16 Mayıs 2019 Perşembe

Ara Tatilli Çalışma Takvimi ***


Milli Eğitim Bakanı 2019-2020 yılından itibaren nisan ve kasım aylarında birer haftalık ara tatilleri yürürlüğe koymaya hazırlanıyor. Bu takvime göre okullar eylül ayında bir hafta erken açılacak, bir hafta geç kapanacak. Bu demektir ki eğitim ve öğretimde kısalma ve tatili uzatma söz konusu değil. Bakanlığın aldığı bu ara tatil kararı yerinde bir karar. Öğrencilere moral ve motive vereceğini düşünüyorum.

Önümüzdeki yıl yürürlüğe girecek bu uygulamanın olumlu yönü kadar  aksayan yönü de mutlaka olacaktır. Öyle zannediyorum bu ara tatiller, çalışan bazı anne ve babaları memnun etmeyecek ve kara kara düşündürecektir. Niçin derseniz? Halihazırda ikili eğitim ve öğretim yapan okullarda çocuğu olan çalışan bazı ebeveynler çocuğunu okul dışında etüt merkezlerine gönderiyor. Diyebilirsiniz ki veli çocuğuna takviye aldırıyor. Takviyeden ziyade veliler çocuğunu koruyup gözetmesi için etüt merkezlerine yazdırıyor. Nereden mi biliyorum? Bazı velilerle görüştüğümde çocuğu çok erkenden etüt aldırmaya göndermenin yanlış olduğunu söylediğimde "Hocam! Ne yapayım? Karı koca çalışıyoruz. Çocuğu bırakacak yer yok. Çünkü yaşı çok küçük. Bu yaşında evde tek başına bırakamayız. Mecburen etüt merkezine yazdırdık" cevabı aldım. Ümit ediyorum -devam edecekse- bu ara tatillerde etüt merkezleri de tatile girmez.

Burada değineceğim bir diğer husus bu uygulamanın sadece ara tatil ile sınırlı kalmaması, içinin doldurulması. Bu uygulamaya paralel olarak sınavların ara tatil öncesi yapılıp öğrencinin yorucu bir sınav maratonundan sonra istirahata çekilmesi sağlanmalıdır. İlk dönemin ilk sınavları kasım tatilinden, ikincisi ise sömestr tatilinden önce yapılıp öğrencinin ara karnesi alması. İkinci dönem sınavlarının ilki nisan ara tatilinden, ikincisi yaz tatili öncesi yapılması. Hatta ara tatiller öncesi yapılacak sınavlar bir hafta ile sınırlandırılabilir. Bu sınav haftasında da ders işlenmez. Öğrenci sabah bir, öğleden sonra bir olmak üzere günlük iki sınava girer, çıkar. (Bu uygulamada önce ara tatil, ardından merkezi sınavlar  da yapılabilir) Yapılacak bu sınavlar Tüm Türkiye'de merkezi olarak yapılabilir. Bu uygulama ile eğitim ve öğretimde birlik sağlandığı gibi ölçme ve değerlendirmelerin de sağlıklı yapılması sağlanabilir. Ortaokul 6.7.ve 8.sınıflarda yapılacak merkezi sınavların ortalaması ile öğrenci LGS tercihi, lise 10.11.ve 12.sınıflarda yapılacak sınav ortalaması ile üniversite tercihi yapabilir. Böyle bir uygulama ile öğrenciler liseye geçişte ve üniversiteye girişte ayrıca sınav olmaz. Ortaokul ve lisede üçer yılın ortalamasının alınması, öğrencinin gerçek başarısını ortaya koyar. Yine bu uygulama ile okullardaki öğretmenler ayrıca sınav yapmamış olur. Bu uygulama ile üniversiteye gitmek için öğrenci tekrar tekrar sınava girmek durumunda kalmaz. Böylece üniversite kapısında yığılma olmaz. 

