25 Mayıs 2019 Cumartesi

Tahir Büyükkörükçü AİHL ***


Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tarafından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine yönelik olarak birkaç yıldır her ilçede aylık rutin toplantılar yapılmakta. Derslerinden alınarak yapılan bu toplantılar DİKAB öğretmenleri tarafından genelde angarya olarak görülür. Acizane bu toplantıların bir faydaya haiz olmadığına inananlardanım. İlçe Milli Eğitimlerin planlamasıyla onaya bağlanıp yürürlüğe konan bu toplantılar, öyle zannediyorum milli eğitim yetkilileri tarafından da angarya olarak görülmüş olmalı ki toplantılara öğretmen ve toplantının yapıldığı okul yetkilisi dışında ilçe milli eğitimlerden pek, hatta hiç katılım olmaz. En azından Din Öğretiminden sorumlu şube müdürü bu tür toplantılara katılarak ortamı gözlemleyebilir ve yönlendirebilirdi. Demek ki onlar da yasak savma babından bu toplantıları düzenliyorlar. İstedikleri imza sirküsü. O da imzalar atıldıktan sonra ev sahibi okul tarafından masalarının üzerine konuyor.

2019-2020 öğretim yılının son toplantısına Tahir Büyükkörükçü Anadolu İmam Hatip Lisesi ev sahipliği yaptı. Yol ve yön özürlü olunca okul aramaktan toplantıya 10 dakika kadar geç intikal ettim. Konumuz "Ülke/İl/İlçe içerisinde din öğretiminde özgün çalışmaları, örnek uygulamaları ve başarıları ile öne çıkan okulların bir plan dâhilinde DİKAB öğretmenleri tarafından ziyaret edilerek özgün çalışmaların yerinde incelenmesi ve bu bağlamda tecrübe ve bilgi paylaşımında bulunulması" idi. Kürsüde okul müdürü var idi. Özgün ve örnek çalışma olarak okulunun yaptığı çalışmaların bir kısmına değindi. İsteksiz olarak gittiğim bu toplantıda okul müdürü, zaman zaman da müdür yardımcısının araya girmesiyle anlattıklarını bir zevk ve bir heyecan içinde dinledim. Ama örnek çalışmalarının hepsini dinleme imkanım olmadı. Niçin derseniz? Her şeye karşı olan yeniçeri artıklarının günümüzdeki temsilcileri pişmiş aşa su katarak konuşmanın bir insicam içerisinde yürümesini engelledi maalesef. 

Burada yeri gelmişken okul müdürünün irticalen anlattıklarından aklımda kalanlara değinmek isterim. Tahir Büyükkörükçü İHL, Türkiye'de eğitim ve öğretim yapan 14 okuldan biri. Hazırlık artı dört yıllık bir lise eğitimi veriyor. Öğrenciler, hazırlık sınıfında pratik Arapça eğitimi alıyor. Belli bir seviyeye gelmiş öğrenciler hem dillerini geliştirsin hem de şahsiyet eğitimi alsınlar diye Somali'ye gönderiliyor. Öğrencilerin eğitimi tamamen bir dil öğrenmekten ibaret değil. Aynı zamanda öğrenciler Fen Bilimleri veya Sosyal Bilimler yönünden de eğitim alıyorlar. Beş yıl içerisinde öğrenciler, hem dini hem de dünyevi(müspet) ilimleri mezcediyorlar. Derslerin dışında hafızlık yapmak isteyen, hadis ezberlemek isteyen öğrencilere idare ve öğretmenleri kol kanat geriyor. Okul müdürü, Riyazüs  Salihin kitabındaki hadisleri ezberleyen dokuz öğrenciden bahsetti. Kur'an ezberini vermek isteyen öğrencinin öğretmenine telefon etmesiyle öğretmeninin öğrencisinin ayağına gittiğine değindi. 

