26 Temmuz 2019 Cuma

Fahri Olarak Çalışmak ***

"Fahri olarak çalışıyorum" cümlesi bugünlerde pek duyulmaz oldu. Eskiden bu cümleyi sıkça duyardık. Şimdilerde duysal duysak fahri trafik müfettişini duyarız. Özellikle fahri müfettişten bir trafik cezası yersek fahri müfettişi kolay kolay unutmayız. Ben burada "Fahri olarak çalışmak" üzerinde duracağım.

Nedir fahri çalışmak? Bir karşılık beklemeksizin gönüllü olarak kabul edilen iş veya görev. Onur ve iftihar vesilesi olarak görülen bu işten ücret ya da maaş alınmaz.  Bu kişiler fahri olarak görev yaptığı yerin imkanlarından faydalanmaz, kendisi oraya katkıda bulunur. Fahri işi genelde kamu ya da özelden emekli olmuş, ununu elemiş eleğini duvara asmış, paraya-pula ihtiyacı olmayan kişiler yapar. Bundan amaç tecrübelerinden faydalanmaktır. Hizmeti önceleyen bu işte Allah rızası için görev yapılır.

Günümüze gelirsek fahri iş yapmayı ara ki bulasın. Karşılık beklemeksizin vermek Allah'a mahsus görüşü daha geçer akçe. Ömrünü devlette çalışarak geçiren, devletin üst kurumlarında görev yapmış, siyasette defalarca vekillik, bakanlık, başbakan yardımcılığı, meclis başkanlığı gibi makamları üstlenmiş, kaç yerden ne kadar emekli maaşı aldığını bilmediğimiz kişiler ya bankaların yönetim ya da değişik istişare kurullarında görev almakta veya kendilerine görev tevdi edilmektedir. Olabilir. Çünkü tecrübe parayla alınıp satılmaz. Bunların bilgi, birikim ve donanımlarından faydalanılmalıdır. Burada benim garibime giden değişik kurul ve komisyonlarda görev alan bu kişilere yeni bir maaşın belirlenmesi. Takdir edilen maaş da sembolik bir rakam değil. En düşüklerinin aldığı maaş 15 bin liradan başlıyor.

Kamuoyundan maaşlarıyla ilgili gelen tepkiler üzerine bu tür kurullarda görev yapan bazı üyeler "Buradan aldıkları maaşın bir kısmını bazı öğrencilere burs vereceklerini, geri kalanı da ihtiyaç sahiplerine dağıtacaklarını" açıkladılar. Böyle bir açıklama güzel. Ama daha güzeli bu işin fahri olarak yapılması, kendilerine maaş takdir edilse bile "Biz bu maaşı almıyoruz. Bizim geçinecek kadar bir gelir ve maaşımız var. Biz bu parayı geri iade ediyoruz" demeleriydi. 

Acizane ben devletten geçinecekleri kadar emekli maaşı alanların ikinci bir maaşla yine devlette taltif edilmelerini şık bulmuyorum. İşsizliğin had safhada olduğu günümüzde insanımız iş ararken, evine maaş girmezken bazı kişilerin birden fazla maaş almasını lüks görüyorum. Burada kurul ve komisyonlara işsizler atansın demiyorum. Ki kurullar işsizlere iş verilen yerler değil. Demek istediğim kurul ve komisyonlarda görev yapanlara verilecek maaşın işsizlere iş vermek suretiyle harcanmasıdır. Üstelik bir kurul üyesine verilen maaşla kaç işsize iş verilmiş olur.

***30/07/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

"Sedyede Fotoğrafımı Çek!"

