28 Mayıs 2019 Salı

FETÖ'yle Mücadelede Hali Pürmelalimiz

17-25 Aralık 2013 tarihinde bir yargı darbesiyle hükümeti alaşağı etmek için düğmeye basan FETÖ'nün gerçek yüzünü hem devlet hem de millet gördü. Bu darbe teşebbüsü akim kalan FETÖ, hükümete karşı bir dizi operasyonlara kalkıştı. Her birinde başarılı olamayan FETÖ, son öldürücü yumruğunu 15 Temmuz 2016'da vurmayı denedi. Bunu da beceremeyince  FETÖ, elebaşlarını kaçırarak yurtdışını mesken edindi. Yani arkasına bakmadan kaçıp gittiler.

Bizim için bundan sonra suçluyla mücadele başladı. Kaçan suçluları geri getirmek için yapılan girişimlerin çoğu başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü çoğu devlet, istediğimiz suçluları vermeye yanaşmadı. Peki bu durumda biz ne yapacaktık? Hiçbir şey olmamış gibi bomboş oturacak mıydık? Madem dışarıya kaçanları getirip yargılayamıyoruz. O halde dışarı insafa gelip suçluları bize verinceye kadar içeride kalıp kaçmayanlarla mücadele etmeliydik. Bunların içinde 17-25 itibariyle bu yapıyla ilişiğini kesenleri hariç tutmak lazım. Çünkü bunlar söz dinledi. Yapıyla bağını kopardı. Bu tarihte bağını koparmayalar bize yeter de artar bile.

Geride kimler kaldı? Elimizde kala kala FETÖ'nün ev veya yurtlarında kalmış, FETÖ ile iş tutmuş, FETÖ'ye para vb. lojistik destek sağlamış, isteyerek veya istemeyerek maddi yardımda bulunmuş, dergi ve gazetesine abone olmuş, okullarında okumuş, dershanelerine gitmiş, alt düzeyde sorumluluk almış, bankasına para yatırmış, sendikasına girmiş, bylock adı verilen şifreli haberleşmeyi indirip görüşmeler yapmış, dershane ve okullarında öğretmenlik yapmış vs kişiler kaldı.

O zaman ne yapmalıydık? Dışarı kaçanlara elimiz ulaşamadığına göre elde olanla yetinmeliydik. Aklın yolu bir. Biz de öyle yaptık. Geriye dönük iz sürmeye başladık, suçlu avına çıktık. Kim, suçun neresinde demedik, yakasına yapıştık. Operasyon üzerine operasyon yaptık. Kimini içeri attık, kimini işinden ettik, kimini araştırmak için açığa aldık. O kadar bakir bir alan ki nereye girmişsek oradan bir zanlı bulduk, tuttuğumuzu kopardık. Ucu nere giderse gitsin dedik. İtiraflarla birlikte zanlı/sanık sayısını artırdık. Mağduruz diyenlere hayır mağdur değilsiniz, az bile yapıyoruz dedik. Hızımızı alamadık kamuya alımlarda kimsenin cesaret edemediğini yaptık. Hayatımıza mülakatlar girdi. Kazanıp göreve başlayacakları kimdir, necidir diyerek yıla varan güvenlik soruşturmalarından geçirdik ve halen bu uygulamaya devam ediyoruz.

Burada FETÖ ile irtibatlı olanlar masum iddiasında falan değilim. Hiçbir şey olmamış gibi bir muamele görsünler demek istemiyorum. Topuzun ucunu kaçırdık diye düşünüyorum. Karşımızda kocaman bir suçlu ordusu ihdas ettik. Çoğunu devlete düşman ettik, çoğu hayata ve insanlara küstü. Çünkü suçluyla mücadelede tek suçlu yok orta yerde. Oğlundan-kızından, kardeşinden, gelininden, anne ve babasından dolayı mağduriyet yaşayanların sayısı az değil. Bu kesimin kahir ekseriyeti de dindar ve mütedeyyin insanlardan oluşuyor. Acaba diyorum suçluyla mücadele ederken başka bir yol devreye sokulamaz mıydı? Bilfiil darbeye katılmayanlar için bir takip sistemi kurulamaz mıydı? Bu insanları kazanma yoluna gidilemez miydi? Soruları çoğaltabiliriz ama iş bu noktaya geldikten sonra faydası olacağını sanmıyorum. Kimse kusura bakmasın. Bizim içeride kalan, kaçmamış bu kişilerle mücadelemizi ben bir acizlik olarak görüyorum. Dışarı kaçan elebaşlarına gücümüz yetmiyor, içeridekilerle yetiniyoruz. Bizim bu durumumuzu ben -teşbihte hata olmasın- Türk filmlerindeki kötü rolde oynayan kişilere benzetiyorum. Bilirsiniz, bu tip filmlerde başroldeki iyi oyuncuyu yakalamaya çalışan kötü roldekiler, başrol oyuncusunu yakalayamayınca oyuncunun ailesinin evine giderek aileyi cezalandırma yoluna giderler. Belki aynı şey değil ama nedense bu örnek aklıma geldi.