Gördüğüm kadarıyla okul; müdürü, müdür yardımcısı, öğretmenleriyle birlikte iyi bir sinerji oluşturmuş, ekip var güçleriyle kendilerini bu okula ve öğrencilerine hasretmiş. Anlatılanların özünde fedakarlık gördüm. Ekip olarak almadan vermeyi öğrenmişler.

Toplantının bitiminde birkaç arkadaşla birlikte koridorları arşınladık. Okulda ders olmasına rağmen çıt yok. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Sınıflarda ders işleniyor. Kimi hocasına bir köşede Kur'an ezberini veriyor. Cemaatle kılınan öğle namazına yetişemeyen öğrenciler koridorun uygun bir yerinde namazlarını eda ediyorlar.

Adımlayarak okulun çıkışına geldik. Okul müdürü oradaydı. Gidenleri uğurluyordu. Daha sonradan öğrendiğime göre okul müdürü girişte de öğretmenlerin her birine hoş geldiniz diyerek ilgi ve alakasını esirgememiş. Güzel bir esintinin bize serinlik verdiği kapı önünde 8-10 kadar arkadaşla beraber biraz lafladık. Bu arada aylardır görmediğim okul müdürünün saç ve sakalına aklar düştüğünü gördüm. Samimiyeti tamamen yüzüne vurmuş. Bize okulunu anlatmaya devam etti. Meram Belediyesi tarafından yapılan kapalı spor salonunu gösterdi. Okulun içinde hakiki çim ile yapılmış çim sahayı gösterdi. Bakımını Beden Eğitimi öğretmeninin yaptığını söyledi. Tamamen erkek öğrencilerden oluşan okulun öğrencileri için yapılmış, fakat resmi onayı alınmamış pansiyon binasını gösterdi. Hem okula hem de pansiyon binasına şöyle alıcı bir gözle baktım. Beş yıldızlı bir oteli andırıyordu. Yazın pansiyonda üniversiteye hazırlık kursu açacağını söyledi okul müdürü. Geçen yıl bir başka vakıf yurdunda öğrencilere yönelik kurs açtığını da ilave etti.  

Söz geldi öğrencilerin kılık kıyafetine. Okul müdürü, okulunda serbest kıyafetin uygulandığını, öğrencilerin kılık kıyafetlerine karışmadıklarını, öğrencilerine "Pijama dışında her çeşit elbise ile gelebileceklerini, elbisenin yırtık olmaması şartını koyduğunu, şu ana kadar giyim ve kuşamla ilgili bir sorun yaşamadıklarını" söyledi. Müdürü dinlerken üst katlarda gördüğüm öğrencilerin kılık kıyafetlerini gözümün önüne getirdim. Gözüme anormal bir giyim çarpmadı.

Vedalaşıp giderken bu kısa zaman diliminde gördüğüm ve işittiklerimden dolayı okuldan memnun ayrıldım. İlgi ve alakasından, özellikle serbest kıyafet uygulamasından dolayı okul müdürünü tebrik ettim. Çünkü öğrenciler bu sıralarda, bu yaşta farklı giyinerek normal giyinmeyi öğrenmeliler. Ben buna denetimli serbestlik diyorum. Bu şekil giyimin aynı zamanda öğrenciye bir kişilik kazandıracağını  da düşünüyorum. 

İsteksiz geldiğim bu okuldan gördüklerimden ve öğrendiklerinden dolayı mutlu ayrıldım. Allah içtenlikle çalışan bu eğitim ordusuna yardım etsin, emeklerini yağlı etsin. Yetiştirdikleri öğrenciler kendileri için birer sadakayı cariye olsun.

Sözün özü, okul şehrin gürültüsünden uzak mükemmel bir yerde. Okulun etrafında öğrencinin takılabileceği bir bakkal bile gözüme ilişmedi. Meram'ın yeşil ve temiz havası okulun üzerinde kendisini gösteriyor. Buraya gelen öğrenci okumak isterse okur, almak isterse alır. Ahlaki olarak da bu okuldan ve çevreden güzel örnekler edinir. Okulun etrafına tam bakmadım, var mı yok mu bilmiyorum ama buraya güzel bir cami gider. Öğrenciler başka camilere dağılarak hutbe irat etmeye başlamışlar. Neden burada halka açık bir tatbikat camisi olmasın.