Önerdiğim bu uygulamanın aksayan yönleri olmaz mı? Her uygulamada olduğu gibi bu uygulamada da eksik yönler olabilir. Çünkü dünyada mükemmel bir sistem yoktur. Üzerinde düşünülürse eğitim ve öğretim adına büyük adımlar atılmış olabilir. Önerdiğim bu uygulamada aklımıza gelebilecek en büyük eksiklik, liselere geçişlerde ve üniversitelere girişlerde her dersten sorunun sorulmaması. Bu da aşılabilir. Merkezi sınavlarda daha önce olduğu gibi yine aynı derslerden sınavlar yapılabilir. Diğer derslerden puan kaldırılır. Bunun yerine branş öğretmenlerinin lokal yaptığı sınavlar başarılı-başarısız şeklinde değerlendirilebilir.

Umarım benim bu önerim hazır bu ara tatil uygulaması yürürlüğe girmeden bu konu daha kapsamlı ele alınır. İnanın bu uygulama hem Bakanlığı hem öğretmeni hem de veli ve öğrenciyi rahatlatacaktır. Çok adil bir sistem olacağını düşünüyorum. Öğrenci hem okul sınavına hem merkezi sınavlara ayrı ayrı hazırlanmamış olacak, okullarda yapılmakta olan sınavlar için kağıt kullanımının önüne geçilecektir. Öğrenci liseye geçişte ve üniversiteye girişte tek sınavla değerlendirilmemiş, üç yılın ortalaması ile yerleşmiş olacaktır. Bu sınav ortalamaları öğrencinin hem sınıf geçme hem diploma puanı hem de lise ve üniversiteye giriş puanı olacaktır. Bu sistem ile aynı zamanda öğretmen performans sistemini de beraberinde getirecektir.

Ne dersiniz yetkililer? Ara tatil uygulamasına daha vakit varken bu önerilerim üzerine kafa yorma konusunda ne düşünürsünüz?

*** 18/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Mayıs 2019 Salı

Bir Paranoya Durumunu mu Yaşıyoruz?


Paranoya TDK'ya göre "Abartılı gurur, kuşku, güvensizlik, bencillikle belli olan bir ruh hastalığı" imiş. Fransızca'dan dilimize geçmiş tıbbi bir terim. 

Kelimenin ifade ettiği anlamlara baktığımızda paranoyasız günümüz geçmiyor sanki. Haddinden fazla gurur çoğumuzda var, kuşku hakeza. Güvensizlik vücudumuzdan bir parça sanki! Adeta beş duyu organlarımızdan biri olmuş. Bencillikle birlikte ortaya çıkan bu hastalık, maalesef çoğumuzda teşhisi konmamış bir şekilde kendimizi normal görerek bizde yaşamaya devam ediyor. Toplumsal huzursuzluğumuzun temelinde belki de bu paranoya durumumuz yatıyor. Bu hastalığın tıpta tedavisi var mı bilmiyorum ama bildiğim toplum olarak paranoyak hali üzereyiz. Özellikle kuşku ve güvensizliğin zirvesini yaşıyoruz.

Paranoya durumumuzun emareleri  nelerdir derseniz; gördüğümüz, konuştuğumuz herkese şüphe ile bakıyoruz. Kolay kolay kimseye güvenmiyoruz. Gündemle ilgili geçer akçe ne ise onunla yatıp onunla kalkıyor, oluşturulan algıları gerçek kabul edip çıkarımlarda bulunuyoruz. Her taşın altında kafamızda oluşturduğumuz şeyi arıyoruz. Bunların kimi gerçek olmakla beraber çoğu zaman abartıyoruz gibi geliyor bana.

İsterseniz örneklerle bu tespitimi açıklamaya çalışayım. Malumunuz ülke 17-25 Aralık ile birlikte FETÖ belasıyla uğraşıyor. Herkes bu süreçte sinsi ve hain olan bu örgütün her şeyi yapabileceğini öğrendi. Belki de bundandır her suçta, her aksaklıkta bu işin arkasında FETÖ var diyoruz. İhaneti kim yaparsa yapsın, doğru dürüst araştırmadan "Bu iş FETÖ'nün işi diyoruz. Olayla yakından uzaktan alakası olmasa bile suçlu belli. Bunu yapsa yapsa FETÖ yapar diyoruz. Aslında bu durum bize yabancı değil. Bundan birkaç yıl önce de her kötülüğün arkasında Ergenekon buluyorduk. Biraz daha geriye gidersek 90'lı yıllarda öldürülen Atatürkçü-laik aydınların katilleri hep faili meçhul kaldı. Aydınımız öldürülür öldürülmez emniyet daha açıklama yapmadan gazetelerimiz, cinayetin arkasında bugün dindar-mütedeyyin denen kesimi işaret etti. Bu işin arkasında "gerici-yobaz" kesim var, dedi. Bir zamanlar cinayetlerin ardında el Kaide var dedik. Tıpkı işlenen her terör eyleminin arkasında PKK'yı gördüğümüz gibi.

