13 Temmuz 2019 Cumartesi

"Yav Anlatıvir Sâne!"

80 yaşın üstünde bir tanıdığım var. Sessiz ve sakin, kendi halinde biri. Evinde oturur durur. Fırsatını bulur bulmaz oturduğu yerde hemen kestirmeye başlar. Şimdilerde kulakları ağır duyuyor. Ne zaman yanına varsam hemen toparlanır, aramızda şu konuşma geçer.
—Anlatıvir* bakalım.
—Ne anlatalım?
—Ne bileyim? Anlat işte! 
—İyi de ne anlatayım?
—Sende anlatacak çok şey var. Haydi anlat!
Az sessizlikten sonra ses tonunu biraz daha yükselterek,
—Yav konuşuvir sâne!** Ne dî*** konuşman?

Her karşılaştığımda bu minval üzere sohbetimiz olur. Eğer buna sohbet denirse tabi. 

Kulaklar ağır duyduğu için bağırarak konuşur ahbabım. Duyurabilmek için de önce normal ses tonuyla cevap veririm. Ardından sesimi biraz daha yükselterek aynı cümlemi ikinci defa tekrarlarım.

Normalde sessizliği sevmem. Ortamını bulduğum zaman konuşurum. Fakat yukarıda anlattığım kişi gibi birkaç tanıdığım var. Onların yanında dut yemiş bülbüle dönerim. Ne konuşacağımı şaşırırım. Çünkü dünyadan kopuk insanlar. Bakmayın dünyada yaşadıklarına. Sahi ne konuşayım böyleleriyle? Hal hatırdan sonra ne yapabilirim? İnsanlar benden için esprili derler. Espri yapayım desem espri yapmış olmak için espri yapılmaz ki...sonra espriden de anlamazlar. Ayrıca sululuk yapma, ciddi ol diyebilirler. Çünkü mizah bazıları için özellikle şakadan anlamayanlar için öyledir. Siyaset konuşayım desem siyasetten uzaklar. Tarla, bağ, çubuk konusu açsam ne ben anlarım ne de onlar. Çünkü unu eleyip eleği duvara asmışlar. Hayat pahalılığından dem vursam gündemle hiç ilgileri yok. İbrahim peygamber ile oğlu İsmail arasındaki hikayeyi anlatsam zamanı değil. Çünkü mevsim kurban değil. Ayrıca benden iyi bilirler bu hikayeyi. Bunu biliyoruz, başka şey anlat derler. İşin garibi ne istediklerini bilsem ya da bir soru sorsalar ya da ortaya bir konu açsalar, konuşacağım. Maksat onları dindirmek değil mi? Çocuk olsalar kaydıraktan kaydırmaya götüreceğim. Ona da gelmezler. Hasılı geveze ben, böylelerinin yanında pes eder, acizliğimi itiraf ederim. Tabi ben bu tip yaşlılardan bu şekil dert yanıyorum ama ayıplamıyorum. Çünkü onlar yaşına gelince ben nasıl olacağım, bilmiyorum.

Sahi sizin etrafınızda da böyleleri var mı? Varsa ne anlatıyorsunuz? Bana yaptıkları gibi sizi de sıkboğaz ediyorlar mı? Bunun yolunu biliyor da bana anlatmazsanız hakkım kalır. Yok yanınızda böyleleri yoksa demek ki Allah'ın en sevgili kulusunuz. Vah benim kaderim vah!

