunlarını tespit edip gidermek için birebir halk muhatap alınmalıdır. Halkın makul istekleri yerine getirilmelidir. Terörün dış desteğini kesmek için dış politikada iyi bir diplomasi yürütülmelidir. Doğu ve Güneydoğudaki feodal yapı mercek altına alınmalı; ağaların, şeyhlerin, aşiretlerin halk üzerindeki etki ve baskısı yok edilmelidir.


16 Eylül 2019 Pazartesi

Geldiğimiz Nokta

Bundan on sekiz yıl önce bu ülkede bir rüzgar esti. Yıllardır mağdur edilen, dışlanan ve horlanan kesim iktidara geldi. İktidar önce dibe vuran ekonomiyi düze çıkardı, döndürülebilir hale getirdi, enflasyonlu hayat son buldu. Orta ve dar gelirli zammın ne olduğunu unuttu. Vatandaşın parası bereketlendi. Alım güç arttı. Ekonomik yönden rahatladı. Ülke şantiyeye döndü, alt yapı ve çift yönlü yollar yapıldı. Yıllardır kronikleşmiş birçok soruna el atıldı. Çoğu çözüldü, çözülemenyeler için taraflarla bir araya gelindi. Okullar arasındaki kat sayı adaletsizliği kaldırıldı. Seçimlere gidilirken seçim ekonomisi uygulanmadı. İktidar birçok meseleyi hallederken yerleşik düzen ve devletin kurumlarıyla mücadele etti ve başarılı oldu. Çalışma ve mücadele azminden dolayı her seçimde oyunu da artırdı. Her iki kişiden birinin oyunu aldı.  Oy vermeyenler bile kendilerini takdir etti ve gıpta etti. Tüm bu mücadeleyi ve çalışmayı yaparken halkı kutuplaştırmadı, herkesi kucakladı. Ekip ruhuna önem verdi. Birlik ve beraberlik vardı, fedakarlık vardı. Ekip ibadet aşkı içerisinde çalıştı, hiç düşünmeden birbirlerine makam ve koltukları teslim ettiler. Bu süreçte iktidarın en büyük destekçisi Batı dünyası ve ABD oldu. Askeri vesayetin gücü kırıldı.

Ne zaman ki Türkiye birinci elden dış politikada "one minute" dedi. Mavi Marmara olayı vuku buldu. "Dünya beşten büyüktür" demeye başladı. Batı ile ayrıştı ve ABD desteğini çekti. ABD desteğini çekmekle kalmadı. Yılanın başı küçükken ezilmeliydi. Yıllardır beslenip büyütülen ve her alanda devasa bir güç olan içimizdeki uyuyan hücreyi harekete geçirdi. Adına paralel yapı denilen yapı hükümetle didişmeye başladı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılması, MİT tırlarına operasyon düzenlenmesi, Gezi olayları patlak vermesi, ardından gelen 17-25 Aralık operasyonların yapılması hem ülkenin hem iktidarın dengesini bozdu. Yıllardır başarılı bir şekilde yürütülen enflasyonla mücadele geri plana itildi. Yıllardır değerlenen TL, dolar karşısında erimeye başladı. Enflasyon tek haneden çift haneye yükseldi. Zamlar yavaş yavaş gelmeye başladı. İthalat ve ihracat dengesi bozuldu. Cari açık iyice arttı.

Paralel yapı veya FETÖ ile mücadele için devlet güvenlikçi bir politika izlemeye başladı. FETÖ ile mücadele iktidarı yıprattı. İktidar yıpranırken oyu da düşmeye başladı. Eski oyunu alamaz ve seçimleri güç bela kazanır oldu. Bu süreçte iktidarı yöneten ekibin arasına kırgınlıklar girmeye başladı, güven problemi baş gösterdi. Küskünlükler arttı. Dün birbirlerine kol kanat gerenler birbirini suçlar oldu. Küsüp gidenler ihanetle suçlandı.

