24 Temmuz 2019 Çarşamba

Yine Konya Düğünleri ***

Yazdığım bir konuda kolay kolay yazmamaya özen gösteririm. Ama bazı konular vardır ki sezonu geldiğinde yazmak zorunda hissederim kendimi. Bunlardan biri de Konya düğünleri. Çok defa yazdım bu konuda. Temcit pilavı gibi farklı cümlelerle tekrarlarım yine de. Benim bu durumum, senede iki defa olduğundan unutulmuştur diye bayram namazlarını kılmadan önce imamların namazın kılınışını anlatması gibidir. Ömrüm kifayet edip yazmaya devam ettikçe, Konya inadım inat dedikçe Konya düğünlerine değinmeye devam edeceğim. Ne zamana kadar? Ne zaman Konyalılar pes der, o zamana kadar… ya da beni el üstünde musallaya taşıyıncaya kadar.

Ne varmış Konya düğünlerinde demeyin. Adı tatlı telaşe olan düğünlerimizin sorunu çok. Yemeği sorun, konvoyu sorun, hediyesi sorun… Düğün sahiplerinin her şey olacak diye gırtlağına kadar borçlandıklarını saymıyorum. Bu yazımda düğün yemeği âdetimiz ile çoğumuzun götürdüğü hediyelere değineceğim.

Yoğurt çorbası, etli pilav, bamya, zerde, helvadan ibaret Konya düğün yemeğimiz tadı damakta kalacak kadar enfes yemeklerdir. Çoğu ilimiz bu kadar çeşit yemek ve lezzetten mahrumdur. Yiyenin bir daha yiyesi gelir. Sofrada pilav ve bamyanın tekraren istenmesinin ve göz doyuncaya kadar yenmesinin bir nedeni de bu olsa gerek. Amma velakin bir kötü huyumuz var. Bugünden yarına terk edeceğe benzemiyoruz. Tüm bu yemekleri en az on kişinin oturduğu bir sofrada aynı kaptan yemek. Yani aynı kaba ortak kaşık sallamak. Biz bize yiyorsak problem değil de Konya dışından gelenler kazara yanımıza oturmuşsa "Aman Allah'ım! Bunlar ne yapıyorlar böyle? Günlerce aç kalmış gibi saldırıyorlar" diye bize baka kalıyorlar. Biz yiyoruz, onlar bakıyor ya da pilavın ucundan ucundan alarak yer gibi yapıyorlar. Arkamızda sırada bekleyenler de işin cabası. Bir yönümüz daha var. Midemize düşmanmışız gibi tıka basa yedikten sonra, başına "Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz" ayetini okuyarak yemek duası yapıyoruz. Bereket israf yapmıyoruz. Çözüm, kapları ayırmaktır. Ya alakart usulü yemeğe geçeceğiz ya da tabldot usulü yemeğe. Bunun başka yolu yok. Efendim, alakart pahalıya gelirmiş, o kadar misafire alakart olmazmış. Bütçemizin el verdiği, salonun masa sayısı kadar 200-300 kadar bir davetliye yemek versek ne olur? Amacımız, eş-dostu bu vesileyle ağırlayıp sünnet olan velime yemeği ikram ederek düğünümüze şahit kılmak mı ya da bu vesileyle dığdığının dığdığının dığdığını doyurmak mı? Kalabalık düğün yemeklerinde yemeğini yiyenin çekip gittiği düğünler pek düğüne de benzemiyor. Az sayıda kişiye alakart usulü verilen yemeklerde konuklar masalarda oturduğu ve ayakta bekleyen kimse olmadığı için düğün, düğüne benziyor. Davetliler hem servisi bekliyor, hem sindire sindire yiyor, hem müzik dinliyor, hem yanındakilerle sohbet ediyor. Menüsü genel de yoğurt ya da bamya çorbası, bir dilim börek, etli pilav, tatlı. Üzerine soda içmeyecek kadar doyulmaktadır.

Çevrem kalabalık, herkesi gönülleyeyim diye davet edilen dıdısının dıdısı ne hediye getiriyor? Bunlar düğün sahibini gönüllüyor mu? Getire getire zücaciye yani mutfak eşyası getiriyor. Düğün sahibinin derdini çözmekten uzak bu âdetimize pes diyorum. Adam zaten başta mutfak eşyası olmak üzere her türlü ihtiyacını iğneden ipliğe düğünden önce almış. Ne yapacak bu gelen mutfak eşyasını? Ancak zücaciye dükkanı açabilir. 