***02/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

24 Mayıs 2019 Cuma

Gerekçeli Karar Niçin Bir Kitap Olmasın? *


İstanbul seçimlerinin iptali ve yenilenmesiyle ilgili yayımlanan gerekçeli karar tamı tamına 250 sayfa. Ortaya konan gerekçeli karar orta büyüklükte bir kitap demektir. Bu kitabın oluşmasında yedi asıl ve dört yedek üyenin imzası var.

Gerekçeli karar hazırlanmadan önce ve yayımlandıktan sonra çok ses getirdi. Kararı kimi övdü, kimi yerdi. Övenler iptal kararını veren yedi üyenin gerekçelerini, karara karşı çıkanlar ise karşı oy veren dört üyenin gerekçelerini okudu. 

Ben YSK üyelerinin yerinde olsam övgü ve yergi dolu bu gerekçeyi ranta çevirirdim.  Çünkü bu gerekçeli karar üzerinden yapılan tartışmalar bugünden yarına biteceğe benzemiyor. Kim karar üzerinde konuşmak isterse bu gerekçeyi açıp okuyacak. Çıkar ağzındaki baklayı derseniz, ben olsam bu gerekçeyi kitap haline getirir, üzerine de yazarı olarak on bir üyenin ismini yazardım. Bir yayınevi ile anlaşır, kitabın basım ve dağıtımını yaptırırdım.  Kim alır bu kitabı derseniz? Kimler almaz ki! Bütün hukukçu ve hukukçu adayları alır. Her hukukçunun zaman zaman başvuracağı başucu bir kitap olur. Yok satar anlayacağınız. Paraya para demezler. Bunun için tek yapacakları sanal medya ve dijital ortamda yayımlanan gerekçeyi kaldırtmak olmalıdır. Bu karara bakmak isteyen tam metni internet ortamında bulamayınca mecburen bu kitabı satın alacaktır.  Hele bir de vurgulu bir şekilde kitabın reklamı yapılırsa gelsin paralar. Burada dikkat etmeleri gereken bir diğer husus daha var. Kitabın korsan baskısı piyasaya sürülebilir. Kitabın yazarları alacakları tedbirlerle bunu da çözebilirler. Çıkaracakları kitabın üzerine "Her hakkı mahfuzdur. Kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz" yazdırırlar, olur biter.

Kitaptan elde ettikleri para kendilerini çok mutlu edecektir. Emekli oldukları zaman ayrı veya aynı ekip olarak başka kitaplar da hazırlayabilirler. Böylece tecrübelerinden tüm hukukçular faydalanır, kendilerine bir meşgale bulurlar, bol bol para kazanırlar. Üstelik meşhur da olurlar. Sık sık bir bilen olarak TV ekranlarına misafir edilirler. Ekranda isimlerinin altına "hukukçu-yazar" yazılır. Gazetelerinde yazı yazmaları için gazete sahipleri tarafından kendilerine köşeler tahsis edilir. 

Gördünüz değil mi? Bir gerekçe nelere kadirmiş. Başlarına talih kuşu konmuş da haberleri yok. Bence zaman geçmiş değil, gerekçe hala sıcaklığını koruyor ve gündem oluşturmaya devam ediyor. Yeter ki fırsatı ganimete çevirmeyi bilsinler.