Hasılı bugünden yarına biteceğe benzemeyen bu suçluyla mücadele hali pürmelalimizi ben yarınlar için sağlıklı görmüyorum. Bu kişilerin çocukları yarının büyükleri olacak. Ülkeye hayır eder mi bunlar ya da ülke bunlardan faydalanabilir mi? Keşke attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değse bari…


Devlet Ricali Sakal Koymamı İstiyor *


Habertürk TV'de Milli Savunma Bakanı Sayın Hulusi Akar'ın yeni askerlik yasasıyla ilgili açıklamalarına biraz kulak misafiri oldum. Üzerinde derinlemesine çalışılmış bir yasa. Bu yasa Meclis'ten geçerse çok isabetli bir yasa olur. Bu yasa, askerlik çağı gelmiş fakat nasıl askerlik yapacağı belli olmadığı için önünü göremeyen gençlerimizi ve ebeveynlerini rahatlatacak, aynı zamanda profesyonel askerliğin temellerini oluşturmaya çalışan devletin  de elini rahatlatacaktır. Çünkü her yıl askerlik çağı gelmiş gençlerimizi ihtiyaç fazlası olduğundan dolayı devlet askere alamıyor, bekaya durumundaki insanımızın sayısı her geçen yıl artmaktadır.

Yeni askerlik yasasında hemen hemen her kesim düşünülmüş, herkese hitap ediyor. Bu yasa ile bedellilik, yaşa bağlı kalınmaksızın sürekli hale getiriliyor. Askerlik 6 aya indiriliyor. 6 aydan sonra askerlik yapmak isteyen kişiye asgari ücretten aşağı olmayacak şekilde maaş bağlanmasının yolu açılıyor. İlave askerlik yapanlara profesyonel askerliğe geçişte öncelik ve avantaj sağlanıyor. 

Detayına girmeyeceğim bu yasa, hemen hemen her kesimi memnun edecektir, devleti de güçlendirecektir. Bedelliden gelecek para ile askeriye, bütçeye yük olmadan kendi yağı ile kavrulabilecektir. Siyasiler belli zamanlarda bedelli askerliğe vize vermek için yeni yasa çıkarmak zorunda kalmayacaktır. 

Çıkarılacak bu yasadan taviz vermeden ülke, sürekli faydalanma yoluna gitmelidir. Yasa yürürlüğe girdiği zaman aksayan yönler ortaya çıkarsa Meclis, eksik yönleri  geciktirmeden ek maddelerle yasayı işler hale getirmelidir.

İçeriğini ve Meclis'ten ne şekilde çıkacağını tam bilemediğim bu yasa teklifinde olmasını istediğim hususlara değinmek isterim. 
*Bedelli için belirlenen fiyat aşağıya çekilmemelidir, fiyat yüksek tutulmalıdır. Belirlenen fiyat her yıl enflasyon oranında güncellenmelidir. 
*İhtiyaç fazlası kişilerin askerliğini bedelli yapması teşvik edilmelidir. Ödemede kolaylık sağlanmalıdır. En azından dört taksit imkanı getirilmelidir. Bedelli parasını defaten ve peşin yatırmak isteyenlere yüzde 10 indirim uygulanmalıdır. Bedelliler için düşünülen bir aylık askerlik düşünülmemelidir. Çünkü bu, bütçeye ayrı bir yük getirecektir. Parayı yatıran askerlik yapmış sayılmalıdır.
*6 aydan sonra bir altı ay daha askerlik yapmak isteyen askerlere ilk altı aydan sonra verilecek olan asgari ücret maaşı, ilk altı aydan itibaren verilecek şekilde planlanmalıdır. Çünkü askerlik yapan kişi evli olabilir. Geride bıraktığı eşi bu maaşa ihtiyaç duyabilir. Askerimiz evli olmasa da askerlik yaparken babasının eline bakmak durumunda kalmamalıdır.
*Askerlik yapma seçenekleri arasına şunu da eklemek lazım: Bazı meslek erbabı vardır ki askere gittiği zaman kurum ve kuruluşlar, yerine bir başkasını geçici olarak çalıştırma yoluna gidiyor. Bu geçici çalışanlar her zaman aslın yerini tutmuyor. Üstelik devlet bu kişilere ücret ödemektedir. Böyle yapılacağına bu tip meslek erbabının, görev yerinde askerliğini yapmasının önü açılmalıdır. Askerlik boyunca görev yaptığı yerde geçimini sağlayacak şekilde asgari ücret almalıdır. Maaşının geri kalan kısmı askeriyede kullanılmak üzere bütçeye gelir irat edilmelidir. (Bu yöntem özellikle öğretmenler için düşünülmelidir. Aynı zamanda öğrenci birden fazla öğretmende okuma yoluna gitmemiş olacaktır.)