Düğünlerde gelen bu tür gelen hediyeyi küçümsemiyorum, bu tür hediye getirenleri ayıplamıyorum. Nasıl kökleşmiş ve vazgeçemediğimiz bir âdet ki sadra şifa olmayan bir âdet. Halbuki adamın tek derdi var: para para para...  İnanın birbirimize yaptığımız bu kötülüğü Çorumlu yapmaz. Allah biz Konyalıların hayrını versin. 

Not: Yakın ve orta uzaklıkta evlendireceğim çocuğum yoktur. Derdim Konyalı'nın derdini dillendirmek. Başka bir amacım yok. Maksadımı aşmış ve sürçü lisan etmiş isem affola!

***27/07/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

ÖSYM, Yerleştirmede MEB'in Yolunu İzlemeli *

Ortaokulu bitiren öğrencilerin lise tercihlerine göre yerleşmesini MEB yaptı. Tercih edilmeyip boş kalan veya bir okula yerleştiği halde özel okula geçiş yapan öğrencilerin boşalttığı kontenjanları doldurmak amacıyla MEB, okullar açılmadan önce, nakil yoluyla yeni başvurular alarak boş kalan kontenjanları doldurmayı hedeflemektedir.  

1.nakil tercihleri 29 Temmuz-2 Ağustos, 2.nakil tercihleri ise 5-8 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. Nakil tercihine, bir okula yerleşen ama daha iyi bir okula geçiş yapmayı hedefleyen veya herhangi bir okula yerleşemeyen tüm öğrenciler başvurabiliyor. Nakil tercihlerinde istediği okula yerleşemeyen öğrenci, önceki yerleştiği okulda okumaya hak kazanıyor. İki nakil döneminde de herhangi bir liseye yerleşemeyen öğrenciler, ilçe milli eğitim bünyesinde oluşturulan komisyonlara müracaat ederek komisyon marifetiyle kayıt alanına uygun bir okula yerleştirilecekler.

MEB'in, sınav puanına veya kayıt alanına göre lise yerleştirmesi yaptıktan sonra yapacağı iki nakil süreci, ortaokul yöneticilerine külfet oluşturmakla birlikte güzel bir uygulama. Çünkü kazandığı okuldan ziyade bir başka okulda okumak isteyenler veya yerleştirme tercihi yaptıktan sonra tercihinden pişmanlık duyanlar veya tercihlerinden herhangi bir yeri kazanamayan öğrenciler için nakil süreci bir umut kapısıdır. Ayrıca boş kalan kontenjanlar da bu vesileyle doldurulmuş olacaktır.

Şimdi bir de ÖSYM'nin üniversite ve bölüm yerleştirmesine bakalım. ÖSYM, liseyi bitiren veya daha önce mezun olduğu halde YKS sınavına girip 150 ve üzeri puan alan adayların yerleşme tercihlerini 23-29 Temmuz arasında alacak, sonuçları da 5-9 Ağustos tarihleri arasında açıklayacak. Adaylar kazandıkları yerlere kayıtlarını yaptırdıktan sonra boş kalan bölümler için ÖSYM, ek yerleştirme yapacak. Ek yerleştirmeye, bir bölümü kazanan öğrenciler başvuramıyor. Ancak merkezi yerleştirmede herhangi bir yükseköğretim programına yerleşememiş adaylar ek yerleştirme tercihinde bulunabiliyor. Yani ÖSYM'nin yerleştirmesi bir defa olmakta ve birçok bölüm kontenjanını dolduramamaktadır. Bir bölüme yerleşen ne nakil başvurusunda bulunabiliyor ne de ek yerleştirmeye girebiliyor. Öğrenci yerleştiği bölümden memnun olmayıp pişmanlık duysa da geriye dönüş yok. Mecburen ya o bölümde okuyacak ya da kayıt dondurup bir yıl sonraki sınava hazırlanıp istediği bölüme girmek için tekrar şansını deneyecek. 

Anlatmak istediğim, üniversiteler gençlerin meslek seçimi yaptığı son kapıdır. Öğrenciler şurayı mı yazsam, burayı mı yazsam ikilemi yaşar tercih etmeden önce. Çoğu da başvuru süresi dolmadan sürekli tercihini değiştirip onaylamaktadır. Hal böyle iken ÖSYM, yerleştirme işinde niçin MEB'in yerleştirme ve nakil yolunu örnek almaz? Bence ÖSYM “ben yerleştirdim, son pişmanlık fayda etmez” diye düşünmemeli. Tercih döneminde gel-git yaşayan, geleceğimizin teminatı gençlere tıpkı MEB'in verdiği nakil imkanını vermelidir. Bunu yapmak ÖSYM’ye zor olmasa gerek.

