10 Temmuz 2019 Çarşamba

Hayatım Boyunca Ben

Dürüst olamadım ama dürüst olmaya ve dürüst görünmekten geri kalmadım.

Halime şükreder göründüm ama yeterince ve hakkıyla şükrettiğim söylenemez.

Makam, mevki beklenti içerisine girmedim ama olsa fena olmaz, yan cebime koy, zira neyim eksik dedim.

Olamadığım fakat olanın yaptığı her şeyi böyle olmaz diye eleştirdim. Halbuki olduğum takdirde aynı şeyleri yapacağımı unuttum ya da hesaba katmadım.

Çok hayal kurdum, öyle hayaller kurdum ki hayallerim, hayalimi solladı geçti ama hiçbir hayalim gerçekleşmedi. Hep düş kırıklığı yaşadım. İşin garibi hayallerimi herkesten sakladım. Dağın bile haberi yok.

Kendime "Bir yerde olur olmaz konuşma, her konuda fikrini söyleme, biraz dinlemeyi öğren; konuşarak hep vermeyi değil, biraz da dinleyerek almayı öğren" diyerek öğüt verdim. Nasıl bir inatsa kendi öğüdümü kendim dinlemedim.

Çok şaka yapma, yerli yerinde ve anlayana yap, (olmayan) ağırlığını kaybediyorsun dedim. Dediğimle kaldım. Zira bir yerde mizah kokusu sezmişsem ben beni dinlemedi. Hemen atladı.
Çok cömert ol, yedir insanlara dedim. Olmadı. Çünkü can değil ki vereyim...

Rayında gitmeyen bir işe veya bir işi yerli yerinde yapmayana kızmayayım, içime atayım dedim. İçim isyan etti, köpürdü, küplere bindi. Sonunda kendi küpüme zarar verecek şekilde sirke oldum, kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Ne kendime ne de etrafıma pozitif bir enerji verdim.

Bir hoşnutsuzluk gördüğünde görmezden gel, belli etme, herkes gibi davran dedim. Beni dinleyen kim? Sanki dünyayı elime verdiler de al düzelt dediler. Atlıyorum hemen.

Şerbeti severim hele bir de doğal yapılanı ise ama nabza göre bir türlü şerbet veremedim. Demek ki nabzımda da bir sorun var.

Doğal ol, olduğun gibi görün dedim ama uygulamadım. Olmadığım gibi görünmeyi seçtim.

Az ye, daha rahat edersin, yoksa kilo alırsın dedim. Beni dinleyen kim? Tabakta durduğu gibi durmadı mübarek! Hepsi mideme gitti.

Büyük-küçük, okumuş-okumamış insanlara iyi davran, onları olduğu gibi kabul et dedim. Prensip olarak evet ama pratikte yokum dedi.
 
Yaradan’ın istediği gibi bir kul olayım dedim. Nefsim galebe çaldı. Gün görmedik mazeret, bahane ve gerekçeyle çıktı karşıma. Her defasında da galip geldi bana.

Hasılı hayatta bir türlü ben, kendim olamadım. Ya benden başka bir ben belirdi ya da ben olduysam da bir işe yaramadı. Böyle geldim böyle gidiyorum. Umudunu yitirmemiş ama umutsuz bir vaka olarak yoluma takır tukur devam ediyorum. Anladım ki beni ben olarak bırakmayan içimdeki ben ile mücadele halindeyim. Bugüne kadar bir galibiyetim yok. Hep mağluplardayım. Bu demektir ki halim harap. Demek ki nefisle mücadele en büyük cihattır diye boşuna söylenmemiş. Pes etmiş miyim? Hayır!

Neredeyse Beni Anlatıyor Diyeceğim *


-Sosyal medyada Ördek Sendromu-

"Bir çift düşünün. Evden çıkıp sinemaya gidiyorlar. (Hiç sinema alışkanlığım yok ya...tamam diyelim) Adam karısına geç hazırlandığı için kızıyor. (Allah'ın emri gibi bir şey bu) Asansörde tartışarak iniyorlar. (Bir asansörüm bile yok. Ayaklar sağ olsun!)