Not: Sayın Bakan Hulusi Akar, yeni askerlik teklifiyle ilgili modeli açıklarken dünyada uygulanmakta olan askerlik modellerini incelediklerini ve kendi ülkemize uygun bir model haline getirdiklerini söyleyince kendime pay çıkardım doğrusu. Ben demiştim demeyi sevmiyorum ama hoşuma gitti. Çünkü Sayın Akar'ın üzerinde çalıştık, dünya modellerini inceledik ve teklif haline getirdik dediklerinin çoğuna acizane bir yıl öncesinde gazetemizde üç ayrı yazı yazarak (Sakalım yok ki dinlensin) değinmiştim:
http://m.anadoludabugun.com.tr/mobil/yazi/bedelli-askerlik-nicin-sehitlerimize-saygisizlik-olsun-3321

*29/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



26 Mayıs 2019 Pazar

Sapıklık Sakın Beynimizde Olmasın!

Bir ara tekfircilik yaygındı bu toplumda. En ufak dini bir söylemde ve bir uygulamada insanlara kafir oldun denirdi. Şimdilerde bu tekfircilik biraz sümen altı edildi. İyi ki edildi. Bunun yerine sapık denmeye başlandı. 

Sapık derken cinsi sapıktan bahsetmiyorum. Dini veya herhangi bir konuda genel kabul görmemiş aykırı bir görüş ortaya konduğu zaman bu görüşün sahibine deniyor. Genelde dini konularda insanlara sapık demek daha yaygın. 

İsterseniz önce sapık ne demekmiş, bu kelimeye TDK'dan bir bakalım: "Tavır ve davranışları doğanın gösterdiği yoldan veya geleneklerden, törelerden ayrılan (kimse), gayritabii, anormal." İkinci anlamı da "delice davranışları olan, meczup" demekmiş.

Bu tanıma göre aykırı fikir veya görüş öne süren bir kimse gelenek ve töreden ayrıldığına göre toplum nazarında, en azından bir kesim nezdinde sapık oluyor. Bu tanımı baz alırsak bu tip kişilere sapık denmesi doğru -gibi- görünüyor. Çünkü tanıma uygun. Fakat bu kişilere farklı görüşlerinden dolayı sapık demeyi ben uygun bulmuyorum. Zira her gelenek ve töre her zaman bir doğruda birleşmez. Nitekim Kur'an, atalarının yolunu takip ettiğini söyleyen kişileri "Ya atalarınız hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kişiler idiyseler" diyerek körü körüne bağlılığı eleştirmektedir. Burada Kur'an, bu uyarıyı müşrikler için yapıyor denebilir. Eyvallah öyledir. Ama bizi de bağladığını düşünüyorum. Ki her örf, adet ve geleneklerimiz çoğu zaman bizi doğru yola götürmüyor.