*27/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


AK Parti ve SP ***


Yaşadığımız hayat içinde öyle gariplikler barındırıyor. Belki de bundandır çoğu zaman birçok şeyi garipsiyoruz. Garip karşıladıklarımız çoğu vakit beklediğimiz veya umduğumuz gibi gitmeyince oluyor. Mesela düşünce olarak birbirinin aynısı veya birbirine yakın kişi veya grupların birbirleriyle daha kolay anlaşması umulur. Daha doğrusu beklenir. Çünkü diğerlerine göre ortak noktaları daha fazladır. Ama bu işler beklendiği gibi olmuyor. Nitekim iki kere ikinin çoğu zaman dört etmediği gibi…

Biraz açık yazıp işi siyasete getirelim. Mesela AK Parti ile Saadet Partisi aynı seçmen kitlesine hitap eden, ekseriyetle aynı kitleden oy alan iki siyasi partidir. Fikir ve düşünce bakımından aşağı yukarı aynı düşünce yapısına sahipler. Hemen hemen duyarlılıkları aynıdır. Bu iki parti bir parti çatısı altında güçlerini birleştirecekleri yerde farklı siyasi partilerle yollarına devam ediyorlar. Diyelim ki şartlar bunu gerektirdi, yolları ayrıldı. Farklı partilerde iken birçok konuda birbirleriyle dirsek temasına girmeleri, örtülü veya açık destek vermeleri makul olan iken veya kamuoyunda böyle bir beklenti var iken birbirlerine çelme takmaya çalışıyorlar. Zıt düşüncenin göstermediği karşıtlığı birbirlerine gösteriyorlar. Zaman zaman nezaketi de elden bırakıyorlar. İşi farklı zihniyetlerle iş tutmaya kadar götürüyorlar.

Kerhen bile bir araya gelemeyen bu iki partinin oy bakımından büyüğü "Ben büyüğüm, dükkanı kapat gel" havasında. Küçüğü ise "Bırak gelmeyi, senin rakiplerinde iş tutarım, yine gelmem" görüntüsü veriyor. Görüntüleri düşman kardeşler görüntüsü. Hani adama sormuşlar "Düşmanın var mı" diye. Adam yok demiş. "Kardeşin de mi yok" demişler ya işte bu iki parti kardeş. Ama düşman kardeşler. Dostu üzen, düşmanı güldüren kardeşlik bunlarınki. 

Bu iki partinin birbirine husumetine ve amansız mücadelesine örnek vermek için çok gerilere gitmeye gerek yok. Malumunuz İstanbul seçimleri yenilenecek. Başkanlık yarışı AK Parti ile CHP adayları arasında geçecek. 31 Mart'taki seçimlerde fazla bir varlık gösteremeyen bazı partiler CHP adayı lehine adaylıktan çekilirken Saadet Partisi, seçimi kazanma ihtimali olmamasına rağmen adayını AK Parti adayı lehine çekme yoluna gitmiyor. Kendileri kabul etmese de SP'nin bu yaptığı CHP adayına örtülü bir destektir. Kamuoyu kerhen bile olsa adayını çekmeyi bekliyor. Saadet bunu yapmazken AK Parti de burnundan kıl aldırmıyor ve zeytin dalı uzatma yoluna gitmiyor. Bir oyun bile önemli olduğu bu seçimde Kürt oyları kadar Saadet oyları da belirleyici olacaktır. Kendileri bilir ama SP, böyle yapmakla topuğuna sıkıyor ve gittikçe marjinalleşecek. 

Hasılı ben SP'nin yerinde olsam yenilenecek İstanbul seçimlerinde adayımı geri çeker, AK Parti'ye destek açıklaması yapardım. Destek açıklaması yapmasa bile en azından seçime girmeyerek seçmenimi serbest bırakırdım. Bu tavır iki kardeş parti arasındaki buzları eritecektir. Bu jest birbirlerine yaklaştıracaktır. Aksi, bir daha bir araya gelemeyecek şekilde yaraları derinleşecektir.

***13/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


23 Mayıs 2019 Perşembe

YSK'nın Gerekçeli Kararı Üzerine *


İstanbul seçimlerinin iptal ve yeniden yenilenmesiyle ilgili verilen kısa karar gerekçesinin ardından dört gözle beklenen gerekçeli karar nihayet yayımlandı. Tamı tamına 250 sayfa. Oku oku, bitmez. Hepsini okuyayım, neler var gerekçede diyen bir meraklı, hiç ara vermeden dakikada bir sayfa okusa dört saatten fazla bir zamanını ayırması gerekiyor. 