Not:Anlatıvir, konuşuvir, ne dî gibi ağız başka illeri bilmem ama Konya’da bazılarınca bu şekilde ifade edilir. Yani Gonyalıca ağzı da diyebiliriz.)
* Anlatıvir=anlatıver 
**Yav konuşuvir sâne= Yahu konuşuversene veya konuşsana
***Ne dî=ne diye

12 Temmuz 2019 Cuma

Minarenin Eğriliğini Gideremedik Sanki! ***

Yaptığı çok sayıda camileriyle ünlü Mimar Sinan, Süleymaniye Camisini yaptıktan sonra caminin açılışı yapılmadan önce bir çocuğun "Minarelerden birinin eğri" dediğini duyar. Mimar hiç üşenmeden çocuğu bulur, hangi minarenin eğri olduğunu sorar. Çocuk işte şu diye işaret edince Mimar Sinan adamlarına halat getirmelerini ve eğri minareye bağlayıp çekmelerini emir verir. Çocuğa da biz halatla asılırken sen de minareye bak. Minare düzelince haber ver der. Minareye bağlı halatı aşağıdan çeker gibi yaparlar. Çocuk düzeldi, tamam diye bağırınca asılma işini bırakırlar. Daha sonra adamları Sinan'a "Efendim! Minarenin eğri olmadığını bildiğin halde bir çocuğun dediğini niye yaptın" diye sorarlar. Mimar Sinan "Burada önemli olan çocuğun kafasındaki, eğri inancını düzeltmektir. Şayet bu işi sıcağı sıcağına halletmezsek çocuk sağda solda minare eğri diye diye minare, eğri minare olarak kalır" cevabını verir.

Hepinizin bildiği bu minare hikayesi 12.07.2019 günü Cuma hutbesini dinlerken aklıma geldi. Cumaya gidenleriniz bilir. Haftanın hutbesi 15 Temmuz darbe teşebbüsü ve bu darbenin faili FETÖ üzerine idi. Hutbeyi dinlerken yanımda saf tutmuş, birlikte cumanın ilk sünnetini kıldığımız 40-45 yaşlarındaki kişi, hatip hutbeye başlamadan önce bağdaş kurmuştu. İmam, konusu gereği FETÖ'den bahsetmeye başlayınca homurdanmaya başladı. Bu ne diyor diye yüzümü çevirip kulak misafiri oldum. Sağa ve sola dönerek kah önüne bakarak ağzının içinden "Hutbe konusuna bak, hutbe neye alet ediliyor. Burada siyasetin ne işi var" dediğini duydum. Diğer dediklerini anlayamadım.  Çünkü aynı anda hem imamı hem de onu dinleyecek kapasitem yoktur. Ama en azından derdini/karın ağrısını öğrenmiş oldum. Sağındaki benden, solundaki diğer cemaatten kendisine bir destek gelmeyince önce diz çöker vaziyete geçti. Ardından arkasına baktı. Sonra biz hutbe dinlerken çekip gitti. Garibim cuma namazını da kılmadı.

Durum noktası virgülüne aynen böyle. Adam kimdir, necidir bilmem. Bildiğim tek şey FETÖ üzerine okunan hutbeden rahatsız olduğu. FETÖ'den dolayı görevinden mi atıldı, çoluk çocuğu ihraç mı oldu, halen yargılanıyor mu? Kendisini mağdur biri olarak mı görüyor, muhalif biri mi ya da bazı kimselerin dillendirdiği gibi darbeyi bir tiyatro olarak mı görüyor, bilmiyorum.

