6 Ağustos 2019 Salı

Bir Hutbe İradı *

Beş günlüğüne bir kaplıcaya gittim. Öğle namazını kılmak için gittiğim camiyi bakımlı gördüm. Camide her şey yerli yerinde idi. Küçük bir beldede birkaç camiden biri olmasına rağmen cami cemaat yönünden kalabalıktı. Nedir bunun sebebi derken gözüm imama ilişti.

Namazdan önce vaaz veriyordu. Camiye girerken caminin panolarındaki bolca bilgilendirme yazılarından biri, daha fazla dikkatimi çekmişti: “Bu camideki çocukların dokunulmazlığı vardır. Cemaatimize duyurulur” yazıyordu iki yerde birden.

Namazdan sonra küçük küçük çocuklar, caminin arka müştemilatına geçerek rahlelerine koydukları Kur'an'ı okumak için koyulmuşlar ve hocalarının gelmesini bekliyorlardı.
*
Cuma namazını kılmak için yine aynı camideyim. Aynı imam hutbeye çıktı. İç ezanın okunmasını bekledi. Ezan bitince hutbe iradı için ayağa kalktı. Cemaate döndü. Önünde de daha önceden hazır ettiği hutbe metnini koyduğu kürsü ve mikrofon.

Hutbenin hamdele, salvele ve şehadetten ibaret Arapça kısmını ezberden okuduktan sonra Diyanetin hazırladığı Türkçe hutbe metni önünde açık durmasına rağmen jest, mimik ve ses tonuna riayet ederek irticalen bir hutbe irat etti. Hatip konuştukça göz ucuyla onu takip ettim. Ses tonu, hitabeti, vurgusu, konuya hâkimiyeti, birikimi mükemmeldi. Konuşurken gözü hep cemaatte olan, sağa-sola bakarak herkesi muhatap alan imamın kâğıtla bağlantısı, paragraf başlarına bakmaktan ibaretti. Öyle güzel hitap ediyor ki kulaklarımın pası silindi. Hah! Hutbe dediğin böyle verilmeli, helal olsun bu genç imama dedim.

Evet, hutbe dediğin böyle okunmalı.  İmamlarımızın hepsi böyle mi okuyor? Maalesef çoğu imamımız, Diyanetin hazırlayıp internete verdiği hutbenin çıktısını alıyor, cebine koyduğu metni açıp gözünü kağıttan ayırmadan ve kafasını kaldırmadan okuyor. Bir kısmı hutbe metnini daha önceden okumadan çıkıyor ve cemaatin karşısında tekliyor. Daha önceden yönetici olarak görev yaptığım yıllarda okulun karşısındaki cami imamı, cumaya yarım saat kala “bu haftanın hutbesini çıkarıversin, al-gel” diye çocuğunu gönderirdi. Merak ediyorum bu arkadaş bu hutbeyi ne zaman okuyup da cemaatin karşısında düzgün okuyacak? Haydi düzgün okudu diyelim, nasıl kafasını kaldırıp cemaate bakacak?

Hutbe dediğin bu genç imamın okuduğu gibi olmalı. Okuyacağı hutbeyi önce kendisi özümsemeli ve konuya hâkim olmalı. Kâğıda bakarak hutbe okunmaz. Öyle zannediyorum bu imam, günler öncesinden hutbenin çıktısını aldı, bir güzel okudu ve okuyacağı hutbenin planını kafasına yerleştirdi. Bunu yapmak için kişi önce yaptığı mesleğine saygı duymalı, bu mesleği severek yapmalı, sorumluluğunu bilmeli, bu meseleyi dert edinmeli. Böyle yapmakla hem kendisini geliştirir hem de cemaati çeker.

Allah sayılarını artırsın. Teşekkür ediyorum genç imama!