*26/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Hayır Gelmez!

Bir ülkede;
*Eleştiri kültürü gelişmez, en ufak bir eleştiriye tahammül edilmez, eleştiri yapan kimse düşman ilan edilirse,
*Üretime dayalı bir ekonomik model geliştirilmez, stratejik öneme sahip şeylerde dahi dışa bağımlı yaşanmaya devam edilir ve tedbir alınmazsa,
*Kaç seçim kaybetmesine rağmen bir genel başkan  istifa etmeyi düşünmez, delegeleri sesini çıkarmaz ve yerinde kalmaya devam ederse,
*Her türlü başarısızlıkta başarısızlık nedenlerinin üzerine gidilmez, mazeret ve bahanelerin arkasına sığınılır, suç başkasına atılırsa,
*Siyasette bir ortak kültür, diyalog ortamı geliştirilmez, istişare geri plana atılır, milli meseleleri çözmek için birlikte hareket edilmez ise,
*Bir makama gelenler makamdan aldığı gücü halka hizmet etmek olarak kullanacağı yerde makamını kendisine hizmet edecek şekilde kullanırsa,
*Siyasete girenler yapacağını yapar, tadında bırakıp köşesine çekilmez, ölümü siyasetle olur ise,
*Sorumlu bir makamda oturanlar yaptıkları icraatların yanlış olduğu, halkta mağduriyet oluşturduğu, devleti zarara uğrattığı ortaya çıkmasına rağmen bir bedel ödemez, hesap vermez ve kendisine bir hesap sorulmaz, yapanın yaptığı yanına kar kalır ise,
*Suçlularımız ortak olmaz, bir kesimin suçladığını diğer kesim korumaya devam eder, bugün suçlu görülenler yarın suçsuz, suçsuz görülenler yarın suçlu olur ise,
*Yargılamalar adil yapılmaz veya adil olmadığına dair algılar devam ederise,
*Her türlü alımlarda ehliyet ve liyakat göz ardı edilir, atamalar ahbap çavuş ilişkisine göre yürür, torpil ve kayırmacılık alır başını gider ise,
*Kimse birbirine güvenmez, herkes birbirine suçlu piyade gibi görür, her kesim ülkeyi birbirinden kurtarmaya kalkar ise,
*Kamu malı yetim malı bilinmez, har vurur, harman savrulur ise,
*Her türlü denetimler kriterine uygun sıkı ve ciddi bir şekilde denetlenmez, hesap verebilirlilik ve hesap sorabilirlilik yerleşmez ise,
*Haksızlık kime karşı yapılırsa yapılsın, haksızlıkla topyekûn mücadele edilmez ve sessiz kalınır ise,
*Merkezi sınavlarda çocuklarımız tel tel döküldüğü halde eğitime neşter vurulmaz, pansuman tedbirlerle yola devam edilir ise,
*İnsanımız iş bulamaz, işe giremez, iş beğenmez ve geleceğe güvenle bakamaz ve yeni istihdam alanları yaratılmaz ise,
*Halkın ekserisi ekonomik darboğaz içerisinde sıkıntı çeker iken mutlu azınlık Lale Devri yaşamaya devam eder ise,
*Suçluyla mücadele etmek için suç ortaya çıkmadan mücadele edilmez, suç ortaya çıktıktan sonra mücadeleye kalkılır ve bu işte toptancı davranılır, benzer suçların ortaya çıkmasına karşın tedbir alınmaz ise,
*Okullara rağmen ilave ders alınan yerler mantar gibi bitmeye devam eder ise...

Böyle bir ülke gelişmez, ilerlemez, gelecek nesillere yaşanabilir bir ülke bırakılmaz ve böyle bir ülkeden hayır gelmez.