—Baba, hastaneye muayeneye giderken ben de sana eşlik etmek istiyorum.
—Ne işin var evlat hastanede? Elim ayağım tutuyor halihazırda.
—Tahlil, tetkik yaptırırken belki bir faydam dokunur.
—Faydan? Ama gel yine de sanırım bana lazım olacaksın.
—Geleyim gelmeye. Fakat fikrini birden değiştirdin. Ne değişti hemen?
—Sana fotoğrafımı çektirteceğim. 
—Baba! Unuttun galiba... Hastaneye gidiyoruz hastaneye, tarihi ve turistik geziye değil.
—Biliyorum evlat, nereye gideceğimizi. Birkaç fotoğrafımı çekeceksin o kadar.
—Fotoğraf ve hastane...bir bağlantı kuramadım. Ne alaka? Senin için hastanede fotoğraf çektirmek niçin önemli?
—Ânı ölümsüzleştirmek evlat.
—Diyelim ki çektik. Ne yapacaksın fotoğrafı? Madem ânı ölümsüzleştireceksin, ver telefonunu, burada çekivereyim. Ha hastane ha burası.
—Öyle deme evlat! Hastanede sedyeye uzandığımda, koluma serum takıldığında, ultrasyon çekinirken, kolumdan kan alınırken fotoğrafımı çekeceksin. Hele bir de doktor kafamı-gözümü sararsa bir de o zaman fotoğrafımı çekersin.
—İlginç! Haydi çektik. Ne yapacaksın bu fotoğrafları?
—Sosyal medyada paylaşacağım.
—Üstüme iyilik sağlık! Ne işe yarayacak? Hem hastanede çektireceğin fotoğrafları paylaşman seni tedavi etmez ki... Ayrıca ayıp olmaz mı paylaşman?
—Tedavi amaçlı değil bu paylaşım. Sonra niye ayıp olsun! Çoğu kimse yapıyor bunu. Sosyal medyada bu fotoğrafları paylaşınca işin ciddiyeti anlaşılacak. Eş-dost takipçilerim üzgün olduğunu ifade edecek, ardı arkasına geçmiş olsun dileklerinde bulunacaklar. Çoğu, ne oldu dostum sana diyecek. Ben epey cevap vermeyeceğim onlara. Nice sonra "Önemli bir şey yok, rutin kontrol için geldim. Hepinize çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız" diyeceğim.
—Baba, sen ciddi misin ya da kendinde misin?
—Hem de hiç olmadığı kadar.
—Şimdi ben senin upuzun uzanmış fotoğrafını çekeceğim. Sen de bunu sosyal medyada paylaşacaksın öyle mi?
—Şükür anladın!
—Bana garip geldi ama mecburen seninle gidip fotoğrafını çekeceğim. Ne işe yarayacaksa?
—Sanal da olsa moral depolayacağım. Bir hasta için önemli...



25 Temmuz 2019 Perşembe

Benimki de Merak İşte!

Koltuğu olan bir makam sahibi olmadığım için bilmiyorum ama sosyal medyada boy boy paylaşılan hayırlı olsun görüntülerini görünce makam sahibi ile ziyarete gelen kişi, birlikte bir fotoğraf çektirirken aralarında çerçeveletilmiş bir tablo da fotoğraf karesinde dikkatimi çekiyor. 

Anladığım kadarıyla hayırlı olsuna gidilirken hediye olarak tablo götürülüyor. Bu, bir değil, üç değil, beş değil. Sıkça görüyorum bu tür hediyeyi. Kızmayın, sana ne, adam ne götürürse götürsün demeyin. Elbette isteyen istediği hediyeyi götürebilir. Benim ki tamamen bir merak. Makam sahibi, gelen bu kadar tabloyu ne yapıyor? Nereye koyuyor? Nereye asıyor? Gelen tüm tabloyu odasına asmak suretiyle sergilese, duvarın her bir yerine çivi çakması gerekiyor. Gördüğüm kadarıyla duvarlar sade. Bu demektir ki bu tablolar duvara asılmıyor. 

O zaman bu tablolar ne yapılıyor? Satsa satılmaz, yese yenilmez. Kızmayın. Merak işte! Aklıma bizim Konya düğünlerindeki hediye âdeti geliyor. Malumunuz bizim Konya düğünlerinde hediye olarak mutfak eşyası götürülür. Düğün sahibi, bunların ambalajını açmadan varsa deposuna koyar, bir düğüne davet edildiği zaman alır bir tanesini, götürür düğüne hediye olarak... Acaba makam sahipleri de böyle mi yapıyor? Çünkü kendisi de bir zaman sonra başka makam sahiplerini ziyarete gidecektir. Giderken eli boş gidecek değil tabi. Ziyaret esnasında fotoğraf çekimi yapılırken ambalajından çıkarılan tabloyu tekrar yerine koyar, yeni almış gibi alır bir tanesini, hediye olarak götürür. Aklıma başka bir şey gelmiyor. Bu iş, olsa olsa böyle olur. Hem böylece ziyaret de bedavaya getirilmiş olur.