Burada yukarıda saydığım örgütler çok masum anlamı çıkmasın. İşlenen cinayetlerin çoğunda adı geçen örgütler vardır ama her suçu bu örgütler işlememiş, bir üçüncü el cinayeti kendi işleyip bu örgütlerin üzerine yıkılmasını istemiş olabilir. Örgütler bir suçu işleyip suçu bir başkasına ihale edebilir. Niye etmesin? Suçu işliyor ama kendisi suçlanmıyor. Çünkü her devirde ortaya çıkmış ve tüm suçlar üzerine yıkılmış bir örgüt varken niye kendisi ortaya çıksın?

Örgütlerin bu taktiğini anlarım da bizim insanımızın bu algılar üzerinden, bir araştırma yapmadan suçu birilerinin üzerine yıkmaya çalışmasını anlamıyorum. Çünkü ne polisiz ne asker ne de istihbaratçıyız. Ben bu durumumuzu bir paranoya durumu olarak görüyorum. Hoş devletin de paranoya konusunda bizden geri kalır tarafı yok. O da her taşın altında gündemdeki güncel örgütü çıkarıp önümüze koyuyor. Artık biz mi devletten devlet mi bizden etkileniyor bilmiyorum. Bildiğim tek şey devletiyle milletiyle paranoya durumunu yaşıyoruz. Aslında bu yaptığımızla adı geçen örgütlere daha fazla güç atfederek onları gözümüzde büyütüyoruz. 


13 Mayıs 2019 Pazartesi

Dosta Karşı Görevlerimiz *


Dost, arkadaş, sevdiğimiz adına ne dersek diyelim bu kişilere karşı görevlerimiz vardır. 

Görevlerimizin başında dostun kederli ve mutlu anlarında yanında yer almak, üzüntü ve sevincini paylaşmak gelir. Ne zaman bir sıkıntısı olsa yettim arkadaşım deyip imdadına koşmak ve derdini dert bilip derdine ortak olmak lazım. Mutlu olduğu zamanlarda hakeza yanında yer alıp mutluluğuna ortak olmak gerekir. Çünkü üzüntüler paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça artar.

Dosta karşı görevlerimizden biri de işinde ve yaptıklarında dosta destek olmaktır. Çünkü dosta işinde destek olmak ona büyük moral verir, işinde onu motive eder. Bizim verdiğimiz enerji ile kendisinin enerjisi birleşerek bir sinerji oluşturur. Bu sinerji yeni başarılar getirir. Bu başarıda pay çorbada az veya çok tuzu olan herkese aittir. Tek kişiye mal edilemez. Bunun adı ben başardım değil, birlikte başardık olur. Kim kendine mal ederse ekip ruhuna önem vermemiş ve kendisini ön plana çıkarmış olur. Bu, birilerinin omzuna çıkarak yükselen ama bu yükselmeyi, omuz veren isimsiz kahramanlarda değil, kerameti kendinden menkul bilme psikolojisidir.

Bir diğer görevimiz dostun fikrini, zikrini, yaptıklarını ve yapmak istediklerini başka platformlarda savunmaktır. Gönüllü elçiliktir bu. Dosta menfaatsiz destek olmaktır. 

Bir başka görevimiz, dost hata ve yanlış yaptığında onu uyarmaktır. Bu görev, dosta karşı yapılan en önemli görevdir. Dostun hatasını görmemek veya görmezden gelmek dosta yapılan en büyük kötülüktür. Hatta ihanettir. Çünkü dost dediğin yüze konuşur, gerekirse acı konuşur. Böylesi durumlarda gerçek dost, dostuyla kıyasıya mücadele eder. Onu huyundan, suyundan ve gelmekte olan tehlikeden vazgeçirmeye çalışır. Dostu eleştiriye gelmese de bunu yapar. Çünkü gerçek dost böyle yerlerde belli olur.