*09/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Vekillerin Durumuna Üzüldüm ***

Devletten aldığım maaşla geçinen bir devlet memuruyum. Başka da bir gelirim yok. Hayatım boyunca aldığım maaşa göre kendimi ayarlamış, yorganın dışına ayağımı uzatmış değilim. Maaşımı alıp harcarken hiç başkasının maaşıyla ilgilenmedim. Kimin maaşı aklıma gelse “Kadının yaşı, erkeğin maaşı sorulmaz” sözü aklıma gelir, hemen vazgeçerim. Kendi maaşımın dışında maaşlarını bildiğim tek zümre asgari ücretle çalışanlar. Asgari ücretlilerin maaşından da her yılbaşında “Asgari Ücret Komisyonu” tarafından belirlenirken haberim oluyor. Onların aldığı maaşı gözümün önüne getirince onlar bu ülkede bu maaşla geçiniyorsa ben hayli hayli geçinirim diyor ve halime şükrediyorum.

Sanmayın aldığım maaşı anlatacağım. Geçinebiliyorum veya geçinemiyorum şeklinde kendimi anlatacak değilim. O zaman bayram değil, seyran değil, nedir derdin derseniz? Maaş konusunu ben açmadım. Sayın Meclis Başkanımız Mustafa Şentop’un, Habertürk'te "Açık ve Net" programını sunan Kübra Par'a, vekillerin aldığı maaşların nerelere gittiğini anlatan sözlerini gazetelerden okuyunca, fazla maaş alıyorlar diye düşündüğümüz vekillerin durumuna üzüldüm doğrusu. Çünkü harcamaları çokmuş. İsterseniz vekillerin harcamalarına Şentop'un gözüyle bir bakalım:
*Vekillerin hafta sonları memleketlerine gidiş-geliş harcamaları...
*Meclis'e gelen ziyaretçilere yedirip içirme, seçmeni otelde misafir etme, hastane masraflarını karşılama...
*Lojmanları yok, kirada oturuyorlar. Araç tahsisi yok, Meclise toplu taşıma ile gelenler bile var.
*Maaşlarından partilerine kesinti yapılması.

Siz ne dersiniz bu duruma bilmiyorum. Ama ilgili konuşmayı okuduktan sonra bir de videodan izledim. Anlattıkları garibime gitse de Sayın Şentop'u samimi buldum. Demek ki insanın ne kadar geliri varsa bir o kadar da harcaması oluyor. Statü yükseldikçe ağalık yapmak da vekillere düşüyor. Garibime giden; vekiller, gelen ve gidenin karnını niçin doyurur? Ziyarete gelen seçmen oraya karnını doyurmaya mı geliyor? Gelene çay, kahve ve soğukluk ikram edilse ne olur? Orası aşevi veya imarethane mi? Sonra Mecliste niçin lokanta var? Vekiller gelen misafirleriyle birlikte yemeği Mecliste yiyeceğine, Ankara sokaklarına inip değişik lokantalarda yemek yeseler daha iyi olmaz mı? Böylece hem halkın arasına inmiş olurlar hem de ödemeyi bir defasında vekil yaparken diğerinde de seçmen yapar. Bu alışverişten Ankara esnafı da faydalanmış olur. Sonra hastaneye gelen herkes ihtiyaç sahibi mi ki vekil, gelenin hastane ve otel masrafını karşılıyor? Kültürümüzde misafirperverlik vardır; izzet ve ikram, ilgi ve alaka göstermek iyidir. Ama tek taraflı olmaz bu işler. Ayrıca milleti bu kadar da bedavacılığa alıştırmamak lazım diye düşünüyorum.