Yolda trafik sıkışıyor. Adam bir yandan kendisini sıkıştıran araçlara bağırıp çağırıyor, (Eksik olmaz) bir yandan da geç kalmalarına sebep olan karısına saydırıyor. (Geç kalmayaydı efendim! Birine kızacağız. Niçin eşimiz olmasın? Yabancı mıyız şurada? Sonra niye elin adamına kızdığımıza karışıyor?)

Park yeri bulamayıp bir on dakika da öyle dolanıyorlar ve tam bir sinir harbi yaşıyorlar. (Çok park sorunu yaşamıyorum. Çünkü parkın sorun olduğu yerlere aracımla gitmem. Toplu taşıma araçları sağ olsun!) Film de hoşlarına gitmiyor. Çıkışta bu sefer kadın, kötü bir film seçtiği için eşini suçluyor. Tartışarak eve dönüyorlar.

Şimdi gelelim sosyal medyaya. (Buradan sonrası kimi kastediyor bilmiyorum)

Siz bu çiftin arkadaşı olduğunuzu düşünün. Evinizde pijamalarla huzur içinde oturuyorsunuz. Bu arada Instagram’a arkadaşınızın fotoğrafı düşüyor. İki tane gülümseyen yüz, kucakta kocaman bir patlamış mısır paketi, arka planda filmin afişi.

Fotoğrafın altında şöyle yazıyor;

“Harika bir bahar akşamı, enfes bir film, patlamış mısır ve aşkım.” (Ben çektim, sen de çek demektir bu)

Cümlenin sonunda bir de kalp var. Moraliniz bozuluyor. “Ben evde atletle oturuyorum. Millet nasıl da eğleniyor!” diye canınızı sıkıyorsunuz.

İşte sosyal medyanın illüzyonu bu. Herkes ucu bucağı olmayan bir podyumda ha bire poz veriyor. Seyirciler de bu büyük kıyaslama oyununa ha bire özeniyor.

Sosyal medyada mutlu gözükmek için harcanan çok büyük bir gayret var. Ama ekranda bu gayret gözükmüyor.

Stanford Üniversitesinde konuyla ilgili çalışmalar yapan araştırmacılar işte bu durumlar için bir kavram geliştirmişler; “Ördek Sendromu.” (Bu vesileyle ördek sendromu diye bir sendromun da olduğunu öğreniyorum)

Ördekler gölün üzerinde hiçbir çaba sarf etmiyormuş gibi, rahat ve dingin bir şekilde süzülürler. Gölün altında kalan ayakları bir makine gibi çalışır ama dışarıdan bakınca hiç belli olmaz. (Biz buna ne iş yapıyor ki deriz. Özellikle takip gördüğümüz ve çekemediğimiz meslek grupları için...)

Sosyal medyada suyun altında kalan kısımlar da ekranda gözükse, inanın kimse moralini falan bozmaz." (Numaradan da olsa poz pozdur. Kısa bir mutluluk için değmez mi? Zaten hep olduğundan farklı görünmek değil mi tüm çabamız)

Yaptıklarımdan ve gördüklerimden bir sendrom durumunu yaşadığımızı biliyorum da bunun adının bizim ördek olduğunu bilmiyordum. Bu alıntı ile (parantez içleri bana ait) benim gibi bilmeyenleriniz de ördek sendromunu öğrenmiş oldu. Bu konuda ne desem boş! Eğer böyleysek hepimize iyi ördek sendromu yaşamalar!