İyi ve kötü gününde yanında yer aldığımız, destek olduğumuz dost, yalpa yapmaya başlayınca karşısına dikilip gerçeği haykırmaz isek dost mevzi kaybetmeye, patinaj yapmaya ve kendini tekrarlamaya başlar. Böylesi durumlarda hata yapan dostun başına gelebilecek en büyük tehlike hatasını görmemesi veya hatayı kendinde bilmemesidir. Dost böyle yerlerde kendini gösterir. Göstere göstere hatayı dostuna gösterecek. Gerekirse Hz Ömer'e sahabinin "Seni şu kılıcımla düzeltirim" dediği gibi babayiğitlik yapacak dostlar gerekli. Bunu yapacak kaç gerçek dost vardır bugün? Maalesef bir elin parmaklarını geçmez. Belki de bundandır nice dostlukların arasına kara kediler giriyor, nice sevdiklerimiz kaybediliyor.

* 22/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Güneş ve Ay ***

Güneş ve Ay, Allah'ın ayetlerindendir. (Fussilet 37) Her biri kendi yörüngesinde yüzüp gitmektedir. (Yasin 40) Yine Güneş ve Ay bir hesaba göre hareket etmektedir. (Rahman 5) Bizler zamanla ilgili hesap işlerimizi de Güneş ve Aya göre yapmaktayız. Ramazanın başlangıç ve bitişini ve dini bayramlara kavuşmayı yeni aya(hilal) göre yaparız. Bir oruç terimleri olan sahur, imsak ve iftarı güneşe göre yapmaktayız.

Hasılı Güneş ve Ay, Allah'ın kendilerine verdiği görevi bıkmadan usanmadan yerine getirmeye devam ediyor. Kıyamet kopana kadar da bu görevlerini ifa edecekler. O zaman sorun ne diyebilirsiniz. Aslında sorun yok. Sorun benim gibi sorun arayanlarda. Hele bir de şimdiki gibi gündüzü uzun ramazanlarda oruç tutuyorsanız güneşin batışını hem merak hem de dert edinirsiniz. Mübarek, ne zaman ramazan ayı gelse iki taraflı bizi kıskaca alır. Alır başını gider. Ne imsak ilk başladığımız anda durur ne de iftar yerinde sayar. Rahmet ayı ramazanda imsak, biraz tolerans tanıyıp güneşin doğuşuna doğru yaklaşacağı yerde gecenin karanlığına doğru kaçıyor, iftar da gündüzü kısaltacağı yerde gün batımını uzatıyor. Yani güneş, imsak ve iftar makasını daraltacağı yerde gör gününü dercesine makası iyice açıyor.

Ne diyorsun sen? Ne dediğinin farkında mısınız dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Ben oruç oruç ne yaptığımı biliyor muyum? Kızacak birisini arıyordum. Kime çatsam onlar da bana çatıyor. Göreviyle ilgili ve görevi dışında tartışmalara katılmayan bir Güneş'i buldum. Nasılsa ben hakkında yazıp çizerken bana kızıp bağırmıyor, kendinde misin demiyor. Böyle olunca kendimi tatmin etmeye çalışıyorum. Güneş'e olan bu serzenişim ne zaman ramazan gelse depreşiyor. Ne zamana kadar devam eder derseniz günler kısalır, geceler uzar, imsak güneşin doğuşuna doğru koşar, gün batımı da ikindiye doğru geriler, akşam birden olursa işte o zaman güneşe olan rezervimi kaldırırım.

Ben böyle diyorum fakat Güneş dile gelerek bana "Sen bana kızsan, gönül koysan da ben bana verilen görev ne ise onu yapıyorum, tercih hakkım yok. Sen en iyisi mi benimle uğraşmayı bırak, şu mübarek günleri iyi değerlendirmeye bak. Bugünler bir daha kolay kolay gelmez. Sen adam gibi oruç tutmak mı istiyorsun? O halde memurların pazartesi sendromu gibi haftanın ilk iş gününe giderken ölümüne işe gittikleri gibi oruç tutmayı bırak. Kendini oruca verirken aynı zamanda işine yoğunlaş. Sendeki bu psikoloji yok olmadığı müddetçe kışın oruç tutarken bile orucu dert edinirsin. Anladığım kadarıyla sen boşsun. Boş adamın kulağını şeytan doldurur. Sonra oruç tutuyorsan bu afra ve tafra neyin nesi? Bana mı oruç tutuyorsun, sevabın bana mı sanki" dedi. Valla haklı! Ne diyeceğimi şaşırdım. En iyisi gönül rahatlığıyla oruç tutmak. Allah kabul etsin!