Sayın Şentop'un açıklamasından  vekilliğin zor zanaat olduğunu, çekilecek bir meslek olmadığını anladım. Merak ettiğim, durum bu ise birçok kimse, vekil olmak için niçin çok uğraşır? Bir dönem vekillik yaptıktan sonra seçilmek için niçin tekrar aday adaylık müracaatı yapar? Acaba biz yandık, başkası yanmasın diye mi tüm bu çaba ve gayretler? Haydi hepsinden geçtim, bu çile için aday adaylık ve seçim döneminde niçin o kadar para harcarlar? İşsizliğin had safhada olduğu, bazı evlere asgari ücretten tek bir maaşın bile girmediği, hayat pahalılığını vatandaşın iliklerine kadar hissettiği bir ortamda vekillerin aldığı maaşı haklı göstermek için sayılan harcama kalemlerini yadırgadım. Sayın Şentop "Vekillerin aldığı maaş, vekillerin vekil seçilmek için aday adaylığı ve adaylıkları döneminde harcadıkları parayı karşılamaktan uzaktır. Beş yıl boyunca aldıkları maaşın kuruşuna dokunmasalar bile harcadıklarını ancak karşılarlar" dese pek yadırgamazdım.

Aman bana ne? Vekilin aldığı maaş ve harcadığı yerler çenemi yordu. Alan düşünsün. Benim maaşım bana yeter de artar bile...

***16/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Cadde, Okul ve Üniversitelere Verilen İsimler *


Bir yerde okul, fakülte, üniversite, kampus, sosyal tesis, cadde vs varsa mutlaka bir isim verilmektedir. Zira isimsiz olmaz. Koyduğumuz isimden maksat bir yerin adı söylendiği veya sorulduğu zaman bilinir olmak, o yerin ismiyle müsemma olması veya ismi konanın adının yaşatılmak istenmesidir.

Kurum ve kuruluşlara, cadde ve sokaklara, fakülte ve üniversitelere, okul ve sosyal tesislere, köprü ve meydanlara, camilere, ya bir şehidimizin adı; ya bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış bir siyasetçimizin adı, ya bir hayırseverin adı, ya o ilin valisinin adı ya bir şairimizin adı, ya bir sivil toplum önderinin adı ya da emeği geçmiş birinin vs adı verilmektedir. Konan isimlerin bazısı kamuoyu nezdinde tam bir kabul görürken bazı konan isimler kamuoyu tarafından kolay kolay benimsenmemektedir. Belki de bundan dolayıdır ki bazı yer isimleri zaman zaman değiştirilmektedir. Bazı yerlerin isimleri o kadar değişmiştir ki neredeyse o yerler isim çöplüğüne dönmüştür. Kurum ve o yer yetkilileri durmadan tabela değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Koyduğumuz isimler öyle isimler olmalı ki tartışma götürmez, genel kabul gören isimler olmalı. Konjonktür gereği konan bazı isimler veya tartışılır isimler, dönem değişince gelenler tarafından değiştirilmektedir. Bu da hoş bir durum olmamaktadır. O yüzden isim koyarken ben koydum, yetki bende mantığı güdülmemelidir. Konan isim evladiyelik olmalıdır.

Konan isimlerin oturup oturmadığı kişiye, zümreye, zihniyete göre değişse de bölge halkı tarafından benimsenmiş olması dikkate alınmalıdır. Yöre ile hiç alakası olmayan birinin adı verilmemelidir.  İsmi verilen kişinin yöreye, emsallerine göre çok büyük hizmetinin geçmesi esas alınmalıdır. Yaşayan bir kimsenin adı hiçbir yere verilmemelidir. 

Bir yere, kurum ve kuruluşa, üniversite ve fakülteye, herhangi bir okula, bir valinin veya bir siyasi aktörün adının verilmesini hep garip karşılarım. Gerçekten bir ilde görev yapmış bir valinin adı, o ildeki bir okula niçin verilir? Vali, o okulu kendi öz sermayesiyle yaptırdıysa ismi helâli hoş olsun, verilsin. Yok, devletin veya özel idarenin bütçesinden yapılmışsa o okulun yapılmasına onay verdi diye o valinin adı verilmemeli. İlimize çok büyük hizmetleri dokundu, hak etti denirse, ben de derim ki o vali, o hizmetleri yaparken meccanen mi görev yaptı? Eğer öyleyse yine ismini verelim. Değilse sıcak bakmıyorum. Aynı şekilde bakan, başbakan, bir genel başkan veya cumhurbaşkanının isminin verilmesini de valinin isminin verilmesi gibi görüyorum. Çünkü devlet adına çalışan ve bu ülkeye hizmeti geçmiş her kişi, karşılığında devletten fazlasıyla maaşını almıştır. 