*13/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




15 Temmuzların Başarıya Ulaşmasını İstemiyorsak... ***

*Cemaat, STK (adına ne dersek diyelim) hangi alanda çalışıyorsa devletin organları tarafından denetim altına alınmalı. FETÖ benzeri yapılanmalara izin verilmemeli. Çünkü bugünkü FETÖ, yarın karşımıza başka bir grupla çıkabilir. Özellikle çok kapalı yapılarda aynı tehlike söz konusu olabilir. Bir örgüt, son vuruşuyla ortaya çıktıktan sonra mücadele etmektense yılanın başı küçükken ezilmelidir.
*Devlet gözetimi ve denetimi altında olmayan merdiven altı yerlerde din eğitimi ve öğretimi yapılmasına izin verilmemeli. Doğru din okullarda verilmeli. Çünkü din bizim yumuşak karnımızdır. Bizim doğru ve yeterince vermediğimiz din, kapalı kapılar ardında başkası tarafından anlatılırsa bunun bize neye mal olduğunu hep beraber tecrübe ettik.
*Devletin kurum ve kuruluşlarını belli bir zihniyete teslim etme yerine bu ülkenin tüm mozaiklerinin devletin her yerinde görev almasına özen gösterilmeli. Bunun için herkesin kabul edeceği adalet, ehliyet ve liyakat gibi genel geçer kuralları alımlarda esas kılmalı. Torpil ve adam kayırmacılığın her türlüsü ayaklarımızın altına alınmalı.
*Başta devletin tüm kamu kurum ve kuruluşları olmak üzere amme adına iş yapan kim veya neresi varsa hepsinde şeffaflık ve hesap verebilirlik esas olmalı.
*Başta siyasiler olmak üzere sorumluluk mevkiinde olanlar toplumu ayrıştırıcı dil kullanmayı terk etmeli, kimse kimseyi ötekileştirmemeli. Aralarında iletişim asla ihmal edilmemeli.
*En iyi ve en güzel hizmetin devlet eliyle verildiğini devlet herkese göstermeli. Bu konuda vatandaş devletine güvenmeli. Kimse bir başka arayış içerisine girmemeli.
*Devlete küs, kırgın olanlara ve dışlanmış sendromu yaşayanlara zeytin dalı uzatılmalı, gönülleri alınmalı.
*Adalet hızlı çalışmalı, zamanında karar vermeli, siyasi yargılama olmamalı.
*Birlik ve beraberliğimize halel getirecek hal ve söylemlerden kaçınılmalı. 15 Temmuz sonrası oluşan Yenikapı ruhu yeniden canlandırılmalı. Toplumsal barış için elden ne geliyorsa yapılmalı. Devlet ve millet bütünleşmesi yeniden sağlanmalı.
*Bu ülkede yaşayan herkes, tedbiri elden bırakmadan birbirine güvenmeli ve güven vermeli. (Çünkü bugün en büyük sorunumuz bu. Kimse kimseye güvenmiyor) Kimse bu ülkeyi diğerinden kurtarma mücadelesine girmemeli. Birbirimizle mücadelemiz bu ülkeye nasıl daha iyi hizmet edilir üzerine olmalı.
*Lise ve üniversite öğrencilerinin kalabileceği barınma ihtiyacı devlet eliyle giderilmeli.
*Haksız yere kamudan ihraç edilen varsa bunların mağduriyetleri çabucak giderilmeli. İlgili komisyonlar daha hızlı çalışmalı.
*Hangi sebeple olursa olsun işini kaybetmiş ve yeni bir iş bulamamış kişilere imkanlar ölçüsünde devlet yardım etmelidir. Çünkü devletin bu kişilere esirgediği yardımı bir başka el yaparsa bu kişiler, ekmeğini yediği kapıya hizmet edebilir.
*Terörle mücadele anlayışımızı yeniden gözden geçirmede fayda vardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da toptancı davranmamak gerekir. Tecrit etme yerine kazanma yolu tercih edilmeli.
*Eleştiri kültürü bu topluma yerleşmeli, her eleştiri yapan düşman bellenmemeli.