***30/05/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



Kucaklayıcı Dil Olmazsa Olmazımız Olmalı


Kucaklayıcı dili bırakalı çok oldu. Herkese kızıp bağırıyor, ayar veriyor, had bildiriyoruz. Adam alınır, kırılırmış, bu insanların da onuru varmış diye bir düşüncemiz kalmadı. 

Bir iyi yönümüz var, belki de en adil yönümüz bu. Kızıp bağırma konusunda kimseye ayrım yapmadık. Kim bizden kopup gitmişse, kim bize küsmüşse, kim bize itaat etmemişse, kim bizi eleştirmişse daha doğrusu kim suyumuzu bulandırmışsa nasibini aldı. Bu adam döner dolaşır, yarın bize geri gelir ya da biz onlara muhtaç oluruz diye bir derdimiz hiç olmadı. Niye olsun ki sevenimiz çok nasılsa. Elimizi sallasak ellisi birden gelir. Bazısı çekip gitse ne kaybederiz ki? Sonra kimin, ne haddine bizi eleştirmek! Biz her şeyin en doğrusunu ve en iyisini yaparız. Biz daha önce kimsenin yapmadıklarını yaptık. Biz olmazsak memleketi bilmem ne götürür, millet açlıktan ölürdü. Kadir kıymet bilmeyenlerin kafasına vura vura anlatmak lazım yaptıklarımızı. Baktık anlamıyorlar mı? Gerekirse nankör ilan ederiz. Daha önce bizimle iş tutup çekip gitmiş mi? Böylelerini de hain ilan ederiz. Sonra bizim yanımızda olmaya milletin eli mahkum. Sanki bizim başka alternatifimiz mi var? Karşımızdakilerin hepsini toplasak bir biz etmiyorlar. 

Böyle düşündük ve düşündüğümüzü fiiliyata dönüştürdük. Hasılı sevenlerimizden çok karşımızda, sevmeyen ve nefret eden koca bir blok oluşturduk. Dün ellerimizle herkesi kucaklayan biz, herkesi yanımızdan kaçırmaya başladık. Bu gidişle fanatik az sayıda sevenimizin dışında yanımızda kimse kalmayacak. O sevenlerin de kırıp dökmede üstlerine yok maalesef. Sonuç ilk çıktığımız ana döneceğiz. Sen, ben, bizim oğlan kalacağız.

Durumumuz bu iken yapacağımız tek şey yeniden kucaklayıcı bir dil kullanarak yeniden gönül ve kalpleri kazanmak deyip üzerimizdeki ölü toprağını silkelemek gerekirken kızgın sirke küpüne zarar verir misali yine kırıp dökmeye devam ediyoruz. Üstelik herkese, her kesime korku dağları salıyoruz. Hala insanlara tepeden bakmaya devam ediyoruz. İblisin burnunu sürten kibrin her türlüsünü üzerimizde taşıyoruz.

Eğer aklımızı başımıza almazsak başladığımız noktayı mumla arayacağız. Çünkü başlangıçta yalnızdık ama bir itibarımız vardı. Bugün gücümüz var, itibarımız yok. Tekrar başa dönerken itibarı da geride bırakarak döneceğiz. 

Bugün bu durumdan kurtulmak daha da geriye gitmemek istiyorsak bunun reçetesi kucaklayıcı dildir, herkese zeytin dalı uzatmaktır, insanları olduğu gibi kabul etmektir, insanlara değer vermektir, dilimizi düzeltmektir. Biz şu konularda hata ettik, insan onurunu hiçe saydık, herkesten şüphelendik, herkese suçlu muamelesi yapıp sakıncalı piyade ilan ettik, tevazuun önüne kibri koyduk, ehliyet ve liyakati rafa kaldırdık, demektir. Böyle yaparsak erimeyi durdurup yeniden büyümek için elimize bir fırsat daha geçebilir. Yoksa elimize bir daha fırsat geçmeyecek şekilde durumumuz vahimdir: Yok oluştur.