Dedim ya, benimki tamamen bir merak... Yoksa ne hediye götürüldüğü beni ilgilendirmez. Yok, makam sahipleri kendisine gelen tabloyu bir başka makama götürmez, yenisini alır denirse geriye, bu makam sahibi makamdan el çektirildikten veya emekli olduktan sonra bu tabloları satacağı bir işyeri açmak kalır.

Aklıma bir başka şey daha geliyor. Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali, sen yeter ki dert edin. Gelir de gelir. Makam sahibinin odasında birkaç tablo var. Hayırlı olsun anını ölümsüzleştirmek için o tablolardan bir tanesini aralarına alarak fotoğraf çektiriyorlar olabilir.

Gördüğünüz gibi tabloların akıbeti meçhul. Bunları bir yerde istiflemek de mesele. Bu durumda ne yapmak lazım? Onlar adına ben düşüneyim. Ziyarete giden kişiler tablo yerine yiyip içecekleri bir paket götürseler, koyu muhabbetin arasında paketi açıp "Kürt getirdiğini yer" misali birlikte yeseler, fena mı olur? Böylece hem kursaklarına çay ve kahvenin dışında bir şeyler girmiş olur hem de tatlı yiyip tatlı konuşurlar.

Not: Gönderilen veya getirilen çiçekler için de durum hakeza. Ufukta bir makam sahibi olmam görünmüyor ama -olur ya- bir gün yetkili kişiler döner, şaşar beni bir makama getirirlerse ne çiçek ne de tablo isterim sizden. Tatlı getirin, tatlı yiyip tatlı konuşalım.

Okulların Yüzdelik Dilimleri Pek Değişmiyor*

2019 lise yerleştirme sonuçları açıklandı. Öğrenciler sınavlı veya sınavsız olarak istedikleri okul türlerine yerleştirildiler. Bir üst okula yerleşmek isteyenler, yerleştiği okulu beğenmeyenler ve tercih ettiği okullara yerleşemeyenler iki nakil döneminde şanslarını tekrar deneyecekler.

Lise yerleştirme süreci, belirlenen takvim çerçevesinde devam ederken ÖSYM'nin yaptığı YKS sınavının sonuçlarına göre yerleştirme süreci başladı.

Hem ortaokulu bitirip liseye gitmek isteyenler veya liseyi bitirip üniversiteye kapağı atmak isteyen öğrencilerin aldıkları puan, yüzdelik dilim ve başarı sırasına göz attığımız zaman pek şaşırtıcı gelmiyor. Derece yapan veya başarılı öğrencilerin çıktığı okullara baktığımız zaman sonuçlar bizim için sürpriz değil. Düzenli ve bilinçli çalışan, bir hedefi olan, hangi konuda ne eksiği olduğunu bilen öğrencilerin okuduğu okullar daha başarılı ve hedefini üç aşağı beş yukarı tutturmuştur. Hedefi olmayan öğrenci profilinin yoğun olduğu okullarda da durum tam tersidir. Yani başarısızlık vardır. Başarı varsa da bir elin parmağını geçmeyecek şekilde bireyseldir. Okullara bu başarıyı ya da başarısızlığı getiren en büyük pay da bu okulları tercih eden öğrencilerdir. Demek istediğim okulları okul yapan öğrencilerdir. 

Çocuğun başarı ya da başarısızlığında okulların, öğretmenlerin, çocuğun gittiği kurs merkezinin payı yok mu? Vardır elbet. Okulların payı disiplin, öğretmenlerin payı ise bir adres soran veya yolunu şaşırmış bir kişiye yol tarifi yapma diye basitleştirebileceğimiz rehberlikten ibarettir. Birlikte yarışabileceği okul/sınıf arkadaşlarının, çocuğuna imkanlar sunan ailelelerin ve sorumluluğuna katkı sunan çevrenin de payı vardır. Ama büyük pay öğrencidedir. Bu iş kumaş meselesidir. Kumaşı iyi olan iyi bir elbise olabilir.