Allah bizi bir daha 15 Temmuz benzeri bela ve musibetleriyle imtihan etmesin. Birlik ve beraberliğimizi daim eylesin. Birlik ve beraberliğimiz ve toplumsal barış zedelenirse benzeri saldırılarda maazallah bir daha başarılı olamayız.

***13/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Yenikapı Ruhunun Neresindeyiz? *


Her milletin tarihte bir dönüm noktaları vardır. Bizim diğer milletlerden farklı olarak birden fazla dönüm noktamız var. En sonu ise 15 Temmuz 2016 sinsi darbe teşebbüsüdür. 250 şehit ve binlerce yaralıya mal olan bu kanlı darbe teşebbüsü, kış uykusuna yatan bu milleti "Ne oluyoruz" diyerek tekrar uyandırdı. 

Genel Kurmay Başkanlığının bile işgal edildiği bu darbe teşebbüsünden kurtulmamızda en büyük pay, devlet-millet bütünleşmesi, birlik ve beraberliğimiz olmuştur. Eski darbeler gibi millet evine kapanıp perde gerisinden darbeyi takip edecek diye umut edenler avucunu yaladı.

15 Temmuz gecesinde ve sonrasında haftalarca devam eden birlik ve beraberlik 7 Ağustos 2016'da yapılan mitingle taçlandırıldı. Hemen hemen tüm siyasi partilerin katıldığı bu mitingde oluşan havaya Yenikapı ruhu dendi. Tüm dünyaya buradan biz farklı düşünsek de mesele vatansa gerisi teferruattır. İşte biz, bir ve beraberiz mesajı verildi. 6752 sayılı yasa ile yeniden dirildiğimiz 15 Temmuz'a "Demokrasi ve Milli Birlik Günü" adı verilmiştir. 

Üçüncü yılını geride bıraktığımız 15 Temmuz'u burada anlatacak değilim. Çünkü canlı yayında izlediğimiz görüntüler hala belleklerimizde tazeliğini koruyor. İstediğim resmi tatil ilan ederek yeniden yaşadığımız 15 Temmuz'u anarken/kutlarken  bir daha 15 Temmuzların olmaması için ne yapmamız gerektiği üzerinde durmaktır. Çünkü düşman sonuç almak için dün olduğu gibi yarın da farklı farklı yolları deneyecektir. FETÖ eliyle yapılan bu saldırının yarın bir başka eller vasıtasıyla yeniden tedavüle sürülmemesi için kendimizi sorgulamamızda, diri tutmamızda ve boşluk bırakmayacak şekilde tedbirler almamızda fayda vardır.

Seneyi devriyesini yaşadığımız bugün, kimsenin moralini bozmak istemem ama bazı soruları sormadan da edemeyeceğim. 15 Temmuz gecesi ve izleyen günlerde günlerce devam eden, Yenikapı ruhuyla taçlandırılan birlik ve beraberliğimizin bugün neresindeyiz? Maalesef haddinden fazla kutuplaştığımızı, birbirimize düşmana bakar gibi baktığımızı düşünüyorum. Önceki yıllara göre halkta daha fazla sıkıntının olduğunu seziyorum. Sıkıntılar arttıkça memnuniyetsizlerin oranı da elbette artacaktır. 15 Temmuz’un farklı bir versiyonu olan ekonomideki durumumuza/saldırıya çözüm bulunmaz, hayat pahalılığı bu şekilde devam eder, piyasada yaprak kıpırdamaz, insanlar işini kaybeder, işsizlik artar ise sıkıntılar daha da derinleşebilir. Öncelikle ekonomi masaya yatırılmalı, gerekirse sonuç alıcı milli bir seferberlik ilan edilmelidir. Ekonomimizi dış saldırılara karşı dayanıklı duruma getirmeliyiz. Çünkü düşman sonuç alıcı yerden yani yumuşak karnımız neresi ise oradan saldırır. Bunun dışında,
*Bu ülkenin tüm mozaiklerine zeytin dalı uzatılmalı. Küskün, dargın olanlara, kendisini dışlanmış hissedip isyanlara oynayanlara kucak açılmalı. Onların gönülleri alınmalı, iletişim yolu tıkanmamalıdır.
*FETÖ ile mücadele konseptimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.
*Yurtdışına kaçan ve dış ülkeler tarafından korunan FETÖ elebaşlarının ülkeye getirilip yargılanmaları için iyi ve akılcı bir diplomasi yürütülmelidir.
*Kamuya eleman alımında ve atamalarda halkın bir kısmını küstürecek sübjektif kriterlerden vazgeçilerek objektif kriterlere dayalı alım ve atamalar hayata geçirilmelidir.
*Bu ülkede faaliyette bulunan cemaat, STK’lar -adına ne dersek diyelim- hepsi şeffaf ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturulmalıdır.
*Merdiven altı, denetlenmeyen yerlerde verilen din eğitimi ve öğretiminin önüne geçilmelidir. Çocuklarımız doğru dini okullarda öğrenmelidir.
*Kısaca, halkın memnuniyetsizliğine sebep olan, milli birlik ve beraberliğimizi ve toplumsal barışı zedeleyen nedenler araştırılarak yeni politikalar geliştirilmelidir.