Bir yere, kuruma isim verilirken bir şehidimizin ismi verilebilir. Şehidin adı da kendi ili veya şehit olduğu yer ile sınırlı olmalıdır. Bir şehidin ismi, tüm illerimizdeki okul ve kurumlara verilmemelidir. Bir yere, o yeri yaptıran hayırseverin adı verilebilir. Hayırseverin de parayı nasıl kazandığı göz önünde bulundurulmalıdır. Tarihi bir şahsiyetin ismi verilebilir. Bu tarihi kişi de üzerinde konsensüs sağlanmamış, tartışılır isimlerden olmamalıdır. İsim verilirken de ismin kısa olmasına özen gösterilmelidir. Çünkü uzun isimlerin akılda kalması, söylenmesi ve yazılması kişileri epey zorlamaktadır.

*15/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



4 Ağustos 2019 Pazar

İş Bitirmek mi yoksa Baş Yitirmek mi? *

Bu dünyada kim olduğun değil, nasıl anlaşıldığın önemli. Çünkü insanların anladığı kadarsın. "Anlamıyorsan ne yapayım" deme durumun yok. Dümdüz yaptığın minareye bir çocuk eğri demişse bile gerekirse halatla çekip minareyi düzeltmelisin. 

Her ne kadar yapıp ettiklerimizi,  yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, yapma imkanımız olup da yapmadıklarımızı, konuştuklarımızı, tüm bunları yaparken neyi kastettiğimizi bilen Allah, öbür dünyada bizi adil bir şekilde yargılayacak olan ise de bu dünyada insanlar arasında yaşarken de sorumluluğumuzun farkında olmalıyız. Çünkü en büyük sıkıntımız anlaşılmamak veya yanlış anlaşılmak.

Başımıza gelenlerin çoğu irticalen yaptığımız konuşmalardan kaynaklanmaktadır. Bazen maksadın dışında yanlış bir kelime söyleyebiliyor veya yanlış bir cümle kurabiliyoruz. Hızlı hızlı konuşup meramımızı anlatacağız derken daha güzel ifade edecek kelime, deyim ve cümleler olduğu halde pot kıracak şekilde ağzımızdan cümle veya benzetmeler çıkabiliyor. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Yok onu demek istemedim, şunu demek istedim de dur artık. Söz ağızdan bir kere çıkar. Çıktı mı geri dönmez, tıpkı ok gibi. Belki de Kur'an bu yüzden üsluba dikkat çeker, sözlerin en güzeliyle konuşun der. Peygamberimiz "İnsanların anlayacağı şekilde konuşun" buyurur. Peygamberimizin sade ve tane tane konuştuğu rivayetlerde belirtilir. Bin düşün, bir konuş atasözünün gereğini kulak ardı ediyoruz çoğu zaman.

Aslında esas sorunumuz belki de çok konuşmak. Dilin hakkını verdiğimiz kadar iki kulağın hakkını vermiyoruz. Kendimize çok güveniyoruz. Hele biraz birikimimiz var, biraz da şöhret olmuş, dinleyenimiz varsa kim durdurabilir bizi. Tüm ekran ve mikrofonlar bizim demektir.