Teknoloji ile birlikte insanın yaşam tarzı ve olaylara bakışı da değişmekte, dün ihtiyaç olmayan bazı şeyler bugün ihtiyaç haline gelebilmektedir. Bu, kaçınılmazdır. Bu değişimin önünde kimse duramadığı gibi örf ve adetler de duramaz. Haliyle bir konuda dünden farklı bir şekilde düşünmek de mümkündür. Her anımız, dünü tekrarlamaktan ibaret olacaksa bu, kendi kendimizi tekrarlamak, geçmişi taklit etmek demek olur ki medeniyete dair yeni bir sözümüz olmaz. Medeniyet iddiamız devam etmez. Bu yüzden teknolojide olduğu gibi dini hayata dair özden sapmadan yeni bir şeyler söylemek gerekiyor. Söylenen yeni şeyler makul olduğu gibi kabulü mümkün de olmayabilir. Bu fikir ve görüşlerin kabul görüp görmediğini kamuoyu belirler. Görüş isabetli değilse taraftar bulamaz, bir müddet sonra unutulur gider. Durum bu iken toplumda kimse yekdiğerine baskı ve şiddet uygulamadan görüşlerini rahatça serdedebilmelidir. Bir fikir, halk arasında veya uzmanları nezdinde tartışılabilmelidir. Bu tür yansız tartışmalardan hakikat güneşi ortaya çıkar. Şayet böyle yapılmaz, görüş sahibi kınanır ve sapık ilan edilirse basiret bağlanması ortaya çıkar, ön yargı hakim olur. Kısır çekişme alır, başını gider. Görüş sahibi savunmada kalır. Ya sürekli savunmada kalır ya da bir müddet sonra saldırıya geçer. Bu durum toplumu böler, sağlıklı bir toplum ortaya çıkarmaz. Toplum da gelişmez. 

Hülasa aykırı görüşe verilecek en güzel cevap reddiyedir. Belden aşağı vurmak, hele sapık ilan etmek değildir. Unutmayalım ki her aykırı görüş sapıklık değildir. Her farklı görüşü sapıklık olarak görmek sağlıklı bir psikoloji değildir. Sırtını geleneğe dayayarak her aykırı görüş sahibini sapık ilan etmek ve bu kişiyi kişilerin önüne atmak olayı kişiselleştirmedir, enaniyet kokar, menfaat kokar. Çapımızı ortaya koyar. Bu, kendi fikrine güvenmeme anlamına gelir. Unutmayalım ki toplumun benimsemediği her görüş sapık olmayabilir. Sakın, herkesi sapık ilan edenin sapıklık kendi beyninde olmasın. 

Salya Sümük Ne İşin Var Alışverişte? ***


Yaz gelip sıcaklar bastırınca gömlek yerine tişört gitmeyi tercih ederim. Benim bu tercihim eşimin de hoşuna gider. Çünkü gömlek ütülemekten kurtulmuş olur. Üste tişört, altta kumaş pantolon, ayağıma da iskarpin giyer, güneşten korunmak için de başıma bir şapka geçiririm. Son zamanlarda sıcaktan ayaklarımı iyice pişirdiği için ayağıma da bir spor ayakkabısı giymeye başladım.

Bu halimle birkaç arkadaşla birlikte bir yerde otururken yanımdaki arkadaş geçmekte olan birinin kıyafetini mesele edindi. Ne var kıyafetinde dedim. "Üstte penye, altında ise kumaş pantolon var. Bir de spor ayakkabı giyinmiş. Kişi tişört giymeyi tercih etmişse altına kumaş pantolon giyemez. Ancak kot veya keten pantolon giyebilir" dedi. Mübarek sanki beni anlatıyordu. Ben de öyle giyiniyorum. Elde olan bu ise ne yapsın? O da benim gibi ne bulduysa giyinmiş dedim. Gülüştük. Ama içimde bir ukde kaldı. Demek ki tişört, kumaş pantolon bir arada gitmiyormuş, sen iyisi mi tişörtün altına bir keten pantolon al dedim kendi kendime. Öğrenmenin yaşı yokmuş. Bu yaşımda daha neler öğreneceğim neler! Nitekim kravatın da çizgili ve kareli gömleğin üzerine takılmayacağını yıllar sonra öğrenmiştim. Ben sanırdım ki çıplak olma da üzerine ne giyinirsen giyin. Maalesef moda dedikleri böyle değilmiş. 

Baktım eski püskü de olsa birkaç tişörtüm var, yıllar sonra da olsa açık renkte ayağımı serin tutan bir spor ayakkabım var. Kot giyemem ama kendime bir keten pantolon alsam iyi olacak dedim. Bir mağazanın yolunu tuttum. Gittim ama kolay kolay kendime ne yakışır bilemem ki. Yanımda bana şunu al diyecek biri lazım. Bazı zamanlar tek başına kıyafet beğenmek zorunda kaldığımda tezgahtarlardan bu bana yakışır mı diye yardım isterim. Yakışır beyefendi dediklerinde yoksa elinizde kalan bu mu der, muhabbeti ilerletirim. Neyse şimdi yanımda kimse yok. Bayram öncesi bu kalabalıkta bana hiçbir tezgahtar da yardımcı olmaz. Ramazan ramazan yanıma kimi alıp mağazaya gidebilirim?