Anlatmak istediğimi, yerleşme sonuçları açıklandıktan sonra okulların taban puanlarına bakarak da görebiliriz. Tercih eden öğrencilerin puanlarıyla oluşan taban puan genelde hep aynı.Okulların yüzdelik dilimleri değişmiyor. Bir yıl önce yüzdelik dilimi düşük iken ertesi yıl yükselmiyor ve düşmüyor. Bir lise diğer liselere fark atmıyor. Çünkü öğrenci tercihini yaparken yüzdelik dilimi yüksek olan okulu başa yazarak okulları yukarıdan aşağıya doğru sıralıyor. Yüksek yüzdelik dilime göre yerleşen çocukların okuduğu okullarda da başarı -doğaldır ki- yüksek oluyor. 

Okullardaki öğretmen kalitesine bakarsak yüzdelik dilimi yüksek olan okulların öğretmenleri çok iyi, yüzdelik dilimi düşük okulların öğretmeni yetersiz anlamına gelmez. Düşük puanla öğrenci alan bir okulda çok iyi öğretmenler olabileceği gibi puanı yüksek okullarda da yetersiz öğretmenler olabiliyor. Anlatmak istediğim başarıyı getiren, öğretmeni çalıştıran ve zorlayan öğrencidir. Bir okulu zirveye çıkaran da, yerin dibine batıran da öğrencidir. O yüzden iyi okul arayışına girerken çocuğumuzun etine buduna bakmamızda fayda var. 

Yazımı bitirirken şu tespitimi de burada ifade etmek istiyorum. Çocuk için öğretmenin önemli olduğu okul kademesi, ilköğretimin birinci kademesi olan ilkokul kısmıdır. Burada öğretmen birinci faktördür. Öğretmen bu kademede ne verdiyse öğrenci, ortaokul ve lisede bunun üzerine koyar. Başarı ve başarısızlık kriter ve anahtarı ilk kademedir.

*29/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

İsraf Karnemiz ***


Türkiye İsraf Önleme Vakfının(TİSVA) 2018 yılına ait hazırladığı rapora göre ülkemizde israfın boyutları  555 milyar liraya ulaşmış durumda. Bu miktar, milli gelirin yüzde 15'ine tekabül etmektedir. Rapor hazırlanırken ana israf kaynakları, gıda, enerji, su gibi israf kaynakları esas alınmış.

Raporda,
-gıda alanında israf edilen miktarın 26 ton(125 milyar) olduğu,
-yetişen 49 milyon ton sebze ve meyvenin yüzde 25-40 arası(25 milyar) kaybolduğu veya israf edildiği,
-300 gram üzerinden günde çıkarılan yaklaşık 85 milyon ekmeğin 79 milyonunun tüketildiği, geriye kalan yüzde 7’lik bir oran olan 6 milyon ekmeğin çöpe gittiği,
-kişi başı 70 gram olan kağıt-karton tüketiminin yaklaşık 6 milyon ton olduğu, bunun kişi başı 7 ağaca tekabül ettiği,
-damlayarak akan suyun yılda 3 metreküplük bir su kaybına sebep olduğu, bunun her konuta maliyetinin 6 bin lira olduğu, (Bir kişinin günde iki kez 1 dakika boyunca musluk suyunu kapatmadan diş fırçalaması yılda 8 ton su israfına neden olmaktadır.)
-her 100 liralık elektrik faturasının 35 lirasını tasarruf etme imkanı varken bu oranın yüzde 25’ler civarında kaldığı, yüzde 10’lu bir israfın olduğu belirtilmektedir.

TİSVA bu raporu kayıplardan hareketle mi yoksa elindeki bilimsel verilere dayanarak mı hazırladı bilmiyorum. Birkaç kalem üzerinden yapılan israfın boyutu hayatın diğer alanındaki ihtiyaçlarımıza da vurulduğu zaman israfın boyutlarının korkunç olduğu görülecektir.

Raporda ihtiyaçtan fazla aldığımız diğer eşyalar veya kamu kaynaklarının kamu eliyle israf edildiği de var mı, merak ediyorum. Mesela israf raporunun içinde,
-Belki giyerim, nasılsa indirim varmış diye alıp bir defa giydikten sonra gardıroba kaldırıp koyduğum envaiçeşit elbiseler…
-Belediyelerimizin yaptığı fütursuz harcamalar, ihtiyaçları gidermek için çekilen kredilere ödenen faizler…
-Gerekli gereksiz yapılan makam aracı tahsisleri…
-Şehir içi ulaşımda tek kişinin seyahat ettiği araçların yakıt tüketimi… (Bunda ne var? Adam işine gidecek demeyin. Raporda, musluktan damlayan suyun maliyeti israf olarak değerlendiriliyor, bu durum su israfına yol açıyor deniyorsa pekala caddelerimizde seyreden tek kişiden ibaret araçlar da israf boyutuyla değerlendirilebilir.)
-Düğünlerdeki tek giyimlik elbiseler…
-Tam pansiyonlu otellerdeki yeme ve içmeler…
-Cep telefonu vs harcamalarımız…
-Lüks ve rahat yaşama dair aldığımız konutlar, araçlar vs var mı?