21 Temmuz 2019 Pazar

Maarifte Hali Pürmelâlimiz*


2019 YKS istatistikleri yayımlandı. Rakamlara boğmadan kısaca bilgi vereyim: Temel Yeterlilik Testi (TYT) ile sayısal, sözel ve eşit ağırlık puan türlerinden birer, yabancı dilden ise 5 aday 500 tam puan alarak birinci oldu.
2 milyon 390 bin 491 kişinin girdiği TYT (Temel Yeterlilik Sınavı) sınavında adaylardan yüzde 74,16’ı barajı geçerek 150 ve üzeri puan aldı. Kadın adayların yüzde 77,21'i 150 ve üzerinde puan alırken, erkeklerin yüzde 71,24'ü barajı geçti.
TYT'de sınavı geçerli olan 2 milyon 390 bin 188 adayın testlerdeki ortalama net sayıları şöyle: (Küsuratlar yuvarlanmıştır.)
"Türkçe 40 soruda 15 ortalama,
Sosyal bilimler 20 soruda 7 ortalama,
Temel matematik 40 soruda 6 ortalama,
Fen bilimleri 20 soruda 2 ortalama."
AYT'ye (Alan Yeterlilik Testi) girip sınavı geçerli kabul edilen 1 milyon 880 bin 711 adayın ortalama net sayıları ise şu şekilde: (Küsuratlar yuvarlanmıştır.)
"Türk dili ve edebiyatı 24 soruda 5 ortalama,
Tarih-1 10 soruda 2 ortalama,
Coğrafya-1 6 soruda 2 ortalama,
Tarih-2 11 soruda 2 ortalama,
Coğrafya-2 11 soruda 2 ortalama,
Felsefe grubu testinde 12 soruda 2 ortalama,
Din kültürü ve ahlak bilgisi veya ek felsefe grubu testinde 6 soruda ortalama 1,
Matematik 40 soruda ortalama 5,
Fizik 14 soruda 1 ortalama,
Kimya 13 soruda 0,963 ortalama, (yuvarlanmamıştır)
Biyoloji 13 soruda 1 ortalama."
Yukarıdaki tablo sadece bu yıla ait bir tablo değil, önceki yıllarda yapılan sınavlara da baktığımız zaman tablo üç aşağı, beş yukarı böyledir. Bu tablo; düzelsin, çocuklarımız en iyi eğitimi alsın diye ömrümüzü verdiğimiz maarifimizin bir üst sınıfa geçemeyecek şekilde hep sınıf tekrarına kaldığının bir resmidir. Hiç kendimizi kandırmayalım, bu tablo eğitip öğreteceğiz diye saçımızı süpürge ettiğimiz çocuklarımızı maarif yolunda heba ettiğimizin resmidir.
Sınava giren bu çocukların ekseriyeti okul dışında okullarda ücretsiz açılan DYK’ya, (Destekleme ve Yetiştirme Kursları) özel kurs ve etüt merkezlerine giderek ekstra efor sarf etmişlerdir. Bir kısmı da özel ders almıştır. Tablo ortada.
Öyle zannediyorum okuryazar olmanın dışında hiç okula gitmeyen kişileri bu sınavlara alsak tablodaki durumdan daha aşağı ortalama almazlar. Sıfır çekelim diye uğraşsalar bile beceremezler. Hatta daha yüksek bir ortalama bile tutturabilirler. Bu uğurda her yolu denedik, her bir sınav sistemini uygulamaya koyduk. Sonuç ortada. Bir de okulsuz sınav sistemini deneyelim. Bu deneme tahtasında nasılsa kaybedeceğimiz bir şey yok.
O zaman bu okullar niçin var? Merak ediyorum, bu sonuçları almak için çocuklarımızın 12 yıl okumasına gerek var mı? MEB diye bir Bakanlığımız niçin var? Anne babalar çocuklarını niçin okullara gönderiyorlar? Devlet niçin herkesi okutacağım diye bunca masrafı yapıyor? Nerede yanlış yapıyoruz? Bu durumdan eğitimin iç ve dış paydaşlarının her biri kendilerine pay çıkarmalıdır.

*24/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Savunma Sanayimiz ***


Cumhurbaşkanı mı Erdoğan'ın dediğine göre savunma sanayimizin yüzde yetmişi yerli. Geçmişe oranla büyük bir mesafe kat edilmiş. İnşallah kısa zamanda yüzde yüzünü de yapar hale geliriz.