Ben mağazaya doğru bu düşünceler içerisinde giderken gökte aradığımı yerde buldum. Bir dostum, gireceğim mağazadan çıkıyor. Seni Allah gönderdi, gel bana bir keten pantolon beğenelim dedim, içeri girdik. Önümüze çıkan görevliye keten pantolonların yerini sorduk. Önümüze düşüp reyonu gösterdi. 

Bedenime göre birini aldım, ödeme noktasına geçip sıraya girdim. Fiyatı biraz tuzlu ama olsun, artık herkesin giydiği gibi ben de normal giyinecektim. Sıraya geçtim ama geçtiğime pişman oldum. Çünkü önümdeki hanımefendi grip. Hem de öyle böyle değil. Bir hapşırıyor ki yeri göğü inletiyor, sesi arşı alaya kadar çıkıyor. Birkaç dakika içerisinde kaç defa hapşırdığını sayamadım. Bu hasta haliyle bu kadını bu mağazaya getiren ne ola ki dedim. Önündeki sepete baktım. Birkaç parça bir giyim gözüme çarptı. Kadın hasta ama maşallah alavereden de geri kalmamış dedim. Üstelik çok da yetenekli gördüm kendisini. Kolunda çantası, bir elinde durmadan burnunu silmek zorunda kaldığı, şekilden şekle girmiş peçetesi, diğer elinde ise kulağına tuttuğu telefonu var. Durmadan biriyle konuşuyor. Konuşmasına ara vermesine tek engel ara sıra hapşırmasıydı, bir de burnunu silmesi. 

Ne yapayım ya Rabbim? Kadının arkasına yanaşıp sıraya girsem bayram öncesi şifayı kapmamam mümkün değil. Pantolonu bırakıp gitsem olmaz. Çünkü tezgahtar  alacağım diye üzerine işlem yaptı. Hem nice yıllar sonra bir keten pantolonum oldu, vücuduma uyumlu bir şekilde giyineceğim. İşim de acil. Saat 16.00'da randevum var. En iyisi sıramı kaybetmeden biraz uzağında durayım, belki hastalığı bana satmaz dedim. Planım tıkır tıkır işlerken önümdeki boşluğa iki kişi girmez mi? Kasaya yaklaşırken gençler sıra sizde mi yoksa bende mi dedim. Bizde amca dediler gözümün içine baka baka. Naçar onlardan sonra ödememi yapıp hızlı bir şekilde randevu yerime doğru koşar adım gittim.

Şimdi gelelim hastamıza tekrar. İnsan hasta olamaz mı? Hele grip, her birimizin başına zaman zaman gelir. Böylesi durumlarda zorunlu olmadıkça kalabalıkların içine girmemek lazım. Çünkü grip dediğimiz hastalık bulaşıcı bir hastalık. Kadını market alışverişinde görsem, garibimin kimsesi yok galiba. Mecburen gıda alışverişini yapacak derim. Ama bu yaptığı giyim üzerine bir alışveriş. Çok aciliyet arz etmemesi lazım. Pekala kendine geldikten birkaç gün sonra bu alışverişini yapabilirdi. Ki bayrama daha on gün var. (Olayın geçtiği gün 25/05/2019 Cumartesi)

Senin de mesele edindiğin şeye bak Ramazan? Kadının kahyası mısın? İstediği her şart ve ortamda alışverişini yapabilir.  Hastalık ayakta da geçer ama alışveriş kaçmaz. Sonra kime ne, hele bana ne?

Not: Ben bu yazıyı olayın geçtiği günün akşamında yazdım. Grip olmadım. Hele şükür ki kendimi korumuşum. Bu arada yaz boyunca eşim pantolon ütülemekten de kurtulacak.

***28/05/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




25 Mayıs 2019 Cumartesi

3.44'deki İmsak Vaktini 3.40'a Çekmek


Bugün 2019 Ramazan orucunun 20.günü. Sahuru yaparken insan vaktine baktım. Çünkü gün be gün iftarla arasını açan, geceye doludizgin giden bir imsakımız var. İmsak 3.44'ü gösteriyor. Hangi caminin hangi imamı bilmem, 3.40'da imsak vaktini başlatan sabah ezanını okumaya başladı. 