Neyin israf, neyin değil bakış açılarımızın farklılaştığı, gereksiz harcama yapmayanların cimri olarak görüldüğü ve ayıplandığı, israfın kişilerin yetişme ortamına göre değiştiği ve vicdanlara hapsedildiği günümüzde, TİSVA’nın raporu ve benim sorduğum sorular israfın belki de devede kulak kısmıdır. Varın ötesini siz düşünün. Bunca israfa rağmen bu ülke iyi ayakta kalıyor, Allah rızkımızı kesmiyor ve vermeye devam ediyor.

***03/08/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.





24 Temmuz 2019 Çarşamba

İHL'leri Doğal Akışına Bırakmalı! ***


Milli Eğitim Bakanlığına bağlı, milli ve manevi değerleri önceleyen bir okul türü olmasına rağmen kuruluşundan bu yana tartışmalardan uzak kalamamış bir okul türümüz var. Diğer okul türleri gibi her türlü denetime sahip olmasına rağmen siyasi iktidarların eli ve gözü hep bu okullarda olmuştur. İmam Hatip Liselerinden bahsediyorum.

Kuruluşundan son 8-10 yıla gelinceye kadar siyasi iktidarlar tarafından genellikle ötekileştirilmiş, dışlanmış, sakıncalı olarak görülmüş, başarılı olması pek istenmemiş, hatta katsayı kararıyla mezunlarının önü kesilmeye çalışılmış bu okullar, en hafifinden görmezden gelinmiş, üvey evlat muamelesi görmüştür.

Son yıllarda bu okullara bakış açısı önceki yıllara oranla değişmiş, üvey evlatlıktan öz evlatlığa yükselmiş, çok sayıda okullar açılmak suretiyle öğrencilerin bu okulları tercih etmesi teşvik edilmiş, bu okulların başarılı olması için bazı okullar proje okul kapsamına alınarak bünyesinde Fen ve Sosyal Bilimler bölümleri uygulamaya konmuş durumda.

Bu okulları tercih edip etmeme durumuna gelince, bir kesim var ki servet vaat etsen çocuğunu bu okullara göndermez. Diğer bir kesime göre çocuklar mutlaka bu okullarda okumalı; dinini, diyanetini bu okullarda öğrenmeli. Bir kesim daha var ki sosyal medyada çok etkin. Çocuğunu bu okullara yazdırmayanları ve başarılı çocuklarını bu okullara göndermeyenleri neredeyse yerden yere vuruyor, mahalle baskısı uyguluyor. İster İHL sevdalısı ister İHL karşıtı olsun hiç kimse çocuğun meyil, yetenek ve hedefinin hangi yönde olduğuna bakmıyor.

Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım İHL okullarının durumu aynen bu şekil. Birçok konuda olduğumuz gibi bu konuda da toplum olarak ifrat ve tefrit durumunu yaşıyoruz.

İHL'lere aşırı nefret beslemeyi ve aşırı sevgi göstermeyi birbirinden beslenen aşırılık olarak görüyorum. Bu tavrın bu toplumun bir ihtiyacı olan İHL'lere zarar verdiğini düşünüyorum. Bu iki zihniyetin çarpışması İHL'leri hep tartışılır durumda tutacaktır. Bu da ister istemez bu okulları siyasi iktidarların etki alanına sokacaktır. Biri göklere çıkarırken diğeri tırpanlama yoluna gidecektir. Bu okullar siyasi iktidarların ne arka bahçesi olmalı ne de düşman gördüğü bir yer olmalı. Bu okullar ne öz okul ne de üvey okul muamelesine tabi tutulsun. Çünkü özlük ve üveylik her daim etki ve tepki meselesini doğurmaktadır. Kimin ne emeli varsa bu okulların üzerinden elini çekmelidir. Birbirimizle kavga edeceksek bunu İHL’ler üzerinden yapmayalım. Unutmayalım ki aşırı nefret ve aşırı sevgi, aynı yerden beslenen ikiz kardeşler gibidir. İkisi de -istemeyerek- aynı amaca hizmet eder.