Burada size 15 Temmuz darbesini, darbenin arkasında kim olduğunu anlatacak değilim. Zaten biliyorsunuz. Cuma hutbesini dinlemeden ve namazını kılmadan gitmesi doğruydu, yanlıştı üzerinde de durmayacağım. (ki savunulacak bir tarafı yok) Hutbe konusu gerekliydi veya değildi de demeyeceğim. Benim bu olaydan gördüğüm, üçüncü yılını değişik etkinliklerle anmakta olduğumuz menfur darbenin, içimizde yaşayan bazı insanlar tarafından hala anlaşılamadığı, okutulan ilgili hutbeye tepki gösterildiği. Bu tür kişilerin sayısı ne kadardır, ne kadarı içine atıp hutbeyi dinler gibi yaptı, bu konuda elimde bir veri yok. Farz edelim ki münferit bir olay ve bu kişi darbeyi anlamayan tek kişi. Demek ki biz bu darbe teşebbüsünün tehlikesini bu insanımıza anlatamamışız. Malumunuz yurtdışı da bu konuda bu kişi gibi düşünüyor olmalı ki çoğu ülke, yanımızda yer almadı. Tamam, anlamak istemeyene davul zurna az bile. Ama demek ki anlatmamızda da bir sorun var ki ne içimizdeki bazılarını ikna edebildik ne de dışarıdakileri. Bu durumda yurtdışındakiler "Arkadaş, sen bize ne kızıyorsun? Daha sen ülkenin içindeki insanına 15 Temmuz'u ve FETÖ'yü anlatamamış ve ikna edememişsin. Sen benden önce içindekileri ikna et" dese çok da haksız sayılmaz. Demek ki bir yerlerde yanlış yapıyor ve ikna sorunu yaşıyoruz.

Mimar Sinan'ın hikayesine dönersek Koca Sinan, eğri olmayan minareyi düzeltmeye çalışarak bir çocuğu ikna etmeye çalışıyor. Gerçekten biz bu konuda ne yaptık ya da ne yapmadık da ikna etme sorunu yaşıyoruz? Belki de bu eksikliğimizdendir ki şimdilerde pek dillendirilmese de içimizde kanlı darbe teşebbüsüne tiyatro diyenlerin sayısı az değil. Darbeyle ilgili ya vuzuha kavuşması gereken kapalı yerler var ya da başka bir şey var. Üçüncü yılını geride bıraktığımız menfur darbe ile ilgili lokal bu tepkiyi bu vesileyle aktarmak istedim. Hülasa darbeye inanmayan bir kişi de olsa demek ki minareyi hala düzeltememişiz.

***16/07/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Üslup Sorunumuz*


Yazılı ve görsel medyada çoğu zaman şöyle ifadeler okur ya da izleriz: Falan kimse kovuldu, falanın işine son verildi, falan başarısız bulunduğu için görevinden el çektirildi, falan görevden alındı; yerine falan atandı, falanın istifası istendi...gibi.  Genelde bu şekil işine son vermeler futbol kulüplerini çalıştıran teknik direktörlerde görülür. Pek azı için "Falan kulüp teknik direktörüyle yollarını ayırdı" denir. 

"Kovuldu" veya "...yollarını ayırdı" cümleleri sonuçları itibariyle aynı anlamı ifade etmesine rağmen "yollarını ayırdı" sözü bana daha hoş ve güzel bir üslup gibi geliyor. "Kovuldu" sözü kim olursa olsun insan onurunu zedelerken "yollarını ayırdı" sözü insanın onurunu korumaktadır.

Futbol takımlarında sıkça görmeye alıştığımız "kovuldu" ağzı son zamanlarda "görevden alındı" şeklinde devlette de görülmeye başlandı. Kimse kusura bakmasın ama ben bu şekil bir üslubu tasvip etmiyorum. İster bürokraside ister kulüp veya diğer işletmelerde görev yapan kişi, başarılı olamayınca veya üstü ile uyum içerisinde çalışamayınca görevden alınacak ve devlette devamlılık esastır prensibince yerine biri atanacaktır. Nasıl ki mahkeme kadıya mülk değilse herhangi bir koltuk da kişilere mülk değildir. Böyle durumlarda "görevden alındı" açıklaması yapılacağına "Falan kurumda nöbet değişimi yaşandı" dense daha şık olmaz mı? Ya da böylesi durumlarda istifa mekanizması işlese daha iyi değil mi? 