Aslında yerli savunma sanayide yüzde yetmişini yapar hale gelmemiz sevindirici olmakla beraber çok gecikmiş bir yatırımdır. Biz ki Selçuklu ve Osmanlı'ya dayanan köklü bir devletiz. Atalarımızın ömrü cephede geçmiş asker bir milletiz. Ama bunca yıldır kendi savunma sanayimizi oluşturamamış. Bu asırda hala savunma sanayinde maalesef dışa bağımlıyız. Savunma ihtiyacımızı gidermek için paramızı vererek Patriot almak istiyoruz. ABD olmaz diyor. Rusya'dan S-400 almaya yöneliyoruz. Bize Patriot satmayı kabul etmeyen stratejik ortağımız cıs, alamazsın, alırsan yaptırımlar uygularım, sonucuna katlanırsın diyor. Alırsın, alamazsın derken S-400'leri Rusya'dan alıyoruz. S-400'ler gelmeye başlayınca ABD, ilk iş olarak ortağı olduğumuz F-35'lerin yapımından bizi çıkarıyor ve F-35'leri vermeyeceğini söylüyor. Nasıl ortaklıksa? Şimdi ABD, Türkiye'ye başka ne yaptırımlar yapabilirim diye düşünüyor. Bu nasıl iş, anlayabilen var mı? Bu yapılanların mantıklı bir izahı var mı? Anlamakta zorlanıyorum. Sanki bize ulufe dağıtıyorlar. 

Paramızı bastırıp istediğimiz savunma aracını alsak bile bize şartlı veriyorlar: Efendim! Bunu bana karşı doğrultamazsın, benim müttefikime kullanamazsın. Yeri geliyor parçasını vermiyor. Ne zaman zor durumda kalsak verdikleri işe yaramıyor. Ambargo ile tehdit ediyorlar. Kıbrıs Harekatında bunu yaptılar. Almanya ile gerilim ortaya çıkınca Almanya  tank modernizasyon işini durdurdu. Ama bu işlerde suç, ne ABD'de ne Rusya'da ne de başka bir ülkede. Suç tamamen bizde… Büyük devletler durmadan bizimle oynuyor ama biz tüm bunlara rağmen savunma sanayinde dışa bağımlı olmaya devam ettik. Kıbrıs Harekatından bugüne 45 yıl geçmiş. Etrafımız düşmanla çevrili olduğunu bildiğimiz halde, ülke güvenliğini sağlamak baş görevimiz olmasına rağmen dışa bağımlılıktan kurtulamamışız. Merak ediyorum, bu ülkeyi geçmişten günümüze yönetenler bu iş için ne yaptı? Elleri armut mu topladı? 

Ne iş yaptıklarını ben söyleyeyim. 1993 yılında askerim. Ankara'dan gelen üst rütbeli bir subay (sanırım albaydı) bize çok hoş bir konferans verdi. Komutanın konuşması gururumuzu okşadı. Soru-cevap kısmında bir asker "Komutanım! Güçlü bir ordumuz var. Niçin kendi milli savunma sanayimizi kurmuyoruz" dedi. Komutan ne dese beğenirsiniz? "Arkadaşlar! Kendimizin yapmasına gerek yok. İleri devletler savunma ve saldırı amaçlı her türlü savaş malzemesini yapıyorlar. Bastırır parayı alırsın, yeter ki sen paradan haber ver" dedi. Sanırım bugüne kadar (bu hükümete kadar) savunma sanayimizin niçin dışa bağımlı olduğu verilen bu cevapta gizli. O komutan hala yaşıyor mu bilmiyorum ama o komutana ve onun gibi düşünen asker ve siyasi sorumlulara "Bakın! Paramız, istediğimiz silahı almaya yetmiyor, günaydın" diye seslenmek istiyorum.

Savunma sanayimizi kurmada ve yüzde yüze ulaştırmada gecikmiş olsak da zararın neresinden dönersek kardır. S-400, Patriot, F-35'ler bizim kulağımıza küpe olsun. Kötü ülke/ortak bizi mal sahibi yapsın. Bu konuda bu hükümetin yaptıkları yadsınamaz, takdir ediyorum. İster savunma, ister saldırı amaçlı olsun her türlü savunma ihtiyacımızın yerli olması birinci vazifemiz olsun. Marş marş! Unutmayalım ki başkasının yaptığı ile ne ülke savunulur ne de savaş yapılır. Savunma sanayimiz her şeyiyle yerli ve milli olmalıdır. 