Diyelim ki şöhrete kapıldık, konuşuyoruz ve insanlara faydalı olmak istiyoruz. Konuşmamızda hata yapabiliriz. Hata yapmadığımız halde yanlış anlaşılmaya sebebiyet verebiliriz veya birileri bizim biletimizi kesmek, gözden düşürmek için sözümüzü cımbızlayıp öküz altında buzağı arayabilir. Bu durumda “maksadımın dışında anlaşılan şu sözüm, bu cümlem için özür dilerim demeyi ihmal etmemeliyiz. Erdemlice bir hareket olan özür, gönül almada bire birdir. Yok ben özür dileyemem diyen kimse, o zaman söz ve üslubuna azami gayret göstermelidir. Çünkü söz var iş bitirir, söz var baş yitirir. İş bitirmek isteyen ve başını yitirmek istemeyen  kimse, ağzından çıkanı kulağı duymalıdır. Kimseye malzeme vermemelidir.

*06/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Marifet Okul Sıralarını Zımparalatmada Değil *

Yeni eğitim ve öğretim yılı açılmadan, okullarını sezona hazırlamak için okullarımız yaz döneminde hummalı bir çalışma içerisine girerler. Okulları fiziki yönden eğitim ve öğretime hazır hale getirmektir tüm amaç. Okul yönetimi tarafından yıl içerisinde tespit edilen aksayan yönler ödenek durumuna göre sıraya konup yaptırılır. Bazı okullar çatılarını aktarır, bazısı tuvalet, lavabo, kapı, pencere vb. tamiratını yapar, bazısı da boya, badana işini halleder.
Her okul olmasa da hemen hemen tüm okulların yaptığı, yapmak istediği ortak bir ihtiyaç kalemi var: Okul sıralarını zımparalatıp verniklettirmek. Çünkü sıralar yıl boyunca öğrencilerin elinde  şamar oğlanı olmuş, üzerine değişik şekil ve desenler yapılmış, yontulmuş vaziyettedir. Bu sıralar okul yönetimleri tarafından bir marangoz marifetiyle elden geçirilmez ve vernikletilmez ise sene içerisinde bu sıralara kolay kolay kimse oturmak istemez. Sınıfa giren öğrenci -şayet kalmışsa- temiz sıra arayışına girer. (Bu durum piknik yerine giden biz büyüklerin temiz masa arayışına benzer.) Sahi devlet tarafından yüklü paralar verilerek yaptırılıp okullara teslim edilen bu sıraları kim yontup kim karalıyor? Sahibi çıkmasa da maalesef yapan senin, benim çocuğum. Gözünün önünde karalarken “karalama yavrum” dediğin zaman “karalamıyorum” cevabı aldığımız öğrenciler yapıyor. Çocuklar, sıraları bu şekil hoyratça kullanırken “Tüh be! Yazık ettim devlet malına” diyene de pek rastlamadım. Zevkle yapıyorlar bu işi. Karakterlerini tamamen yansıtıyorlar sıralara. “Evinizde ders çalıştığınız masayı bu şekil karalıyor musunuz” dediğinizde sorduğun soruya sessiz kalıp “Ama bu sıraları biz karalamadık ki” cevabı alırsınız.
Burada amacım kimseyi suçlamak, fail aramak değil. Orta yerde bir cenaze var, bu cenaze kaldırılacak. Karşılığında da ne para istenirse verilecek. Okul yönetimleri de bunu yapıyor. Çağırıyor bir marangozu. Anlaşıyor bir fiyata. Zımparalatıp verniklettirmek suretiyle sıralar yenileniyor. Sıraları bu şekil yenilemek sorunu çözüyor mu? Bu sıralar sene sonuna kadar yeniden eski halini alıyor. Yani her yıl aynı sorun.
Biz bu devlet malına zarar vermeyi, yediğimiz kaba pislemeyi nasıl bırakacağız? Ne zamana kadar devam edecek bu sorun? Bu sıraları emanet bilip düzgün bir şekilde kullanmanın farkına ne zaman varacağız? “Çocuktur, yaparlar. Olur böyle şeyler. Bizler de yaptık zamanında” deyip bu bizim kaderimiz mi diyeceğiz? Sıraları koruma konusunda zımpara ve vernik dışında aklımıza başka bir şey gelmiyor mu?
Bence marifet okul sıralarını zımparalatıp vernikletmede değil, o sıraların düzgün bir şekilde kullanılmasını sağlamaktır. Eğitimimizin başat sorunu budur. Ben sınıfımı istediğim şekilde kirleteceğim; hizmetli gelip temizleyecek, ben sıraları karalayarak deşarj olacağım; okul yönetimi ya yeni sıra temin edecek ya da sıraları zımparalatacak. Öncelikle bu kafayı terk etmemiz lazım. Çocuklarımıza okuma ve yazmayı öğretmeden önce sınıfı ve okulu kirletmemeyi, okul sıralarını karalamamayı öğreterek başlamamız lazım bu işe. Bunun için okul yönetimi, öğretmen, veli ve öğrenci bir araya gelip bir yol haritası belirlemeli. Sonra herkes sonucuna katlanmalı. Benim aklıma ilk gelen, öğrenci hangi sırada oturacaksa o sıranın o kimseye zimmetlenmesidir. Okulun ilk iş günü veli okula davet edilerek okul yönetimiyle bir sözleşme yapılır. Sene sonunda sıra verildiği gibi sağlam ve temiz alınırsa sorun yok, değilse bedeli alınır. Aynı sırayı birden fazla öğrenci kullanacaksa aynı yöntemle zimmetleme yapılır. Devlet de bu zimmet işinde okul idarelerinin arkasında durmalı… Gelin bu meseleyi basite almayalım.
*07/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Haricilere Ne Kadar Mesafedeyiz? ***