Kararın gerekçesi YSK tarafından açıklanır açıklanmaz kararın gerekçesini savunanlar ve bu karara ve gerekçesine karşı çıkanlar yayımlanan karar gerekçesini doğru dürüst okumadan gerekçe üzerine konuşmaya başladılar. Günlerdir beklenen ayrıntılı gerekçe tartışmayı bitirdi mi? Maalesef bitirmedi. İptal kararını savunanlar gerekçeye dört elle sarılan açıklamalar yapıyor. Kararı eleştirenler ise "Çalınan minareye kılıf hazırlanmış" diyor. Yani 6 Mayıs tarihinde taraflardan kim neredeyse aynı yerinde duruyor. Kimse ikna olmuş görünmüyor.

Burada niyetim gerekçeli kararı savunmak veya eleştirmek değil. Karar ikna edici olsa da olmasa da, kararı ve gerekçesini beğensek de beğenmesek de orta yerde seçimin yenilenmesiyle ilgili uymanız gereken bir mahkeme kararı var. Bu kararı savunmanın veya yermenin kimseye, taraflara ve ülkeye bir faydası yoktur. Bu mantaliteyle buradan kimseye bir ekmek çıkmaz. Çünkü kimse kimseyi ikna edemez. Maksat bağcıyı dövmek ise bunu taraflar çok güzel beceriyor. Bence bağcıyı fazlasıyla dövdük. Çok zaman kaybettik. Bu aşamadan sonra tarafların üzüm yemeyi düşünmesi ve bunun üzerine kafa yorması gerekiyor. Ağlamanın, sızlanmanın zamanı değil. İstanbul seçimleri yenilenecek. Şunun şurasında kısa bir zaman kaldı. İstanbul'u almak isteyen varsa -ki herkes çok istiyor- araziye çıkıp propagandasını yapmalı.  Adam adama markaj uygulamalı. Seçmenin gönlüne dokunmalı. Aslında bana göre yeniden araziye çıkmaya gerek bile yok. Çünkü adaylar zaten söyleyeceğini söyledi. Seçmen hepsini biliyor, kararını sandıkta verecek. Adaylar hiç propaganda yapmadan seçim gününü beklemeliler.  Ne kendilerini yorsunlar ne de seçmeni. 23 Haziran'da sandıktan çıkan sonuca herkes katlanmalı.

23 Haziran'da seçimi kazanabilir veya kaybedebiliriz. İstanbul'u kazanmak tüm dertlerimizi bitirmeyeceği gibi kaybetmek de dünyanın sonu değil. Taraflar bu ülkeye bir iyilik yapmak istiyorlarsa bu aşamadan sonra ortamı germemeliler, kızgın demiri söndürmeliler, centilmenliği elden bırakmamalılar. Çünkü bu ülke bundan sonra da seçim yapacak. Türkiye, İstanbul'dan ve iki tarafın isteklerinden ibaret değildir. Yine taraflar başta YSK olmak üzere kurumları tartışmayı bir tarafa bırakmalı. Bu YSK bize bundan sonraki seçimlerde de lazım. İçimize sinse de sinmese de bu karar bizi bağlar. Dediğimiz oldu veya olmadı diye sürekli YSK ile yatıp kalkmak bu kurumu yıpratır. Bence başta YSK olmak üzere kurumları yıpratmanın kimseye faydası olmadığı gibi ülkeye de faydası olmaz. Hem kurumlarımıza güvenelim hem de seçmene güvenelim. Hele seçmen yanlış üzerinde birleşmez.