***25/07/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.


20 Temmuz 2019 Cumartesi

Neredeyse Baltayı Taşa Vuracaktım

18.05 YHT ile Ankara'dan Konya'ya seyahat ederken yanıma benimle yaşıt bir çiftçi kardeşimiz oturdu. Selamlaşmanın ardından aramızda değişik konuların açıldığı bir sohbet ortamı oluştu. İki saat süren yolculuğumuzun nasıl geçtiğini bilemedik. Eğitimden tarıma, işsizliğe çözüm gibi memleket meselelerine girdik. Ben konuştum o dinledi; o konuştu, ben dinledim. Bir bakmışız ki Konya Garındayız. Benim yolculuğum bitti, onun yolculuğu Karaman'a kadar devam edecek. Evime davet ettim, misafirim ol dedim. Teşekkür etti. Vedalaşıp ayrıldık.

Yol arkadaşımın konuşmasından ilginç bulduğum, işsizliğe çözüm önerisini sosyal medyada paylaştım. Neydi çözümü derseniz basit bir çözümü vardı: "Kadın ve kızların işine son verip işe erkekleri almak" şeklinde.

Paylaşımımın ardından sanal izleyicilerimden beğenenler oldu. Aynı zaman da yorum yazanlar da. Yorum yazanlar ikiye bölündü. Kimi çözümü yerinde buldu, kimi de çözümü eleştirdi. Bereket yorum yazanlar birbirlerine cevap verme yolunu izlemediler. Herkes medenice görüşünü yazdı. Olan bana oldu tabi. Kadın çalışmalı diyenlerle, çalışmamalı diyenlerin arasında kaldım. İki farklı görüşün bireylerini kırmadan dökmeden idare etmem gerekiyordu. Hangi kelimeleri seçeyim de kimseyi kırmayayım diye hayatında takla atmayı bilmeyen ben, kırk takla attım.

Her birini memnun edecek şekilde nabza göre şerbet verdikten sonra kendi kendime "Mübarek! Ne işin var, böyle netameli bir konuda, paylaşacak başka konu bulamadın mı” dedim. Neredeyse baltayı taşa vuracaktım. Öyle ya, kadın çalışmalı desem "modern" biri, çalışmamalı desem "yobaz" biri olacaktım. İsteyen kadın çalışsın, istemeyen çalışmasın. Bu devirde kime ne diyebilirsin? Adamla trende yaptığım konuşma orada kalsın. Sonra bize, çalışma bakanıyız da işsizliği nasıl önleyeceksin diye bir soru mu soruldu? Vazifemiz sanki! Paylaşım yapmak için konu eksikliği mi çekiyorum sonra?
*Fotoğraf paylaşsam,
*Bulunduğum yerin bildirimini yapsam,
*Hacı Bayram Camiinden bir görüntü paylaşsam,
*Aile büyüklerinden vefat edenlerin vefat yıldönümlerini yüklesem,
*Yıllardır görüşmediğim arkadaşımla buluştum desem,
*ABD, İsrail gibi ülkelere kızsam,
*PKK, FETÖ gibi örgütlere köpürsem,
*Çocukluk ve gençlik fotoğraflarımı albümden çıkarıp bir zamanlar ben neydim desem... hem de çok iyi olurdu.

Ne diyeyim? Alacağım olsun. Bu yaptığım da benim kulağıma küpe olsun...

Konumuz Cuma Hutbesi ***


19.07.2019 günü haftanın cuma hutbesi "Cuma namazı ve adabı üzerineydi. Hutbede hatip cuma gününün öneminden, namaz ve hutbenin lüzumundan, camiye ne şekil gelinmesi gerektiği şeklinde adabından bahsetti.