İçinizden imam temkinli hareket ediyor, ihtiyatı elden bırakmıyor, en iyisini yapmış diyebilirsiniz. Ben sizinle aynı kanaatte değilim. Sayın imam bıraksın ihtiyat payını, tam saatinde ezanını okusun. Zaten belirlediği imsak vaktiyle Diyanet’in ihtiyatın ihtiyatını uyguladığını düşünüyorum. Üzerine bir de imamımız ne olur ne olmaz deyip kendince bir temkin vakti belirlerse bu yaptığı düpedüz bir işgüzarlıktır. Vatandaş, Diyanet'in imsak vakti ile Sayın Bayındır'ın belirlediği imsak vakti arasında ikilem yaşarken araya bir de böyle imamlarımızın belirlediği imsak ekleniveriyor. İmamımız belki iyi niyetli ama bu yaptığı, askeriyedeki içtima saatine hazırlık için birbirinden emir alan komutanların her biri bir saat belirleyerek eratı erkenden içtimaa çıkarmasına benziyor. 

Bana "Amma da uzattın. Mesele edindiğin dört dakikadır. Ha ağzını dört dakika önce kapatıver. Dört dakikanın lafı mı olur" diyebilirsiniz. Ben de derim ki madem dört dakikanın lafı olmaz. O zaman imam aynı saatinde okusun ezanını. Burada mevzubahis olan dakikliktir, inisiyatif alıp imsakı erkene çekmek değildir marifet. Madem bir iş yapacak, dakiklikte göstersin maharetini. Erken okumak gibi bir vazifesi yoktur. Kimse ona erken okudun diye madalya vermez. Acaba saatimizde bir yanlışlık mı var diye vatandaşın iki ayağını bir pabuca sokmaya hakkı yok.

Bir diğer husus, haydi diyelim ki imam tedbiri elden bırakmadı, inisiyatif aldı, bizi düşünerek ezanı erken okudu diyelim. Ezanı duyan biri sabah namazı vakti girdi nasılsa deyip kalkıp namazını kılarsa ne olacak? Adam vakit girmeden namazını ifa etmiş olacak. Bu durumda bu kişinin namazı olmazsa burada sorumluluk kimin? İmam tüm vebal bana ait diyecek mi? Sonra dese bir başkasının vebalini üstlenmiş olur mu?

Bence kimse böyle durumlarda bir başkası adına iyilik yapmasın. Bunu Allah rızası için yapıyorsa Allah rızası için böyle bir iş yapmasın. 


Tahir Büyükkörükçü AİHL ***

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tarafından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine yönelik olarak birkaç yıldır her ilçede aylık rutin toplantılar yapılmakta. Derslerinden alınarak yapılan bu toplantılar DİKAB öğretmenleri tarafından genelde angarya olarak görülür. Acizane bu toplantıların bir faydaya haiz olmadığına inananlardanım. İlçe Milli Eğitimlerin planlamasıyla onaya bağlanıp yürürlüğe konan bu toplantılar, öyle zannediyorum milli eğitim yetkilileri tarafından da angarya olarak görülmüş olmalı ki toplantılara öğretmen ve toplantının yapıldığı okul yetkilisi dışında ilçe milli eğitimlerden pek, hatta hiç katılım olmaz. En azından Din Öğretiminden sorumlu şube müdürü bu tür toplantılara katılarak ortamı gözlemleyebilir ve yönlendirebilirdi. Demek ki onlar da yasak savma babından bu toplantıları düzenliyorlar. İstedikleri imza sirküsü. O da imzalar atıldıktan sonra ev sahibi okul tarafından masalarının üzerine konuyor.

2019-2020 öğretim yılının son toplantısına Tahir Büyükkörükçü Anadolu İmam Hatip Lisesi ev sahipliği yaptı. Yol ve yön özürlü olunca okul aramaktan toplantıya 10 dakika kadar geç intikal ettim. Konumuz "Ülke/İl/İlçe içerisinde din öğretiminde özgün çalışmaları, örnek uygulamaları ve başarıları ile öne çıkan okulların bir plan dâhilinde DİKAB öğretmenleri tarafından ziyaret edilerek özgün çalışmaların yerinde incelenmesi ve bu bağlamda tecrübe ve bilgi paylaşımında bulunulması" idi. Kürsüde okul müdürü var idi. Özgün ve örnek çalışma olarak okulunun yaptığı çalışmaların bir kısmına değindi. İsteksiz olarak gittiğim bu toplantıda okul müdürü, zaman zaman da müdür yardımcısının araya girmesiyle anlattıklarını bir zevk ve bir heyecan içinde dinledim. Ama örnek çalışmalarının hepsini dinleme imkanım olmadı. Niçin derseniz? Her şeye karşı olan yeniçeri artıklarının günümüzdeki temsilcileri pişmiş aşa su katarak konuşmanın bir insicam içerisinde yürümesini engelledi maalesef. 