* 25/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Alın Size Fetva! ***


Sofraya oturup iftarı beklerken lise üçüncü sınıfta okuyan oğlum, sınıf arkadaşlarıyla aralarında geçen diyalogdan bahsetti:  Baba, arkadaşım öyle bir fetva verdi ki hoşuma gitti dedi. Neymiş fetvası dedim. Bir arkadaş, sabah ezanı okunurken yiyip içmek orucu bozar mı veya orucu olur mu dedi. Bunu şu arkadaşa soralım. Çünkü ben onun verdiği fetvalara güveniyorum dedim. Gidip sorduk. Arkadaşı, “Sabah, hayye alessalah okununcaya kadar yiyip içen biri, akşam iftarını ancak hayye alessalah derken açabilir, orucu bu şekilde olur” demiş. İşin fetvasında değilim ama cevap cuk oturmuş ve bu cevap iftar soframıza renk kattı. Bizi gülümsetti. Bir zeka ürünü olan böyle hazırcevaplara hayranım ve şapka çıkartırım.


15-16 yaşındaki öğrencimiz fetva vermeye erken başlamış. Bakarsınız ileride iyi bir fetvacı olur. Çocuğun şakasına söylediği bu fetvaya kızmış değilim. Ancak her ramazan ayında pişirilip pişirilip önümüze konan bayat oruç soruları çoğumuzu bu şekil fetva vermeye itiyor. Maalesef bizi bu hale getiren de iftar ve sahur programları yapan veya bu programlara çıkan bir kısım hocalarımızdır. Yaptıkları programlarda böyle sorular almaya devam ettikleri müddetçe de halk arasında hatta lise ve ortaokul talebeleri arasında orucu bozan şeylerle ilgili sorular sorulmaya devam edecek. Soru sorulmasın mı? Sorulsun elbet. Ama sorular bizi özden uzaklaştırmaması lazım. İbadetlerde şekil önemli olmaya önemli. Çünkü şekil, özü korumaya mebnidir. Fakat şekli koruyacağız derken esası unutmamak gerek. Orucu bozan şeyleri konuşmaktan oruç tutmaya ve orucun manasına uygun yaşamaya pek vaktimiz kalmıyor. 

Hiç unutmam, Hayrettin Karaman’ı geçmişte sanırım TRT, bir iftar programına misafir etmişti. Sunucu, malum olduğu üzere orucu neler bozar sorusunu sordu. Hoca kısaca “Yeme, içme ve cinsel ilişki bozar” dedi. "Başka" dedi sunucu. Hayrettin Hoca, “Hepsi bu. Başka da yok" dedi. Garibim sunucu, tüm programını orucu bozan şeylere ayırmıştı. Sağdan soldan deşeleyerek orucu bozan şeylerle ilgili hocadan bilgi almak istedi ama Hoca, buna meydan vermedi, kestirip attı. Gerçekten tanımında da belirtildiği gibi “İmsak vaktinden iftar vaktine kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak” olarak tarif edilir oruç. Bunun ötesinde orucu bozan şeylerle ilgili konuşulanlar program doldurmaya, muhabbet etmeye yarıyor. Başka da bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Hızını alamayan öyle absürt sorular soruyor ki evlere şenlik. Biz orucu bozan şeylerle ilgili sorulan bu tür sorulara cevap vermeye devam ettikçe hem insanımızı malayani şeylerle meşgul etmeye devam ederiz hem de kolaylık dini İslam'ın yaşanmasını zorlaştırırız. Maalesef bu sorular sorula sorula orucu, şeklen korumaya çalışmaktan öte bir şey yapamıyoruz. Amaç program yapıp saat doldurmak, reyting almak ve gündem oluşturmak ise bu pekala yapılmakta. Başka konu bulamıyor ve dikkat çekemiyorsak ya programa çıkmayalım ya da TV ekranında susma orucu tutalım. Biz nasıl iftar öncesi sessizliğe bürünüyorsak bu tür hocalarımız da ekran karşısında susabilirler. Öyle ya oruç sadece yemeden, içmeden ve şehevi arzulardan uzak kalmaktan ibaret değil. Bunlara susmayı da ekleyelim. Bunu yapmazsak içimizi temizlemeyi hedefleyen bu ibadeti magazin boyutuna indirgemiş oluruz.