Hutbede hocamız cuma gününün önemine işaret etmek için Müslim'de geçen bir rivayete yer verdi: "Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de ancak cuma günü kopacaktır." Bu rivayette dikkatimi çeken birkaç yön var. İzninizle değineceğim. Kimse kızmasın! Niyetim sorgulayarak anlamaya çalışmak.
1.Cumanın mübarekliğini biliyorum ama güneşin doğduğu en hayırlı gün niçin Kur'an'ın indiği bin aydan daha hayırlı gece olan Kadir gecesinin gündüzü değil de cuma günüdür?
2.Cumanın önemine işaret etmek için verilen "Hz Adem'in cuma günü doğması, o gün cennete konması, o gün cennetten çıkarılması, kıyametin cuma günü kopacak olması" örneklerine bakıldığı zaman burada iki olumlu, iki olumsuz (istenmeyen) örnek göze çarpmakta: Atamızın cennetten bugün çıkarılması ve bugün kıyametin kopması… Gerçekten kim cennetten çıkmak ister, kim kıyametin kopmasını ister?
3.Hz Adem, öneminden dolayı cuma günü doğmuşsa Allah'ın içimizden seçerek gönderdiği diğer peygamberler niçin cuma günü doğmadı? Mesela peygamberimiz Hz Muhammed niçin pazartesi doğdu? 
4.Hz Adem cennetten o gün çıkarıldı derken burada geçen cennet gerçek cennet midir? Eğer gerçek cennet ise Hz Adem'in çıkarılışından itibaren cennet hala boş bekletiliyor mu? Eğer boş bekletiliyorsa halihazırda kullanılmayan bu cennet israf değil mi? Cennet elan var ve içinde cenneti hak kazanmışlar yaşıyorsa o zaman ikinci sura üfürüldükten sonra hesap vermek için mahşerde toplanmayı nasıl izah edeceğiz? 
5.Hz Adem'in konduğu, ağacın meyvesiyle imtihan edildiği ve ardından çıkarıldığı cennet, öbür aleme ait bir cennet ise,
a-Cennette imtihan var mı?
b-Yapılan imtihanı kaybetmesinde İblis'in iğvası etkin olduğuna göre İblis'in cennette Hz Adem'in yanında ne işi var? Kovulmuş Şeytan cennete nasıl girebilmiştir?
c-Cennete giren çıkabilecek mi?
6.Kıyametin kopması olayı gaybi bir olay değil midir? Gelecekten haber vermektedir. Peygamber gaybı biliyor muydu? Şayet biliyorsa ayette peygamber "Ben gaybı bilmem" diye niçin söylemiştir? Gerçekten peygamber gaybı bilebilir mi? Burada "Allah bildirirse bilemez mi" derseniz o zaman hiç soru sormayalım. Bu konu üzerinde kafa yormayalım. Diyelim ki Allah bildirdi ve peygamber bu bilgiyi arkadaşlarıyla paylaştı. Peki bu paylaşım, Cibril hadisi diye bilinen hadisin son bölümüyle çelişmiyor mu? Hatırlarsanız orada Cibril, peygamberimize "Kıyamet ne zaman kopacak" diye soru sorduğunda peygamberimiz "Kendisine soru sorulan, soruyu sorandan daha iyi bilen değildir" dememiş miydi? Yine "Beş bilinmeyen" diye bildiğimiz Lokman süresi son ayette Allah kıyametle ilgili "Onun bilgisi şüphesiz Allah katındadır" buyurmuyor mu? Başka ayetlerde kıyamet saati sizi aniden yakalayacak demiyor mu? Olaya bu çerçeveden bakınca kıyametin cuma günü kopacak denmesini nasıl açıklayacağız?

Soruları uzatabilirim. Ama böyle bir niyetim yok. Doğrusunu söylemek gerekirse bu hutbeyle birlikte kafam karıştı. Kafamda çelişkiler oluştu. Bize doğru ve sahih İslam'ı anlatmakla yükümlü olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kaynaklara dayanarak bu hutbeyi tüm Türkiye'de okuttuğuna göre bir bildiği olmalı. Ama dediğim gibi bu bilgi benim kafamı iyice karıştırdı. Belki de DİB, kafalarımızın karışmasını istedi. Zira düşünmek, araştırmak ve doğruya ulaşmak için kafa karışıklığı iyidir. Diyanet şimdi bir iyilik daha yapsın. Kafamda beliren kafa karışıklığını giderecek şekilde sorduğum sorulara cevap versin, bizi aydınlatsın.

Sorduğum sorulara bakarak kimse öküz altında buzağı aramasın. Niyetim İbrahim peygamber gibi ikna olmak ve kalbimin mutmain olmasıdır. Allah ile İbrahim'in muhaveresine bir bakalım:
—Ölüyü nasıl dirilteceğini bana göster. 
—Yoksa inanmadın mı?
—İnandım. Fakat kalbimin mutmain olması için (istiyorum.)
Sonra Allah İbrahim'den parçalanmış ve değişik yerlere konmuş dört kuşu yanına çağırmasını isteyerek İbrahim peygamberi bir güzel ikna eder.

Siz bu meseleyi dert edindiniz mi bilmiyorum. Hutbeden dolayı benim dert edindiğim mesele bu. Haydi Diyanet! Bu sorularıma vereceğin cevaplarla aydınlat beni...

***23/07/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.