Bu okullara iyilik yapmak istiyorsak en iyisi bu okulları tıpkı diğer okullar gibi kendi doğal akışına bırakmaktır. Başarı çıtasını yükseltmek için bu okullar hem kendi içinde hem de diğer okullar arasında yarışma yoluna gitmelidir. Başarı çıtasını yükselten okullara -hiç reklama ihtiyaçları olmadan- kendiliğinden öğrenci akışı gelecektir. Bizim bu durumda yapacağımız en iyi şey, çocuklarımıza rehberlik yapmaktır.

***01/08/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.


Kıstasımız Bireysel Başarı mı Yoksa Kolektif Başarı mı?*

Önce LGS, ardından YKS sonuçları açıklandı. Gözler ve kulaklar birinci nereden/kim üzerine yoğunlaşıyor. Okullar ilk yüzde kaç öğrencimiz var, buna bakıyor. Kurs ya da etüt merkezleri, derece yapan bir veya iki öğrencileri varsa afiş bastırıp reklamını yapıyor. Sosyal medya ise herkesin başarı hikayesinin ve derecesinin sergilendiği yer.

Okul, etüt, kurs neresi olursa her birinin önceliği birinci çıkarmak; olmuyorsa ilk yüz, olmuyorsa ilk bin, olmuyorsa ilk on bin hedefleri arasında. 

Derece yapanların ve derece çıkaranların sevinmek hakları. Elbette sevinecekler. Zira bunun sevinç ve mutluluğu başka. Verilen emeklerin karşılığının alınması ayrı bir duygu olsa gerek. Hele YKS'de ilk yüze girmenin devlet nezdinde de ayrı bir yeri var. Devlet öğrencinin maddi durumuna bakmaksızın bu başarıyı üç katı burs ile ödüllendiriyor. Haklarıdır. Analarının ak sütü gibi helaldir. Güle güle harcasınlar.

Buraya kadar bireysel başarıdan ve sonuçlarından bahsettim. Bundan sonra biraz da kolektif başarıdan bahsetmek istiyorum. Birinci çıkartan veya derece yaptıran okullar, etüt ve kurs merkezleri kolektif başarıda neredeler? Toplam sınava giren öğrencilerin puan ortalaması nasıl? Bireysel başarıyı takdir etmekle beraber bence esas başarı takım oyunu, yani puan ortalamasıdır. Kurumların başarısı bireysel başarıdan ziyade kolektif başarı ile ölçülmelidir. Ki olması gereken de budur. Her birimizin kıstas olarak toplu başarıyı önemsememiz gerekiyor. Çünkü böylesi başarıda mutlu olanların sayısı çok kişidir. Böyle kurumlarda kurum kültürü de çabuk yerleşir. Başarı çıtasını yükseltmek için böylesi yerlerde öğrenciler kendi aralarında tatlı bir rekabete bile girebilirler.

Kurumlar sadece derece yapan öğrencilerin başarısını paylaşmak yerine aynı zamanda puan ortalamalarını da paylaşmalıdır. Kurumların reklamı böyle yapılmalıdır. Veli ve öğrenci, kayıt olmak için bir okula/etüt veya kurs merkezine gittikleri zaman o kurumun kaç tıp, kaç mühendisliği kazandığı sorusunu sormaktansa okulunuzun puan ortalaması kaç diye de sormalıdırlar. Derece yapmada öğrencinin bireysel yönü etkili iken kolektif başarıda kurum etkilidir. Yine bir kurum, bir yıl birinci veya derece yapan çocuk çıkartabiliyorken aynı başarı diğer yıllarda tekrarlanmayabiliyor. Ama puan ortalamasının yüksekliği her yıl tekrarlanabilir. Bu da okulu marka değer yapar.

Sahi siz çocuğunuzu bireysel başarılara imza atan okullara mı yazdırmak istersiniz yoksa kolektif başarıyı yakalayan okullara mı? Bence toplu başarı tercih nedeni olmalıdır.

*27/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.