Bu hoş olmayan üslupta bir sorumlu arayacaksak fail tek kişiden ibaret değil elbet. Görevden alma yetkisini kullanan ile görevden alınan. Buna, haberi veren basını da dahil edebiliriz. Alt-üst yönetici arasında bir uyum yoksa veya alt yönetici büyük bir pot kırmış ve koltuğu tartışılır noktaya gelmişse alt yöneticiye düşen istifa etmesidir. Ama bizde bu tek taraflı istifaya pek başvurulmaz. Çünkü istifa edildiği takdirde koltuğundan kaynaklanan kazanılmış hakları kaybetmekle karşı karşıya olunur. Bundan dolayıdır ki istifa edilmez. Halbuki kişinin kendi onurunu koruması, kazanılmış haklardan daha önce gelir. Bürokrat veya bir kulüpte teknik direktör olarak çalışan kişiler istifa etmeyince üst yöneticiler veya atamaya yetkili makamlar görevden alma hakkını kullanıyorlar. Bu durum da kırgınlığa sebebiyet veriyor. Bence görevden almalarda özellikle görevinden alınan kişileri rencide etmeyecek orta bir yol bulmamızda fayda vardır.

Burada ABD ile İngiltere arasında ortaya çıkan büyükelçi krizinden kısaca bahsetmek istiyorum. ABD’de görev yapan İngiliz büyükelçinin ABD başkanı hakkında “beceriksiz” dediği e-posta gönderileri basına sızınca Trump da büyükelçi hakkında “aptal ve sersem” kelimelerini kullandı. İngiliz hükümeti, büyükelçilerinin arkasında durdu. ABD, büyükelçiyi istenilmeyen kişi olarak ilan etti. İki devlet arasında krize sebebiyet verebilecek bu sıkıntıyı İngiliz büyükelçi “ABD’deki görevinden istifa ettiğini” açıklayarak çözmüş oldu. İngiliz hükümeti büyük bir gafa imza atan büyükelçisinin istifasını istemedi ve onu görevden alma yoluna gitmedi. Büyükelçileri de üzerine düşen görevi yerine getirdi. İngiliz hükümeti, büyükelçinin e-postasını basına sızdıranı arıyor şimdi. İngiliz siyaseti dedikleri herhalde böyle bir şey olsa gerek.

Gördüğünüz gibi olayın çözümü çok basit: İstifa… Gerçi istifa sadece İngilizlere has değil, tüm Batı ülkelerinde sıkça kullanılmaktadır. Örnek alsak iyi olacak.  

*03/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Temmuz 2019 Perşembe

Zammın Ne Olduğunu Sen de Gör Oğlum!