Burada yeri gelmişken okul müdürünün irticalen anlattıklarından aklımda kalanlara değinmek isterim. Tahir Büyükkörükçü İHL, Türkiye'de eğitim ve öğretim yapan 14 okuldan biri. Hazırlık artı dört yıllık bir lise eğitimi veriyor. Öğrenciler, hazırlık sınıfında pratik Arapça eğitimi alıyor. Belli bir seviyeye gelmiş öğrenciler hem dillerini geliştirsin hem de şahsiyet eğitimi alsınlar diye Somali'ye gönderiliyor. Öğrencilerin eğitimi tamamen bir dil öğrenmekten ibaret değil. Aynı zamanda öğrenciler Fen Bilimleri veya Sosyal Bilimler yönünden de eğitim alıyorlar. Beş yıl içerisinde öğrenciler, hem dini hem de dünyevi(müspet) ilimleri mezcediyorlar. Derslerin dışında hafızlık yapmak isteyen, hadis ezberlemek isteyen öğrencilere idare ve öğretmenleri kol kanat geriyor. Okul müdürü, Riyazüs  Salihin kitabındaki hadisleri ezberleyen dokuz öğrenciden bahsetti. Kur'an ezberini vermek isteyen öğrencinin öğretmenine telefon etmesiyle öğretmeninin öğrencisinin ayağına gittiğine değindi. 

Gördüğüm kadarıyla okul; müdürü, müdür yardımcısı, öğretmenleriyle birlikte iyi bir sinerji oluşturmuş, ekip var güçleriyle kendilerini bu okula ve öğrencilerine hasretmiş. Anlatılanların özünde fedakarlık gördüm. Ekip olarak almadan vermeyi öğrenmişler.

Toplantının bitiminde birkaç arkadaşla birlikte koridorları arşınladık. Okulda ders olmasına rağmen çıt yok. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Sınıflarda ders işleniyor. Kimi hocasına bir köşede Kur'an ezberini veriyor. Cemaatle kılınan öğle namazına yetişemeyen öğrenciler koridorun uygun bir yerinde namazlarını eda ediyorlar.

Adımlayarak okulun çıkışına geldik. Okul müdürü oradaydı. Gidenleri uğurluyordu. Daha sonradan öğrendiğime göre okul müdürü girişte de öğretmenlerin her birine hoş geldiniz diyerek ilgi ve alakasını esirgememiş. Güzel bir esintinin bize serinlik verdiği kapı önünde 8-10 kadar arkadaşla beraber biraz lafladık. Bu arada aylardır görmediğim okul müdürünün saç ve sakalına aklar düştüğünü gördüm. Samimiyeti tamamen yüzüne vurmuş. Bize okulunu anlatmaya devam etti. Meram Belediyesi tarafından yapılan kapalı spor salonunu gösterdi. Okulun içinde hakiki çim ile yapılmış çim sahayı gösterdi. Bakımını Beden Eğitimi öğretmeninin yaptığını söyledi. Tamamen erkek öğrencilerden oluşan okulun öğrencileri için yapılmış, fakat resmi onayı alınmamış pansiyon binasını gösterdi. Hem okula hem de pansiyon binasına şöyle alıcı bir gözle baktım. Beş yıldızlı bir oteli andırıyordu. Yazın pansiyonda üniversiteye hazırlık kursu açacağını söyledi okul müdürü. Geçen yıl bir başka vakıf yurdunda öğrencilere yönelik kurs açtığını da ilave etti.  

Söz geldi öğrencilerin kılık kıyafetine. Okul müdürü, okulunda serbest kıyafetin uygulandığını, öğrencilerin kılık kıyafetlerine karışmadıklarını, öğrencilerine "Pijama dışında her çeşit elbise ile gelebileceklerini, elbisenin yırtık olmaması şartını koyduğunu, şu ana kadar giyim ve kuşamla ilgili bir sorun yaşamadıklarını" söyledi. Müdürü dinlerken üst katlarda gördüğüm öğrencilerin kılık kıyafetlerini gözümün önüne getirdim. Gözüme anormal bir giyim çarpmadı.

Vedalaşıp giderken bu kısa zaman diliminde gördüğüm ve işittiklerimden dolayı okuldan memnun ayrıldım. İlgi ve alakasından, özellikle serbest kıyafet uygulamasından dolayı okul müdürünü tebrik ettim. Çünkü öğrenciler bu sıralarda, bu yaşta farklı giyinerek normal giyinmeyi öğrenmeliler. Ben buna denetimli serbestlik diyorum. Bu şekil giyimin aynı zamanda öğrenciye bir kişilik kazandıracağını  da düşünüyorum. 