Allah milli birlik ve beraberliğimize halel vermesin. Bir daha bizi 15 Temmuz ve benzerleriyle imtihan etmesin.

*15/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



9 Temmuz 2019 Salı

Yeni Hayat Felsefem

*İyilerle oturup iyilerle kalkacağım.
*Hacet sahibi ise yanına varmayacağım. Varmak zorunda kalırsam, bir an evvel yanından uzaklaşma azim ve gayreti içerisinde olacağım.
*Bir suç mu işledi? Tövbe etse de pişmanım dese de çızıp atacağım. Geçmiş olsun demeyeceğim gibi karşılaştığım zaman görmezden geleceğim. Çünkü ne olur ne olmaz. Maazallah bana ondan suç bulaşabilir. Bulaşmasa da onu koruyup kolladığım anlaşılabilir. Sonra yapmasaydı...öyle değil mi? Bak ben yapıyor muyum? Kazara karşılaşmak zorunda kalırsam o değilden "Durumuna üzülüyoruz elbet! Ama yapacak bir şey yok" diyeceğim. Böyleleriyle bu dünyada aynı havayı teneffüs ediyorum. Allah bu yüzden beni affetsin ama öbür dünyada karşılaşmak istemiyorum. Çünkü ben sütten çıkmış bir ak kaşığım. 
*Adam düşmüş mü? Düşmez kalkmaz bir Allah'tır. Vardır bunda da bir hayır diyeceğim. Gerekirse iyice düşmesi için ardından bir tekme sallayacağım.
*İçimden gelmese de gülenin yanında güleceğim, ağlayanın yanında ağlayacağım, küfredenin yanında küfredeceğim. Hasılı kim ne yaparsa onu yapacağım. Asla kendim olmayacağım. Bunun doğrusu şu. Siz yanlış yapıyor, yanlış düşünüyorsunuz demeyeceğim. Hep nabza göre şerbet vereceğim. Zamanın ruhu neyi gerektiriyor, geçer akçe ne ise ben o olacağım. Öyle olacağım ki görenler parmağını ısıracak, helal olsun adama, nasıl da değişti, doğru yolu buldu diyecekler. Arkamdan ne konuşurlarsa konuşsunlar.
*En nefret ettiğim şey prensiplerim ve kırmızı çizgilerim olacak. Hepsini rafa kaldıracağım. Su akarken testimi doldurmaya bakacağım. Çoğunluk nerede, ben orada olacağım. Güç kimde ise onun yanında yer alacağım. 
*Kimseyi karşıma almayacağım. Deli ile deli, veli ile veli, çocukla çocuk, büyükle büyük. Nabız ve şerbet ortaklığı burada ve her yer ve ortamda geçerli. Belki de tek prensibim bu olacak.
*Kimseyi eleştirmeyeceğim. Sonra eleştiri benim ne haddime! Yerimi ve haddimi bileceğim. Alternatif fikir sunmayacağım. Fikirsizlik belki de ikinci prensibim olacak.
*Çok konuşmayacağım, genelde dinleyici ve tasdik edici bir rol üstleneceğim: Öyle, evet, aynen, katılıyorum, ne güzel düşünmüş ve yapmışsınız gibi. Bu da üçüncü prensibim olabilir. Zaten en büyük hayallerimden biri de noter olmaktı. Parası olmasa da bu hayalimi bu vesileyle gerçekleştirmiş olacağım.
*Biri bir göreve ya da makama atandı mı? "Efendim! Hayırlı olsun! Koltuk tam şimdi layığını buldu. Maşallah ne de güzel yakışmış. Aslında daha büyük görevlere layıksınız" diyeceğim. Aynı kişi koltuktan alındı mı yine "Layığını buldu. Zaten hak etmiyordu" diyeceğim arkasından. Kazara karşılaşınca "Size haksızlık yapıldı" diyeceğim. Koşarak yerine atanan kimsenin yanına varıp hayırlı olsun dileklerimi ve iltifatlarımı noktası virgülüne dokunmadan tekrarlayacağım.