—Baba! Bu ne ya böyle?
—Ne oldu, hayırdır?
—Gıdadan giyime her şeyin fiyatı uçmuş. Gün geçmiyor ki bir ürüne zam gelmemiş olsun. 17 yaşındayım. Hiç böylesini görmemiştim.
—Biz eskiden çok gördük, biraz da sen gör evlat.
—Ne görmesi? Ne zaman gördün?
—56 yaşındayım evlat. 80 öncesi koalisyonlu dönemleri hatırlarım. Zam eksik olmadı. Geldi mi iğneden ipliğe gelirdi. Zam önce akaryakıta gelirdi. Sonrası sıralanırdı. Zama razı olurduk, her ürünü bulamazdık. Almak için sıraya girerdik. Ülke o zamanlar 70 sente muhtaçtı.
—Sonra?
—Sonra ihtilal ve ardından Özal hükümetleri geldi. 24 Ocak kararlarıyla birlikte serbest piyasa izlenince cebimiz biraz para gördü ama enflasyonlu hayat vardı. Ürünlere durmadan zam gelirdi. Kemal Sunal'ın zamlarla ilgili filmi bile var.
—Doğru. İzlemiştim.
—91-2001 arası yamalı bohça gibi kurulmadık koalisyon hükümeti kalmadı. Hiçbirinin de ömrü uzun olmadı. Kısa bir dönem koalisyon olan Refah-Yol hükümeti dışında iktidara gelen her parti yüzünü zamlarla gösterdi. Döneminde ürünlere pek zam yapmayan Refah-Yol da memura verdiği yüksek maaş zammıyla ün yaptı. Bu ülke 90 ve 2001 arasında iki tane büyük ekonomik kriz gördü. Sıfırı hatta eksiyi gördü. Bol bol zam gördük bu süreçte.
—Senin ömrün de neredeyse zamla geçmiş.
—Maalesef öyle oldu. Hayat pahalılığını iliklerimize kadar hissettik. Senin doğumunla birlikte uzun süre doğru dürüst zam görmedik. Çoğu ürünün etiket fiyatı değişmedi, hatta bazı ürünlerin fiyatı düştü. Milletin cebi para gördü. Parası bereketlendi. Bu durum son birkaç yıla kadar böyle geldi. 
—Şimdi ne olacak?
—Maalesef yeniden eski yıllara yani çift haneli enflasyonlara geri döndük. Bu hayata biz alışkınız. Sen de göreceksin bunu. Gör ki geçmişte ne çektiğimizi anlayasın. 
—Ne yapacağız bu durumda?
—Ayağımızı yorganımıza göre uzatacağız. Bol keseden harcamayacağız. Kısmasını bileceğiz. İhtiyaç listemizi oluşturup önceliklerimizi belirleyeceğiz. Rahatımızdan ödün vereceğiz. Zevki sefadan vazgeçeceğiz. Her istediğimizi almayacağız. Zorunlu ihtiyaçlara paramızı harcayacağız.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Motor ve Aracın Diğer Aksamı

Bir araç, motoru ve diğer aksamıyla bir bütündür. En önemlisi olan motor, kaporta olmazsa bir işe yaramaz. Motor yoksa kaporta da bir işe yaramaz. Motor ve diğer aksam birbirini tamamlar. Önem sırasına göre aracın aksamlarını sıralayabiliriz ama her birinin bir işlevinin olduğu düşünülürse yerine göre hepsi önemlidir. Belki de aracın en önemsiz yeri aksesuar gibi görünen sileceklerdir. Onun da yağışlı bir havada aracın yol alması için gösterdiği çaba görülmeye değer.

Siz hiç aracın motor ve diğer aksamının mesela aracın olmazsa olmaz motorunun diğer paydaşlarına "Ben olmasaydım siz aracı çalıştıramaz, yola çıkamazdınız. Sayemde bir yerlere geldiniz" dediğini duydunuz mu? Ya da aracın motor dışındaki aksamı "Biz olmasaydık sen tek başına bir hiçsin. Seni koruyup kollayan ve bugünlere gelmeni sağlayan biziz" dediklerini duydunuz mu? Duymadık. Zaten konuşamazlar. Bu şekil konuşsalar da bu, ancak bir başa kakma olur. Her biri harfiyen kendisine verilen işini yapıyor, Aracın eskiyen, bozulan yeri olursa ustasına götürülür, tamiri yapılır. İşlevini yitirinceye kadar hiçbir aksam atılmaz. Kaportada vuruk kırık ve çarpma olursa düzeltilmeye çalışılır. Çünkü orijinaldir, orijinale derman yetmez. Son çare kaportadan çarpılan kısım veya iç aksamından parça, muadiliyle değiştirilir. Değiştirirken de rastgele parça konmaz. Görüntü ve uyuma dikkat edilir. Motor teklemeye başlarsa yeniden eski gücüne kavuşması için rektifiye yapılır. Hasılı araç tüm aksamıyla bir bütündür. Biri her biri; her biri, biri için vardır. Her birinin işlevi ve sorumluluğu farklıdır o kadar.