Bence hocalarımız geyik muhabbetinden öte bir faydası olmayan orucu bozan şeylerle uğraşmak yerine oruç tutmayanların niçin oruç tutmadıkları üzerine eğilseler çok daha iyi bir iş yapmış olurlar. Çünkü her geçen yıl oruç tutanların oranı azalmaktadır. Belki de oruç tutmayanların oranı tutanlara oranla daha fazla. Aleni oruç yiyenlerden bahsetmiyorum. Onlar zaten malum. Oruç tutanların yanında bir de oruç tutar görünen kesim var. Az bir yekûn oluşturmuyorlar bugün. 

Burada niyetim oruç tutmayanları yermek ve ayıplamak değil. İsteyen orucunu tutar, isteyen de tutmaz. Hele orucun önemine inanmayıp bu ibadeti yerine getirmeyenlere hiç sözüm olmaz. Benim derdim oruç ibadetinin önemini bildiği halde eften püften sebeplerle oruç tutamayan ama oruçlu görünen kişilerdir. TV ekranlarında ramazan boyunca arzı endam ederek imsak ve iftar programı yapan hocalarımız kıymetli vakitlerini oruç tutmayan veya tutamayan kişiler üzerine yoğunlaştırsalar daha iyi bir iş çıkarmış olurlar.

Yanlış mı düşünüyorum? Oruç tutmayanların arttığı günümüzde orucu bozan şeyleri gündeme almak mı daha evveliyat arz ediyor yoksa oruç yiyenler mi? Bence ikincisi.


***25/05/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


20 Mayıs 2019 Pazartesi

İstanbul Seçimleri Üzerine


1. Gerekçeli karar seçimden sonra açıklansın. Böylece ortaya daha güzel bir gerekçe ortaya çıkar. Hatta mümkünse gerekçe hiç açıklanmasın. Biz seçimi gerekçesiz de yaparız.
2. Seçim yapılmasın. Mevcut atanmış vali İstanbul'u yönetmeye devam etsin.
3. Atanmış olmaz denirse İstanbul Anadolu ve Avrupa yakası olarak ikiye bölünsün. Anadolu Yakasını Binali Yıldırım, Avrupa Yakasını Ekrem İmamoğlu yönetsin. İki yaka arasında sınır boylarında yönetimde sıkıntı ortaya çıkarsa 120 bin oy alan Saadet Partisinin adayı bu bölgede tampon görevi yürütsün. Böylece en fazla oy alan üç parti İstanbul'u beş yıl boyunca yönetmiş olur.
4. Yok bu işler seçimsiz olmaz, mutlaka seçim yapılacak. Herkes boyunun ölçüsünü alacak denirse İstanbul'da sandık kurulmasın. Bunun yerine İstanbul seçmeni oyunu noter huzurunda versin. Süre bitiminde noterin açıkladığı oy toplamına göre hangi aday kazanmışsa o adaya İstanbul teslim edilsin. 
5. Yok bu işler sandıksız olmaz denirse sandık sayımından sonra seçmenin evleri sandık kurulları marifetiyle tek tek ziyaret edilerek hangi adaya oy verdiği sorulup not edilsin.
6. Seçmenin evini tek tek gezmek zor olur, bu işler beklemeye gelmez denirse oy verme yerine kamera yerleştirilsin. Kamera seçmenin yüzünü çekmeden nereye oy verdiğini çekip kaydetsin. 
7. Bu işler uzun zaman alır denirse aceleniz ne? Daha önümüzde beş yıl var. İstanbul kaçacak değil ya.
8. Seçim önemli değil de sandık kurullarına güvenmiyorum denirse yurt dışından sandık kurulu oluşturulsun. 

İşte bunlar ve daha niceleri benim tartışma götürmez doğrularımdır. Denemesi bedava. Elinizden alan mı var?