15 Temmuz kanlı darbe teşebbüsü işin tuzu biberi oldu. Ardından ABD ile köprüler iyice atıldı. ABD FETÖ elebaşılarına kucak açtı. Döviz yani ekonomi silahına sarıldı. Bir gecede paramız pul oldu, ekonomi felç oldu. İktidarın yüz akı ekonomi sos vermeye, dövize bağlı olarak girdi fiyatları artmaya devam etti. Vatandaşın alım gücü azaldı. İktidar ekonomideki bu daralmayı görmezden geldi. Eleştirenlere ağır eleştiriler getirdi. FETÖ ile mücadele etmek için kamuda bir temizlik harekatı başlattı. Bu mücadelede mağdurlar olabileceğine inanmadı. Kamuya eleman alımında, öğretmen seçiminde mülakat yolunu tek kıstas olarak ortaya koydu. Mülakat öncesi oluşturulan listeler dolayısıyla torpil aldı başını gitti.

Cumhurbaşkanlığı sistemiyle istişare elden bırakıldı. Parti üyesi olmasına rağmen kırgınlığından dolayı köşesine çekilenler rahat bırakılmadı. Basın yoluyla sürekli eleştirildi. Eleştirilenler savunma refleksi ile cevap vermeye başladı ve sonunda eski ağır toplar partilerinden ayrılarak partileşme sürecini başlattı.

Suçlu kim, niçin böyle oldu, bu süreçte şu veya şunlar suçlu gibi birilerini suçlu ilan etme gibi bir niyetim yok. Neredeydi, nereye geldi konusunu işlemeye çalıştım. Bu vesileyle burada şunları da söylemek isterim. FETÖ, iktidarı yıkmak amacıyla iktidarla giriştiği bütün operasyonları kaybetti. İyi ki kaybetti. İktidar ve devlet kazandı. FETÖ kaybetti ama değişik zamanlarda çektiği operasyonlarla iktidarı çok sarstı. İktidar, yediği yumrukların etkisiyle kendisini toparlayamadığı gibi dağıtmaya devam ediyor. Dağıttıkça birbirine karşı hırçınlaştı. Eleştiriye gelmez oldu.

Sonuç olarak 2013'de başlayan erime ve duraklama 2019'da sıkıntıyı iyice gösterdi. Çünkü ilk defa büyükşehirleri kaybetti. İktidarın ayaklarının altından kayabileceğini gördü.

Hasılı iktidar karşı olduğu seçim ekonomisini kaç seçimdir uygulamasına rağmen oyunu artıramıyor. Yeni oy gelmiyor. İttifak yeterli değil. Eskisi gibi halkı okuyamıyor. Mali yönden ülke 2000'li yıllara geri döndü. Devlet her zamankinden daha fazla borçlanır oldu, işsizlik arttı. Dövizin hareketlenmesinden dolayı zamların ardı arkası kesilmiyor. İflaslar var. Kimse önünü göremiyor.

Sonuç olarak ülke 2002 yılında alındığı noktaya geri döndü dense yanlış olmaz.






15 Eylül 2019 Pazar

Yaşat ki Yaşayasın!


Ülke olarak içten ve dıştan kuşatılmış durumdayız. Tüm mücadelemiz bu kuşatılmışlığı yarmak ve rahat bir nefes almak. Dışa karşı yaşamak için var gücümüzle mücadele vereceğiz. İçte de devlete ve millete kök söktüren, dış güçlerin yerli işbirlikçilerine karşı topyekûn mücadele etmeliyiz. Devletin altını oymaya çalışan, gizli ajandası olan, devlete silah çeken, terörü teşvik eden, devlet tökezlerse göbek atacak olan, bizden görünen sinsi kişi ve örgütlere karşı istihbaratımız her zamankinden daha uyanık olmalı.

Dışa karşı mücadele etmenin yolu ülkenin tüm farklı bileşenleriyle birlikte bir ve beraber olmasıdır. Ortak paydada buluşmaktır. Toplumda toplumsal barışı sağlamaktır. Kutuplaştırıcı ve ötekileştirici siyaseti bir tarafa bırakmaktır. Mevzubahis olan vatan ise gerisi teferruat demektir.