Şimdi motor ve arabanın diğer aksamını bir kenara bırakalım. Pek alakası olmasa da işi siyasete getirelim. Siyasi partilerde de motorun görevini yapan genel başkanın yanında aracın diğer aksamını yerine getiren partinin diğer görevlileri vardır. Partide hangisi daha önemli? Elbette genel başkan. Pekiyi genel başkanın dışında diğer görevleri yerine getiren önemsiz mi? Hayır. Onların da küçümsenemeyecek görevleri vardır. Parti, genel başkanından çaycısına varıncaya kadar bir makinenin dişlileri gibidir. Biri aksadı mı partide aksama meydana gelir. Yani bir parti tüm çalışan paydaşlarıyla bir bütündür. Hepsi birlikte bir sinerji meydana getirir.

Bu uzun açıklamamdan sonra şimdi geleyim sadede. Bir partide genel başkan çok önemli, vazgeçilmez görülüp diğer çalışanlar aksesuar olarak görülür, tüm başarı kolektif akla ve ekip ruhuna değil de tek kişiye bağlanır ise partiyi birbirine bağlayan ruh kaybolmaya yüz tutar. Hele partide üst görevlere gelmiş kişilere "Sen bir hiçtin, onun sayesinde bir yerlere geldin, yaptığın bir nankörlüktür" denirse bu yapılan düpedüz başa kakmadır. Bunun ne siyasi ahlakta ne de dinimizde yeri vardır. Nankör denilen kişiler iyi biriler ise bu ithamı hak etmiyorlar. Yok kötü biriler ise "Arkadaş! Bunlar kötü olduğu halde daha önce verilen görevlere hak etmeden getirilmişse, o zaman bunlara o görevi niçin verdin, sen insan sarrafı değil misin" diye sormazlar mı? Bence sorarlar. Zamanında bir ve beraber iken görev verdiğimiz kişiler bugün ayrıldılar diye onları kamuoyu önünde küçük düşürecek, onurlarını zedeleyecek şekilde bir imada bulunmak hiç hoş değildir. Tek başına marifet sizde ise, başarı sizin sayenizde gelmişse buyurun gösterin tüm yeteneklerinizi. Çünkü motor olarak hala görevinizin başındasınız. Yanı başında da tümüyle değişen arabanın aksamı var. Başarı göstereceksiniz de elinizden alan mı var? Hep çekip gidene kızacağımıza "Niçin yanımızdan çekip gittiler" diye niçin sorgulamıyoruz kendimizi?

Gördüğüm kadarıyla motor dışında aracın tüm aksamının değişmesi motorun gücünü zayıflatmış, ileri gideceği yerde patinaj yapıyor ve gerisin geri gidiyor. Demek ki sonradan monte edilenler uyum sağlamadı. Motor güç kaybetti. Motorun yeniden güç toplaması için rektifiye olmaya ihtiyacı var. Keşke orijinal motor, yoluna orijinal parçalarıyla devam etseydi…

Tasarruf Tedbirlerim

Bu ekonomik krizde düşündüm, taşındım. Bugünden daha kötüye gitmemek için beyin jimnastiği yaptım. Ne yapar da kendimi düze çıkarırım dedim. Aklıma tasarruftan başka seçenek gelmedi. Çünkü her şey ateş pahası. Zamların ardı arkası kesilmiyor. Şom ağzım, bu daha iyi günlerin, turpun büyüğü heybede diyor. Yazacağım tasarruf tedbirlerini uygulayabilirsem en azından hayatta kalır hatta köşeyi dönerim diye düşünüyorum. Neyse gelelim esas işimize. 

*Çayı kaldırıyorum. Bu ihtiyacımı gidermek için esnaf ziyaretlerine ağırlık vereceğim. Bazı günlerde felekten bir gün çalmak için evde çay demlemek zorunda kalırsam içeceğim çay şeffaf mı şeffaf olacak. Demli çaya son. Şekere de hakeza.