İslam tarihinde Hariciler adında siyasi ve itikadi bir mezhep vardı. Biliyor olmalısınız. Vardı diyorum. Zira şimdilerde bu mezhebin müntesibi yok. Tarih oldu gitti. Mezhebin kendisi yok oldu ama fikri, zikri, düşüncesi, bakış açısı, olayları yorumlayıp ve değerlendirme yöntemleri bugün milyonlarımızın beyninde yaşıyor. Birbirinden habersiz bu kişiler bir araya gelip bir mezhep kursalar veya tarih olan Hariciliği tekrar diriltmeye kalksalar öyle zannediyorum, bugünkü yaşayan mezheplerin en büyüğü olurlar. Bu tiplere Hariciler gibi düşünüyorsun desen, hakaret kabul eder, kendilerinin Harici olmadığını bir güzel izah da ederler.

Ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın diye kısaca Haricilerden bahsetmek istiyorum. Hz Ali ile Muaviye, Sıffın denilen yerde karşı karşıya gelmişler, aralarında anlaşamayınca savaşa tutuşmuşlardı. Savaşın ilerleyen safhalarında savaşı kaybedeceğini anlayan Muaviye, yol arkadaşı Amr b. As'ın akıl vermesiyle askerlerine emir vererek mızrakların ucuna Kur'an sayfalarını taktırır. Bu, aramızda "Kur'an hakem olsun" demekti. Hz Ali, "Bu bir hiledir, savaşa devam edin" dese de emrindeki askerlerden bir grup "Ya Ali, Kur'an'la mı savaşacaksın? Durdur şu savaşı, hakemliği kabul et" der. Hz Ali mecburen savaşı durdurur. Hüküm ve karar vermesi için Hz Ali ile Muaviye birer hakem tayin ederler. Hz Ali'nin hakem tayin etmesine az önce "Kur'an'a karşı mı savaşacaksın" diyen grup, bu sefer "Ya Ali! Hüküm Allah'ındır. Hükmü ancak Allah verir. Sen hakem tayin etmekle kafir oldun" diyerek cephedeyken Hz Ali'nin safından ayrılırlar. Kendilerine çıkıp gidenler anlamında Hariciler denmiştir. 