Gördüğünüz gibi yeni hayat felsefem bu şekilde. Bir kısmını yazdım sadece. Tüm bunları yaparken dişlerimi biraz sıkarım ama olsun. Bence değer. Zaten pek diş de kalmadı. Dudaklarımı ısırırım. O kadar da olsun...


8 Temmuz 2019 Pazartesi

Gemi Eskisi Gibi Niçin Yol Almıyor? ***

Bazen adı konmamış sorunlar olur. Kimse sorunun ne olduğunu bilmez ya da bilmezden gelir. Sorunun etrafında döner durur. Sorunu çözmek için kimse eteğindeki taşı dökmez. Bir türlü sadede gelinmez. Herkes esas soruna eğilmeden sorunu çözme derdinde. Bu durum karanlık yerde eşyasını yitirdikten sonra eşyasını bulmak için aydınlık yerde yitiğini arayan ama bir türlü bulamayan Nasrettin Hocaya benzer. Yine bu durum, teşhisi konmamış hastaya ağrısını kessin diye ağrı kesici vermeye benziyor. 

Konuyu biraz müşahhaslaştırayım. Malumunuz Milli Görüş çizgisinden bir grup, "Yenilikçi hareket" olarak partilerinden ayrıldıktan sonra sırt sırta vererek kurdukları partileri kısa zamanda zirveye oturdu. İyi, güzel ve yararlı hizmetler yapmış olmalılar ki halk onlara hep iktidar vizesini verdi. Hala da iktidardalar. Yalnız bu iktidar yola birlikte çıktıkları iktidar değil. Dümenin başında kalan dışında yol arkadaşlarının kahir ekseriyeti gemiyi terk etti veya terk ettirildi. Partide azımsanamayacak bir küskünler ve kırgınlar ordusu oluştu.

Parti şimdi yeniden yol ayrımında görünüyor. Ya gemiyi veya treni terk edenler yeniden kazanılıp eskisi gibi yola devam edilecek ya da tıpkı eskiden olduğu gibi parti "Gelenekçi" veya "Yenilikçi" diye bölünecek. Çünkü alttan alta yeni parti çalışmaları yapıldığı haberlere yansımaktadır. Partiye gönül vermişlerin en büyük arzusu partinin bölünmeden tek parti çatısı altında yeniden bir araya gelinmesi; kızgın, küskün ve kırgınların geri dönmesi. Siyasette bir gün çok uzun sayılır. İlerleyen günlerde ne tür gelişmeler olur? Bekleyip göreceğiz.