*Bugüne kadar pek kullanmadığım mükellef sofrayı rafa kaldırıyorum. Kahvaltıda zeytin ve peynir olacak. Fazla yenmesin diye zeytin en hesaplısından alınacak. Üzüm yer gibi zeytin yemeyeceğim. Her lokmada zeytinden bir defa ısıracağım. Peynir ise lor peyniri. Her ikisinden de yarım kilo alsam bitmek bilmez, bereketlenir.

*Öğle yemeklerini kaldırıyorum. İki öğün yeter.  

*Akşam yemeğinde etsiz tek kap yemek. 

*Bazı günler oruca niyetleneceğim.

*Karpuz mu alacağım. Kesmece veya iyisi gibi bir arayışım olmayacak. Karpuza vurup tın tın ötüyor mu diye bakmayacağım. Gözüm kapalı aldığım karpuzu sofraya koyup koyup kaldıracağım. Karpuz bitmeyince yeni karpuza ihtiyaç olmayacak.

*Özel araca binmeye son. Gideceğim yere mümkünse yürüyerek, mümkün değilse toplu taşıma araçlarını kullanarak gideceğim.

*Evde aile fertlerinin her birinin ayrı ayrı telefon kullanmasına son vereceğim. Bu demek değildir ki insanların haberleşme özgürlüğünü sınırlıyorum. Hatları tümden faturasıza döndürüp hattın kapanmasının önüne geçecek şekilde kontör yükleyeceğim. Zorunlu hallerde kimin kontörü varsa aile bireyleri ihtiyacı kadar ortaklaşa konuşabilecek. İnternet ihtiyacımızı eş dost ziyaretlerinde evlerindeki sınırsız internetten gidereceğim. 

*Elbise ihtiyacımı mevcutlardan karşılamaya devam edeceğim. Ağarsa da eskise de sırtımdan çıkarmayacağım. Yıkayıp yıkayıp giyineceğim. Eskiyince yama olursa yama, olmazsa yırtık giyeceğim. Hem bu vesileyle modayı da takip etmiş olacağım.

*Enerji meselesine gelince zorunlu haller dışında evin ışıklarını söndüreceğim. Gündüz ışığından bedava faydalanmak için erken yatıp erken kalkacağım. Yatsı biraz geç okunuyor. Namazı kılmak için perdeyi sıyırıp sokak lambasının şavkından faydalanırım. Ütü isteyen elbiselerin ütü ihtiyacını minderin altına dürüp koyarak gidereceğim. Suya gelince zaruri haller dışında şırıl şırıl akmayacak. Fazla yiyip içmediğim için tuvalet ihtiyacım zaten pek olmayacak. Bir abdestle üç beş vakit kılabilirim.

*Elektrikli süpürgeyi çalıştırmayacağım. Anam babam usulü  elime kuvvet deyip ya süpürgeyi alacağım elime ya da gırgırı. Süpür dur. İşim ne?
*Okula giden çocuğuma okul harçlığını kaldırıp evden beslenme katacağım. Mesela kahvaltılık için aldığım lor peynirini ekmek arası yapabilirim.

*Gezme, tozma, tatile son. Evimde oturacağım. Evin suyu mu çıktı?

*Evime misafir gelirse evde olan ne ise onu ikram edeceğim. Bu mevsimde karpuz eksik olmaz. Malum karpuzu koyarım önüne.

*Nerede zevk ve keyif veren bir şey varsa uzak duracağım. Gıda mı sanki? Almayınca ölmem.

*Sinema, tiyatro gibi yerlere zaten gitmiyordum, gitmeyeceğim. 

Şöyle dönüp bakıyorum, temel ihtiyaçlarımdan ne kaldı diye. Sanırım pek bir şey kalmadı. Şayet kaldıysa da yukarıdaki tasarruf tedbirlerim çerçevesinde gidereceğim. Zira yolum belli. Bu durumda maaşımdan pek bir harcama olmayacak ve para cebimde kalacak görünüyor ve kriz geldiği gibi gidecek. Bakalım benim evdeki hesabım çarşıya uyacak mı? Eşimle aile saadetim biraz bozulacak ama olsun o kadar. Her evde olur böyle ufak tefek anlaşmazlıklar.