Öyle miyiz gerçekten? Millet olarak özellikle dışa karşı yekvücut muyuz? Maalesef birlik ve beraberlikte dökülüyoruz. Toplumsal bütünlük hiç olmadığı kadar yara almış durumda. Millet birbirini boğazlayacak şekilde ya sinir küpü ya da üzerine ölü toprağı serpilmiş durumda. Kimi kırgın, kimi küs, kimi içine kapanmış, kimi birbirini düşman gibi görüyor. Özellikle FETÖ ile mücadele ediyoruz diyerekten üzerine suç isnat etmediğimiz kimse neredeyse kalmadı. Her evi, her aileyi vurdu geçti. Kimi içeride, kimi görevinden atılmış dışarıda aramızda dolaşıyor. Ufacık bulaşığı olsa bile neredeyse ceza almayan veya siciline işlenmeyen kalmadı. Bunlar, elinde silah olduğu halde suçüstü yakalansa veya devlete silah çektiği ortaya çıksa, darbeyi övücü sözler söylese, FETÖ'yü övse hiç dışarı çıkmayacak şekilde içeri atılsın. Buna kimsenin diyeceği olmaz. Ama darbenin herhangi bir yerinde aktif olarak görev almamasına rağmen geçmiş bulaşıklığı dolayısıyla insanları terör üyesi veya terörle iltisaklı olduğunu iddia etmek ve bunun sonucunda kişilerin iş akdini feshetmek onları öldürmek gibidir. Ha işine son vermişsin ha öldürmüşsün. Bu uğurda öldürülürler anlarım. Onlar da kurtulur, devlet de. Ama geçmiş birlikteliklerinden dolayı işine son verip cezalandırmak onları öldürmekten beterdir. Bu tiplerin işine son vermekle devlet, millet ve kendileri kurtuluyor mu? Kimse kurtulmuyor ve aramızda terör üyesi damgası yemiş olarak dolaşıyorlar. Oy zamanı oy veriyorlar ve siyasetin sonucunu etkiliyorlar, bizimle beraber camiye gidiyorlar. Yani içimizdeler.

Bu durum sağlıklı bir görüntü mü? Bana göre değil. Yarın bu ülkenin başına bir şey gelse bu psikoloji ile bu kimseler yanımızda saf tutar mı? Bu kişilerin çocukları nasıl bir psikoloji ile yetişecekler ve toplumun içerisinde ne yapacaklar? Bence FETÖ ile mücadele konseptimizi bir daha gözden geçirmemizde fayda var. Bir defa bir toplumsal vaka ile karşı karşıyayız. Terör örgütü ile mücadele ederken bu toplumsal vakıayı dikkate almamız gerekir. En azından terör örgütü ile mücadele ederken toptancı davranılmayabilir.

Unutmayalım ki bu çocuklar yani bugün suç isnat edilen çocuklar, yapının iç yüzünü bilmeden -ki devlet de bilmiyordu- anne ve babaların kendi elleriyle teslim ettiği çocuklardır. Bir suç, bulaşıcı bir hastalık gibi toplumun geneline sirayet etmişse "Bu ne iş" deyip oturup bir düşünmeliyiz. Bu konuda izleyeceğimiz yol, Hz Ömer'e atfedilen yoldur diye düşünüyorum. Ne yapmıştı Hz Ömer derseniz? Hz Ömer suçüstü yakalanan hırsızların sayısını görünce onlara hırsızlığın cezasını vermez. Çünkü ekonomide sıkıntı vardır. Hırsıza ceza vermekten ziyade insanları hırsızlığa iten sebeplerin ortadan kaldırılması gerektiği görüşünü ortaya koyar. Bu, suçluyla mücadele etmekten ziyade suç ile mücadele yöntemidir. Buna İslam fıkhında "Harama giden yolların tıkanması" anlamında "Seddi zerai" denir. Hırsızlıkla bunu karıştırmayalım diyebilirsiniz. Hırsızlık bedenin doyurulması ise bu da ruhun merdiven altı yollarda doyurulmasıdır. 

Kısaca FETÖ ile mücadelede soğukkanlılığı elden bırakmayalım. Yapıyı çökertmek ve bir daha bu topraklarda neşvünema bulmaması için elimizden gelen gayreti gösterelim. Darbenin içinde olmayıp şu ya da bu şekilde bulaşığı olanları kazanmanın yoluna gidelim. Onlara sakıncalı piyade muamelesi yapmayalım. Onları iş üstü veya gerisinden izleyelim, boşluk bırakmayalım. Tekrar o yapı ile irtibat kurmaya kalkan olursa tepesine balyozu indirelim. Onları yaşatalım ki yaşayalım. Önceliğimiz toplumsal barış olmalı.