Çoğu kimse bu durumu makam, mevkileri paylaşamadılar. Küskünlük de bundan şeklinde görüyor. Hatta adını "Trenden inenler" diye adlandırıyorlar. Halbuki mesele treni terk etme, trenden indirilme veya makam ve mevkiden uzaklaştırmaktan ibaret değil. Dışarıdan okumaya çalışan biri olarak esas mesele yol, yöntem, metot ve yönetim tarzı. Bu durum daha önce "Gelenekçi" ve "Yenilikçi" durumlarına benziyor. Tedbir alınmaz, bir araya gelinmez, sorunlar masaya yatırılmaz, taraflar birbirine ödün vermez tavırlarını  devam ettirirler ise aynı akıbete doğru gidiyorlar. Bugünkü durum o günlere çok benziyor. Tek farkı "Gömlek" çıkarıldığında bu ülkenin yeni bir harekete ihtiyacı vardı. Bugün ise yeni parti ihtiyacı olup olmadığı tartışma konusu. Bugünkü durum zayıflamaya yüz tutmuş güçlerinin iyice zayıflaması sonucunu doğurabilir.

Böyle bir durumda çoğunluk gemiyi veya yer edenlere kızıyor, gelin geriye diyor. İzin verirseniz sorunu biraz daha açmak istiyorum. Olaya her iki kesimin gözüyle(kaptan ile gemiyi terk edenler) gözüyle bakmaya çalışacağım:

Halktan defalarca iktidar vizesi alan geminin kaptanlığı tek kişinin üzerine binmiş görünüyor. Bu tek kişi tüm yetkileri üzerine alarak gemiyi sağa-sola çarpmadan, yolda yeni yolcular alma niyetiyle gemiyi limana götürmeye çalışıyor. Öyle çalışıyor ki ne dinleniyor ne de uyuyor. Durmadan koşturuyor. Kaptanlıkta kendisine yardımcı olsun diye aldıkları yeterince faydalı değil. Zaten kaptan da bunlara pek güvenmiyor.

Gemiyi şu ya da bu şekilde terk edip ama daha tam uzaklaşmayan eski yardımcılar ise "Tüm yetkiyi üzerine aldın, gemiyi hızlı bir şekilde limana götürmeye çalışıyorsun. Eskisi gibi istişare etmiyor, söz dinlemiyorsun. Gemi bu şekilde yol alamaz. Varıp duvara toslayacaksın. Yine geminin başında sen ol, eskisi gibi görev dağılımı yap. Bu durum hem kendin hem gemin için elzemdir. Çünkü kaptanlık, kişinin tek başına götüremeyeceği kadar zordur. Bak biz uzaklaştık. Gemi eskisi gibi iyi gitmiyor. Yalpa yapıyor sürekli. Böyle giderse gemiyi batıracaksın. Bak eskisi gibi geminin müşterisi kalmadı. Memnun olmayıp bizden ayrılan müşteri diğer gemiye biniyor.  Çünkü bu işleri tek başına yapmaya kalkınca müşteriye kızıyor, ayar veriyorsun. Ki bu doğaldır. Çünkü geminin güvenilir yardımcıları olmayınca her işe sen koşuyorsun" demeye çalışıyorlar.

Kaptan ve gemiyi terk edenler sorunu çözmek istiyorlar ve bunda samimi iseler bunun yolu iletişim, istişare ve kendileriyle yüzleşmektir.

***11/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

7 Temmuz 2019 Pazar

Kadın Üniversiteleri ***

Japonya dönüşü Cumhurbaşkanımız Erdoğan yaptığı bir konuşmada "Japonya'da 80 kadar kadın üniversitesi var. Niçin bizde de olmasın" dedi. Ardından aynı toplantıda kendisini dinleyen YÖK Başkanına "Böyle bir çalışma yap" talimatını verdi. Bundan sonra YÖK Başkanı kadın üniversitesi açacağım, nerede açayım, hangi bölümler olsun diye  düşünsün dursun.