Tarihte "Hakem olayı" diye bilinen bu olaydan (bu grubun yaptığından) sonra cephede kaybetmeyen Hz Ali masada kaybeder, hilafet kendisinden alınıp Ümeyye oğullarına verilir. Bu sonuçların müsebbibi olan Hariciler bu olaydan sonra da rahat durmazlar, sabah namazına giderken Hz Ali'yi de öldürürler.

İslam tarihinde Hariciler denen bu zümre, anladığım kadarıyla olaylara yüzeysel bakan, muhakeme güçleri gelişmemiş, olayın perde gerisini anlamaktan aciz,  sözün maksadını anlamayan, kaba, ham softa kişilerden oluşuyor. Üstelik inandıklarında samimiler. İbadet düşkünüdürler. Birkaç ayetin lafzına takılarak sloganik yaşamışlar ve Müslümanlar arasında kapanmayan yaraların açılmasına sebebiyet vermişlerdir. Arap bedevisi diyebileceğimiz bu tipler için "Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun" sözü söylenebilir.

Şimdi gelelim tekrar günümüze. Bakın etrafınıza adı ve grubu Harici olmayan nicelerine rastlarsınız. Çoğunluğu da İslam dinini yaşayamaya çalışan bu samimi -görünümlü- kişiler,  tıpkı Hariciler gibi dini duyarlılıkları fazla. Bir kısmı dini yüzeysel bilmekle beraber çoğunun bilgi birikimi vardır. Sosyal medyada etkindirler. Ezmek ve linç etmek istediklerini yerle bir ederler, bir kaşık suda boğarlar. Kamuoyu destekleri de var arkalarında. Çoğu zaman bir konuşmanın özüne yoğunlaşmazlar, kelimelere ve bazı ifadelere takılıp kalırlar, boş plak gibi döndürür dururlar. Çok kolay tekfir ederler. Sözüne, kastetmediğin anlamlar yükleyerek seni elfazı küfürle itham ederler. Yeni görüşlere, inanç ve fikir hürriyetine kapalıdırlar. Farklı fikrinden dolayı hakareti ibadet bilirler. Aynı zamanda iyi birer niyet okuyucusudurlar.

Gördüğünüz gibi Haricilik günümüzde modern bir şekilde yaşıyor. Bence bu zihniyet İslam'ın daha iyi anlaşılmasının ve İslam’ın geniş kitlelere yayılmasının önündeki en büyük engeldir. 

***08/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Gazlıgöl'den Ayrılırken-e-

Kaplıcadan Ayrılırken -e- (Bazıları tekrar)

Beş günlüğüne geldiğim kaplıcadan bugün itibariyle ayrılıyorum. Yazdıklarımla -huyumdur- pek pozitif enerji vermesem de giderken hatırda kalanları paylaşmak isterim sizlere. Zaten siz de pek bekliyordunuz. Unutamayacaklarım:

1. El arabasıyla veya kaldırımda köy ekmeği satan kadın ve kız çocuklarını... Erkekler nerede merak ediyorum. Yöre halkı fakir anlaşılan. İnsanı ekmeğini taştan çıkartıyor. Cuma çıkışı kendi yaptığı peynir ve tereyağını satan kadını daha cesur buldum. Bol miktarda köy yumurtası satılıyor kenarlarda.

2.Dükkanının önündeki tezgahının üstüne banyo sabununu koymuş bir bakkaldan aldığım zeytin yağlı sabun hoşuma gidince ertesi günü giderek fazlaca aldım. Güzelce köpüren sabun ikinci kullanımda önceki gibi köpürmeyince geri alırsa diye yatsıdan sonra bakkala götürdüm. Utana sıkıla durumu anlattım. Diğer çeşit sabunlarla değiştirebilir miyim, sizce sakıncası yoksa dedim. "Olur, niye olmasın. Önemli olan sizin memnun olmanız. Sizin memnun kalmadığınız sabunu satınca ben hayrını görmem. Hatta paranızı da geri verebilirim, değiştirmek zorunda değilsin" dedi Afyon şivesiyle. Takdir ettim adamı. Allah bol kazanç versin böylelerine daima. Başka sabunla değiştirerek teşekkür edip ayrıldım. Değiştirdiğim sabun bahtıma artık.