19 Mayıs 2019 Pazar

Veresiye Defterlerini Satın Alanlara Ne Mutlu! ***


14 Mayıs 2019 tarihinde “Diş Kirası ve Borç Silme Geleneklerimiz Varmış Bir Zamanlar” başlıklı yazımda Osmanlı’da ramazan aylarında icra edilen iki güzel geleneğimize işaret etmiştim. Bunlardan biri, “Diş kirası” geleneği idi: İftar sofrasına katılan davetliler evlerine giderlerken ev sahipleri "Allah'ın lütfüyle soframıza konuk oldunuz, bizi bahtiyar ettiniz, sizi buraya kadar yorduk, yemeğimizi yerken dişlerinizi yordunuz, bu da bizden dişinizin kirası olsun, lütfen şu hediyeyi bizden kabul buyurunuz" anlamında misafirlerine çeşitli hediyeler verirlermiş. Diğeri de “Zimem defteri” yani “Borç silme geleneği: “Ramazan ayı gelince zenginler rastgele mahallelere dağılır; gördükleri bakkal veya manava girer, dükkân sahibinden veresiye defterini isterlermiş. Zengin, borç defterinin rastgele bir sayfasını açar, dükkân sahibine borcun toplamını hesaplattırır, borcu ödedikten sonra çeker gidermiş. İşte bu uygulamaya "borç silme" geleneği deniyor. Gördüğünüz gibi sağ elin verdiğini sol el görmeyecek misali, ne zengin borçluyu tanıyor ne de borçlu, borcunun kim tarafından ödendiğini biliyor. Zerre kadar riya yok, gösteriş yok bu uygulamada. Fakirin onurunun zedelenme durumu yok. Herhalde bu borç silme geleneğinin dünyada benzer örneği yoktur.” demiştim.

Bugün o değilden haberleri dinlerken kulağıma bir haber çaldı. Göğsümüzü kabartan şahane bir haberdi: Kırklareli Lüleburgaz’da bakkala olan 700 liralık borcunu ödemeye gelen bir işçi, borcunun olmadığını duyunca “Nasıl olur” diye önce şaşırır, ardından olayın iç yüzünü öğrenince gözyaşlarını tutamaz.  Çünkü kendisinin borcuyla birlikte 20 hanenin borcunun kayıtlı olduğu veresiye defteri 6 bin lira karşılığında biri tarafından satın alınmıştır. Haliyle orta yerde borç da kalmamış olur.

Bu haberin başka benzeri var mı diye sanal aleme bir göz attım. 2018 yılının Ramazanında Şırnak ili Silopi ilçesinde meydana gelmiş: MÜSİAD üyesi bir grup hayırsever, iki mahalleye giderek iki bakkal ve bir fırına borç yapan 200 kişinin 15 bin lira civarındaki borcunu kapatmış.

Göğsümüzü kabartan ve helal olsun dedirten bu iki örnek Osmanlı’da uygulanmakta olan borç silme geleneğinin devam ettiğini gösterdi bize. Birbirinin aynısı olan bu iki örneğin belki de tek farkı ilkinde hayırsever belli değil yani faili meçhul. ikincisinde ise bir dernek bünyesinde mesleğini icra eden bir grup iş adamı. Her iki örnekte de yapılan iyilik denize atılmış, “Balık bilmez ise Halık bilir” denmiştir. Burada takdiri hak eden bir üçüncü grup daha vardır ki borç yazma geleneğinin son demlerini yaşadığımız bu günlerde dar gelirlinin alışverişini deftere yazan esnaf. Borç yazan bakkal bir takdiri daha hak etti. Çünkü ödenen borçtan sonra müşterilerinden tekrar borçlarını alma yoluna gitmemiş. Yani kötüye kullanmamış. Allah borç yazandan, borcunu ödeyerek kötüye kullanmayandan ve borçlu insanların borcunu kapatan insanımızdan razı olsun, ne muratları varsa versin, tuttuklarını altın etsin. Özellikle borç silme geleneğini devam ettirmeye çalışan insanımızın sayısını çoğaltsın. Çünkü bunlar ne güzel ve bereketli bir ticaret yapmışlardır. İnşallah damlaya damlaya göl olur.



***21/05/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.