Erdoğan'ın dediği kız öğrencilerden oluşacak üniversite ne zaman açılır bekleyip göreceğiz. Yalnız kulağa hoş gelen bu tür üniversite bir açılırsa öyle zannediyorum Anadolu'dan birçok şehrin ileri gelenleri ve STK’ları, siyasilere "İlimize bir kadın üniversitesi istiyoruz" talepleriyle gideceklerdir. Siyaset de bu isteklere kulağını tıkamayacaktır. Öğrencisi kadınlardan oluşacak bu tür üniversiteler ne kadar yaygınlaşır, kurulduğu zaman başarı şansı ne kadardır, talep olur mu, talep olursa da YÖK hepsini karşılayabilir mi? Diyelim ki açıldı. Tüm işkollarına hitap edecek bölümlere yer verebilecek mi? Çünkü o kadar çeşit meslek var ki say say bitmez. Hepsini bekleyip göreceğiz.

Dünyada örnekleri olan ve tamamen iyi niyetle dillendirilen kadın üniversitelerinin olabileceğini kabul ediyorum. Ama pratiği üzerine bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Bu yazacaklarımdan karma eğitimi savunduğum falan anlaşılmasın. Öyle bir niyetim yok. Devletin ideal bir eğitim sistemi bulamadığı gibi ben de kafamda ideal bir eğitim sistemi oluşturamadım.

Kadın üniversiteleri çoğu kız çocuğunun aileleri tarafından okutulmadığı 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda düşünülseydi bir ihtiyacı giderecek, eh derdim. Ama günümüzde kız çocuklarını aileler okutuyor ve kızlarımız çok da başarılılar. Hangi üniversitenin, hangi bölümüne giderseniz kız çocuklarının ağırlığını görebilirsiniz. Yakında gözde mesleklerin bölümünde okuyan erkekleri mumla ararsak hiç şaşırmayalım. Benim okuduğum 90’lı yıllarda amfilerde çoğunluğu erkeklerden oluşan öğrencilerin içerisinde 3-4 kız öğrenci var iken bugün durum tersine dönmüş durumda. Amfi ve sınıflarda 3-4 erkek, geri kalanı kız öğrencilerden oluşuyor. Bu durumu kamu ve özel çalışanlarına bakarak da görebiliriz. Yine eskiden kamuda çalışanlarda eleman alımında “kız” veya “erkek” olmak şartı aranırdı. Şimdilerde böyle bir durum da yok. Artık kamuya eleman alımında erkek-kız arama şartı neredeyse kalktı gibi. Erkek mesleği diye bilinen mesleklerde kadınları, kadın mesleği denilen mesleklerde de erkekler istihdam edilebiliyor. Demem odur ki kadın üniversitelerine bu aşamada gerek yok. Çünkü erkeklere göre çok başarılı olan kızlarımız giderekten üniversiteleri tamamen kaplayacak. Zaten kendiliğinden kadın üniversitesine dönüşecek.

Burada değinmek istediğim bir diğer husus, üniversiteleri kadın ve erkek diye dönüştürsek bile bu toplumun kadını ve erkeği şehirde, otobüste, dolmuşta, çarşı ve pazarda iç içe. Çünkü bir zorunluluk var. Tek başına üniversiteyi cinsiyete göre ayırmak çözüm değil gibi. Kadın üniversiteleri açmak yerine, 18 yaşına gelmiş ve rüştünü ispatlamış kız ve erkek çocuklarının başta üniversiteler olmak üzere toplum içerisinde kendilerini kötülerden ve kötülüklerden korumalarını öğretsek daha iyi olur diye düşünüyorum. Bir diğer husus üniversite açmak demek aynı zamanda bir maliyeti gerektirir. Çok sayıda üniversite sayımızın yanında yenilerinin açılması darboğazda olan ekonomimize artı yük getirecektir. Yine de hayırlısı diyelim.

***09/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.