3.Kara ve sivri sineklerle mücadele etmeyi sevmeyen ve haşerelerle mücadelede, oyunu aldığı vatandaşı kendi haline bırakan belde belediyesine inat, halkın kendi bulduğu çözüm takdire şayan. Ağaçlara beyaz poşet içine su doldurarak bağlamak.

4.Apartımda beni zaman zaman yalnız bırakmayan, arada bir yoklayan davetsiz misafirlerim sinekler! Allah sizin hayrınızı versin e mi!

5."Bu camiye gelen çocukların dokunulmazlığı vardır. Cemaatimize duyurulur" yazısını asan ve çocukları camiye çeken, irticalen okuduğu hutbeyle içimizi mest eden cami imamını burada anmadan geçemeyeceğim. İyi ki böyleleri var.

6.Üzerine su sıçramayacak şekilde lavabo görüntüsünde yapılmış caminin şadırvanında abdest alamadan ayrıldım da ona yanarım.

7.Kaplıca kaplıca dediklerinin sabah ve akşam hava almayan, kapalı bir yerde sıcak suyun içine girerek yirmişer dakika suda hareketsiz durmayı, eski dervişlerin çile çekmek için girdikleri çilehane benzettim. Derviş ahlaki eğitim alırken ben de beden eğitimi aldım. Derviş bunu para vermeden yapardı, bense para vererek, o kadar yolu tepip gelerek yaptım. Şimdi bu işin bir de geri dönüşü var.

8.Gördüğüm düğün konvoyu benim için nostaljikti. Gelin ve kadınların traktörün römorkunda gittiği bir konvoy...

9.Hemen hemen her gün aynı saatte grup halinde yukarıdan aşağıya gelen kazlar topluluğundaki füzen ve intizam görülmeye değerdi.

10.Bir buçuk gün boyunca kaplıca suyu diye havuza doldurduğum ve içinde yirmişer dakika kaldığım suyun şebeke suyu olduğunu sular kesilince tesadüfen öğrendim.

11.Afyon Kalesine çıkış maceramı ayrıca kalenin burçlarına kadar çıktıktan sonra unutulmaz aşklarını kayaya yazan Meryem ile Sinan'ı unutamam herhalde.

12.Afyon lokumu almak için içeride çalışan sekiz kişi olmasına rağmen vatandaşın sıra beklediğini ve sıranın dışarıya kadar taştığını görünce kalite tesadüf değil dedim.

13.Her gün vakitli vakitsiz su kesintisi yapan belediye benim gündemimden hiç düşmedi. Belediye binasının önündeki geniş, mezbelelik yeri görünce belediyeye haksızlık yaptığımı düşündüm. Çünkü işi başından aşkın belediyenin. Sahi haşereyle mücadele edemeyen, vatandaşına 24 saat kesintisiz su veremeyen belde ve ilçe belediyelerine ne gerek var? Benimki de merak işte.
14.Eline bardağı alanın sıcak su akan çeşmeden su doldurduktan sonra arka tarafa oturarak yudum yudum su içmesi ve oturanların koyu muhabbete dalmaları... Tüm bunlar şifa bulmak için. Bardak boşaldıkça tekrar doldurup içiyorlar.
15.Sonuç, Gazlıgöl benden, ben Gazlıgöl'den, siz yazı ve fotoğraflarımdan kurtuldunuz. Herkese geçmiş olsun. Elan kürkçü dükkanındayım.