12 Mayıs 2019 Pazar

Onlar Şimdi Asker!

Bundan 28 yıl önce aynı batında dünyaya geldiler. Aynı ev ve aynı ortamları soludular. Beraber oynayıp koştular. Dağın yamacından beraber yuvarlandılar. Birer hafta ara ile düşerek biri sağ, diğeri sol kaşını yaraladı. Yine bir hafta ara ile hastalanıp hastanede tedavi gördüler. Aynı günde sünnet oldular.

6 yaşına geldiklerinde okullu oldular. Anasınıf, ilkokul ve ortaokulu aynı okul, aynı sınıfta okudular. 

Lise ve üniversitede yolları ayrıldı. Ayrı liseleri okudular. Farklı üniversitenin aynı bölümlerini bitirdiler.

Göreve başlayıp aynı işi yapıyorlar. Düğün paralarını biriktirdiler. (Babalarına verecek değiller ya...)

Mürüvvetlerini görme zamanı gelince "Düğünümüz ayrı olsun" dedi biri. Öbürü tamam dedi. 40 gün arayla düğünleri yapıldı. 

Bu düğünü ayrı zamanda yapma âdeti de nereden çıktı? Halbuki ne de alışmıştık her şeylerini anca beraber kanca beraber yapmaya. Toptan olunca hem tatlı telaşe bir çırpıda halledilebiliyor hem de daha hesaplı oluyordu. Hesap ve maliyeti hele toptan olmayı yabana atmayın.  Küçüklüklerinde ağabeyleriyle birlikte  sünnetlerini yaptırmış, üçünün sünnetini tek yemek vermek suretiyle tek masraf ve tek telaşta halletmiştik. Hatta sünnetçi, sünneti eski parayla 2,5 milyona yaptığını söylemişti. Kendisine toptan olunca kaça yaparsın dediğimde 2 milyondan yaparım demişti. Böylece üçünü bir arada sünnet yaptırarak aynı zamanda 1,5 milyon tasarruf edebilmiştik. Hasılı babanın hesap ve kitap yaparak  iki düğünü bir arada yaparız hayali böylece suya düştü. Halbuki düğün pilâvından tasarruf etme idi babanın tüm düşüncesi. Neyse olan oldu artık. Senin hesap tutmamış demeyin. Evet tutmadı ama olan bana değil kendilerine oldu. Benim param cebimde kaldı. Pamuk ellerini ceplerine atarak düğün yemeklerinin parasını da kendileri verdiler. 

Farklı günde düğün yapma, birinin babaya açtığı ilk isyan bayrağıydı. Öbürü üniversite yıllarında kullanmıştı bu hakkını. Gençlik böyle bir şey olsa gerek. Ne ana dinler ne  de baba. Hele bir de işin içerisinde gönül olunca ferman dinler mi?

Hâlâ isyanları devam ediyor mu derseniz... Nerede? Evlilik sonrası daha bir uysal oldular. 

Şimdi ne mi yapıyorlar? Ayrı düğün yapmak suretiyle ayrılan yolları tekrar kesişti. Ne de olsa göbekleri beraber kesildi. Bu gece askere gidiyorlar. Onlar şimdi asker. Yine anca beraber kanca beraber askere gidiyorlar. Aynı gün gidip aynı gün gelecekler inşallah! 

Hayırlı tezkereler! Güle güle gidip güle güle gelin inşallah!

Hoşgörünün Son Demlerini mi Yaşıyoruz?

Orta birinci sınıf öğrencisi iken günlük gazete takip etmeye Milli gazete ile gözlerimi açtım. Köşe yazılarını bir nefeste okur, ufkum açılırdı. Çoğu zaman yayın yasağı konduğu için Milli Gazete bayilere gelmezdi. Bunun yerine gazete okuma ihtiyacımı Yeni Devir gazetesi ile gidermeye çalışırdım. Yeni Devir seviyemin üzerinde edebi bir gazeteydi. Yine de alır, okur, anlamaya çalışırdım. Sonraları Zaman gazetesi çıktı. Onu takip etmeye başladım. Bir müddet sonra Zaman gazetesinden de hevesimi aldım. 90’lı yıllardan sonra yayın hayatına başlayan Yeni Şafak gazetesini okumaya başladım. Kısa zamanda gazetenin gediklisi oldum. Zaman zaman abone de oldum.