İsteksiz geldiğim bu okuldan gördüklerimden ve öğrendiklerinden dolayı mutlu ayrıldım. Allah içtenlikle çalışan bu eğitim ordusuna yardım etsin, emeklerini yağlı etsin. Yetiştirdikleri öğrenciler kendileri için birer sadakayı cariye olsun.

Sözün özü, okul şehrin gürültüsünden uzak mükemmel bir yerde. Okulun etrafında öğrencinin takılabileceği bir bakkal bile gözüme ilişmedi. Meram'ın yeşil ve temiz havası okulun üzerinde kendisini gösteriyor. Buraya gelen öğrenci okumak isterse okur, almak isterse alır. Ahlaki olarak da bu okuldan ve çevreden güzel örnekler edinir. Okulun etrafına tam bakmadım, var mı yok mu bilmiyorum ama buraya güzel bir cami gider. Öğrenciler başka camilere dağılarak hutbe irat etmeye başlamışlar. Neden burada halka açık bir tatbikat camisi olmasın.

***02/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

24 Mayıs 2019 Cuma

Gerekçeli Karar Niçin Bir Kitap Olmasın? *


İstanbul seçimlerinin iptali ve yenilenmesiyle ilgili yayımlanan gerekçeli karar tamı tamına 250 sayfa. Ortaya konan gerekçeli karar orta büyüklükte bir kitap demektir. Bu kitabın oluşmasında yedi asıl ve dört yedek üyenin imzası var.

Gerekçeli karar hazırlanmadan önce ve yayımlandıktan sonra çok ses getirdi. Kararı kimi övdü, kimi yerdi. Övenler iptal kararını veren yedi üyenin gerekçelerini, karara karşı çıkanlar ise karşı oy veren dört üyenin gerekçelerini okudu. 

Ben YSK üyelerinin yerinde olsam övgü ve yergi dolu bu gerekçeyi ranta çevirirdim.  Çünkü bu gerekçeli karar üzerinden yapılan tartışmalar bugünden yarına biteceğe benzemiyor. Kim karar üzerinde konuşmak isterse bu gerekçeyi açıp okuyacak. Çıkar ağzındaki baklayı derseniz, ben olsam bu gerekçeyi kitap haline getirir, üzerine de yazarı olarak on bir üyenin ismini yazardım. Bir yayınevi ile anlaşır, kitabın basım ve dağıtımını yaptırırdım.  Kim alır bu kitabı derseniz? Kimler almaz ki! Bütün hukukçu ve hukukçu adayları alır. Her hukukçunun zaman zaman başvuracağı başucu bir kitap olur. Yok satar anlayacağınız. Paraya para demezler. Bunun için tek yapacakları sanal medya ve dijital ortamda yayımlanan gerekçeyi kaldırtmak olmalıdır. Bu karara bakmak isteyen tam metni internet ortamında bulamayınca mecburen bu kitabı satın alacaktır.  Hele bir de vurgulu bir şekilde kitabın reklamı yapılırsa gelsin paralar. Burada dikkat etmeleri gereken bir diğer husus daha var. Kitabın korsan baskısı piyasaya sürülebilir. Kitabın yazarları alacakları tedbirlerle bunu da çözebilirler. Çıkaracakları kitabın üzerine "Her hakkı mahfuzdur. Kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz" yazdırırlar, olur biter.

Kitaptan elde ettikleri para kendilerini çok mutlu edecektir. Emekli oldukları zaman ayrı veya aynı ekip olarak başka kitaplar da hazırlayabilirler. Böylece tecrübelerinden tüm hukukçular faydalanır, kendilerine bir meşgale bulurlar, bol bol para kazanırlar. Üstelik meşhur da olurlar. Sık sık bir bilen olarak TV ekranlarına misafir edilirler. Ekranda isimlerinin altına "hukukçu-yazar" yazılır. Gazetelerinde yazı yazmaları için gazete sahipleri tarafından kendilerine köşeler tahsis edilir. 

Gördünüz değil mi? Bir gerekçe nelere kadirmiş. Başlarına talih kuşu konmuş da haberleri yok. Bence zaman geçmiş değil, gerekçe hala sıcaklığını koruyor ve gündem oluşturmaya devam ediyor. Yeter ki fırsatı ganimete çevirmeyi bilsinler.

*27/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.