Niçin Şükür Sorunumuz Var?*

Çoğumuzda şükür sorunu var. Şükür desek de dilde sadece. Belki de bu yüzden Allah "Ne de az şükrediyorsunuz" buyurmaktadır. Az şükür de dille söylediğimiz olsa gerek.

Allah'ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok. Şükür sorunumuz var bizim. Niye böyleyiz? Sebepleri çok olsa da ilk aklıma gelenler durumumuza razı olmamamız, hedefleri yüksek tutmamız, beklentiler çıtasını yükseltmemiz, temel ihtiyaçlarımızı değiştirmemiz, rahatımızdan ödün vermememiz, başkasında olanın bizde de olmasını istememiz, gözümüzü ederimize göre değil de yükseklere dikmemiz, olması için kendimizi zorlamamız gibi şeyleri sayabilirim. 

Gözümüz yukarılarda ve mevcut halimizi kabullenmedikçe kolay kolay şükretmeyiz. Halbuki yukarılara bakacağımıza dünkü geldiğimiz yere baksak, durumu bizden daha kötü olanlara göz gezdirsek, beklentilerimizin çıtasını düşürsek halimize şükretmememiz için bir sebep yok. 

Şu hikayeyi hepiniz bilirsiniz. Adam hocaya gelir, hocam! Ev çok kalabalık… Oturacak yer yok der. Hoca, “Hayvanlarını  da yanına al, beraber kalın” der. Adam olur mu dese de hocanın dediğini yapar. Bir müddet bu şekilde devam eder. Sonra hışımla hocanın yanına gelir. “Hocam, ben evin darlığından geçtim. Ev pislikten geçilmiyor, kokudan duramıyoruz” deyince hoca, “Şimdi hayvanları ahıra indir ve evi temizle, oturmaya devam et” der. Adam denileni yapar. Bir müddet oturduktan sonra mutlu bir şekilde hocanın yanına gelir. “Hocam, dediğinizi yaptım. Hayvanları gönderince ev bana çok geniş geldi. Şimdi sığıyoruz artık. Üstelik evimiz de mis gibi” der.

Kıssadan hisse. Kendimizi bir an için tenezzül etmediğimiz bir hayat ile sınayalım. Beterin beterini yaşadıktan sonra tekrar şikayet ettiğimiz hayata geri dönelim. Öyle zannediyorum halimize şükrederiz. 

Yine bir an için düşünelim:
Bugün beğenmediğimiz işimizi kaybedip işsiz kalsak,
Bir kap da olsa yediğimiz yemeğe muhtaç olsak,
Bizden daha düşük maaş olanların durumuna düşsek,
Sağlam bir vücudumuz varken uzvumuzun bir veya birkaçını kaybetsek...
Herhalde bugünkü durumumuzdan daha iyi halde olmayız ve eski halimize dönmek için mekik dokur, halimize binlerce şükrederiz.

Çok zor değil. Yapacağımız tek şey gözümüzü yukarıya dikmeye ve konforlu bir hayat yaşamaya çalışmaktan ziyade gözlerimizi aşağıya indirmek ve aşağıya bakmak. Hem bu şekilde gözümüz ve boynumuz ağrımaz, halimize şükreder, yolumuza devam ederiz.

Unutmayalım ki mevcut haline şükretmeyi bilmeyenin ve aza şükretmeyenin elinden Allah mevcut nimetini de alır. İnsanlardan gördüğümüz en ufak bir iyiliğe karşı yaptığımız teşekkürü hiç olmazsa Allah'tan esirgemeyelim derim. Yok, ben Allah'ın "Ne de az şükrediyorsunuz" sözünü yalan çıkarmam, ayetin gereğini yapacağım diyorsanız yol sizin. Kim tutar sizi...

*20/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.