Yeni Şafak, kartel medyasının karşısında benim gözüm kulağımdı. Fazla bir tirajı yoktu, sayfa sayısı fazla değildi ama tam bana hitap ediyordu. Köşe yazılarını bir çırpıda okurdum. Yayın politikasına aykırı yazılarından dolayı gazetesi ile ilişiği kesilen, gazetesinden kovulan her düşüncedeki yazarın yazısını rahatça yazabildiği bir gazete idi Yeni Şafak. Kimler yoktu ki köşe yazısı yazanlar arasında. Bugünden geriye bakıyorum kimler gelip geçmiş. Bir kısmına burada yer vermek istiyorum: İsmet Özel, Mustafa İslamoğlu, Kürşat Bumin, Koray Düzgören, Nazlı Ilıcak, Ahmet Taşgetiren, Fehmi Koru, Dücane Cündioğlu, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Hakan Albayrak, Hüseyin Hatemi, Atilla Yayla, Aydın Ünal gibi. Gördüğünüz gibi Yeni Şafak fikir, düşünce ve siyasi duruş bakımından farklı iklimlerden beslenen insanlara kucak açmış. Kimi gözlerini bu gazetede açmış kimi de gazetesi tarafından akredite edilince soluğu burada almış. Kendisine kucak açılan herkesin düşüncesini okurlarına aktarmasında bu gazete aracılık etmiş. “Fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman olduk” diyor gazete bu duruma.

Çıktığı andan itibaren uzun yıllar hoşgörünün en güzel örneklerini vererek kendi çizgisini değiştirmeden bir kesimin sesi olmuş fakat her kesimin insanına kucak açmış bu gazete bugün nerede? Gördüğüm kadarıyla köşe yazarları yönünden gazete, farklı sesleri bir arada barındırma ve “fırtınalı günlerde sığınılacak liman olma” özelliğinden uzak görünüyor bugün. Bırakın farklı sesi, kendisiyle aynı düşünce yapısına sahip yazar ve çizerler kendi hür düşüncesini yazamaz oldu artık. Hangi yazar gazetenin yayın politikası ile ayrışmaya başlayınca ilk önce yazarın yazısı yayımlanmıyor, ardından yazarla yollar ayrılıyor.

Gazeteciyi kapı dışarı etmenin en kolay ve kibar yolu, yazısını köşesinde yayımlamamaktır. Bu, “Bu düşünce yapın ile burada yazamazsın” demektir. Gazetenin yayın politikasına uymayan bir yazısından dolayı gazeteden ayrılanlar kervanına en son Kemal Öztürk katıldı. Üzüldüm doğrusu. Kemal Öztürk ve benzer niceleri düşünce olarak Yeni Şafak gazetesinin yayın politikasına uygun insanlar. Maalesef bazı konulara özellikle siyasi konulara biraz eleştirel yaklaşılınca genel düşüncene bakılmadan kapı dışarı ediliveriyorsun. Yetişmiş değerlerimizi bu şekilde harcamamak gerekirdi diye düşünüyorum.

Bugünden düne bakıyorum da dün, her sese kucağını açan, hoşgörünün en güzel örneklerini veren biz maalesef bugün bırakın farklı sesi, içimizde bizim gibi düşünen insanların bazı konularda farklı düşünmelerine bile tahammül edemez olmuşuz. Yazık gerçekten. Böyle olmamalıydık. Niçin bu noktaya geldik? Öyle zannediyorum, bir şeyleri iyi ve düzgün bir şekilde yapmıyoruz. Bu durumumuzdan kendimiz de memnun değiliz ama bunun yazı konusu edilmesine ve eleştirilmesine rıza göstermiyoruz. Yazımın başlığını “Hoşgörünün Son Demlerini mi Yaşıyoruz?” koymuştum. Sanırım çok iyimser bir başlık olmuş. Maalesef “hoşgörünün son demi” de kalmamış. Ne siyaseten ne fikir bazında farklı düşünceye tahammülümüz kalmış.