5 Mayıs 2019 Pazar
Ramazan Boyunca Ben Ramazan
"Böyle Göster Adaletini! *
Kocakarı ile Ömer
hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, bu hikâyeyi,
şairliğini konuşturarak güzel bir şekilde işler. Okumayanlara öneririm. Burada
kısaca bu hikâyeden bahsetmek istiyorum:
“Hz Ömer, herkesin
derin bir uykuya daldığı, mışıl mışıl uyuduğu soğuk bir gecede, şehri kolaçan
etmek için çıkar. Her evin önüne gelerek içeriden ses gelip gelmediğini dinler.
Bir müddet sonra gece karanlığında yanına gelen Hz Abbas ile beraber evleri tek
tek kontrol eder. Şehrin çıkışında bir çadıra gözleri ilişir. Çadırın dışında
biraz bekleyip ses seda var mı kontrol ederler. İçeriden ağlama seslerini duyan
Hz Ömer, içeriye girerek “Çocukların niçin ağladığını, ocakta ne olup
olmadığını sorar. Ocak başındaki yaşlı kadın “Çocukların açlıktan
ağladığını, ocakta bir şey olmadığını, yemek pişti pişecek diyerek çocukları
oyaladığını söyler. Anlatılanlardan kadının kimi kimsesi ve yiyecekleri hiçbir
şeylerin olmadığını, yetimlerle bir başına kaldığını öğrenen Ömer, “Bu durumu
halifeye niçin arz etmediğini” sorar. Kadın “Dilerim ki o Halife Ömer daha
dünyada iken bulsun ahirette de elim yakasından kopmasın" der. Edilen
beddua karşısında şok geçiren Hz Ömer, “Teyze, Ömer’e niye beddua ediyorsun? Bu
işte onun ne günahı var” deyince kadın: “Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri
gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O,
Müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra da onun
eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz? Müslümanların reisi olmayı
böyle kolay mı sanıyor?" deyince Ömer: “Doğru söylüyorsun; ama zavallı
Halife'nin işi bir iki değil ki. Kim bilir başını kaşıyacak kadar bile boş
zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez
ki…” der. Kadın “Mademki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine
koşmayacaktı, zamanında Halife olmayı, Müslümanların başına geçmeyi niçin kabul
etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!”
der.
Hz Ömer tek kelime
etmeden gecenin karanlığında hazineye gelir. Bir un çuvalını sırtına yüklenir,
yağ tenekesini de Abbas’a verir. Yolda giderken Ömer, Abbas’a: “Ya vakti ile
Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her
ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım. Dicle kenarında otlayan bir
koyunu kurt kapsa, ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın ve avuttuğu
yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev
çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla
kan aksa, o kan damlası coşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar.
Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü
göze göstermez, dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir”
şeklinde dertlenir.
Hızlı bir şekilde
çadıra geri gelir. Tencereye önce yağı, ardından unu dökerek yemek yapmaya
başlar. Bu arada sönmeye yüz tutmuş ateşi de üfleyerek yakar. Yemek piştikten
sonra yetim çocukları elleriyle doyurur. Tüm bunları seyreden kadın “Dilerim ki
yüce Allah tez elden seni Hz. Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya
Ömer'den çok sen yakışırsın” der. Çünkü kendisine yardım edenin Ömer olduğunu
bilmiyor. Halife ayrılırken “Yarın makama gelerek kendisine maaş bağlatacağını
söyler. Kadın gelir, kendisine ilk maaşı verilir. Kadın, halifenin Ömer
olduğunu anlar. Affettin mi Ömer’i, beddualarını geri alıyor musun deyince
kadın, hiç istifini bozmadan: "İşte böyle göster adaletini eline bakan
bütün Müslümanlara karşı" cevabını verir.“
Niyetim, kocakarı ile Ömer arasında cereyan eden hikâyeye kısaca değinip sadede gelmekti. Günümüzde amme adına iş yapan, bir cemaat ve tarikatın başında olan, ülkeyi yöneten veya ülkeyi yönetmeye aday olan kim olursa olsun, her birinin, başında olduğu kitleye karşı sorumlulukları vardır. Cemaat, tarikat, ana muhalefet, STK'ların kendi üye, bağlı ve sempatizanlarına karşı sınırlı sorumlulukları varken ülkeyi yönetenlerin sorumlulukları ise daha büyüktür. Hemen hemen her alanı kapsar.
Bir cemaat veya
tarikat mensubunun yaptığı olumsuz bir hareket eleştirilince birileri
"Efendim, Bu yapılanları efendi hazretleri onaylamaz. Haberi olsa müdahale
eder" der. Ülkede bir şeyler düzgün gitmez, halk bazı durumlardan hoşnut
olmaz veya iktidarı yöneten partinin teşkilatlarında bir sıkıntı olur ya da
devlet başkanının, birlikte çalıştığı ekibiyle ilgili tasvip edilmeyen yönler
var. Bu ve benzeri durumları eleştirirsen yine birileri "Efendim, liderin
bu durumlardan haberi yok, lidere iletilmiyor. Liderin etrafı çar çakal ve
menfaatçiler tarafından kuşatılmış durumda. Başkan bunları bilse müdahale eder"
der. Genelde duyduğumuz mazeretler bunlar. Bu mazeretler doğru da olabilir.
Gerçekten liderden saklanıyordur.
Olumsuzlukların
liderden saklanması, liderin sorumluluğunu kaldırıp lider masum olur mu? Bence
liderin sorumluluğu bitmediği gibi bu durum aynı zamanda zaaf göstergesidir.
Lider ya da devlet başkanı, ülkede ne olup bitiyor, insanların durumu ne, ne
tür sıkıntıları var, her konudan haberdar olmak ve bunları çözmekle yükümlüdür.
İşi çokmuş, hangi işe yetişecekmiş, derdini anlatmayana devlet başkanı ne yapacakmış
gibi şeylerin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira bu konuda hiçbir mazeret
kabul edilmez. Çünkü kocakarı ile Hz Ömer arasında geçen hikâye, devlet
başkanlığı yapanların kulağına küpe olmalıdır. Madem her şeyden haberi
olmayacak, çoğu şeye yetişemeyecekse kocakarının Ömer'e dediği gibi o zaman
niye devlet başkanı oldu? Devlet başkanlığının kolay olduğunu kim söyledi?
Ekibi kendisine birçok şeyi haber vermiyor, gizliyorsa o zaman o ekibi yanında
niçin tutuyor? Niçin güvenilir ve ehil bir ekiple yoluna devam etmiyor?
Bir lideri batıran kendisinden faydalanan çevresi olur.
Devlet başkanlığı,
başlı başına sorumluluk isteyen bir makamdır. Ömer'in dediği gibi "Kenarı
Dicle'de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de adli ilahi sorar Ömer'den onu". Düşünün
ki laftan ve sözden anlamayan, vahşi kurdun kaptığı koyun bile devlet
başkanından sorulacaksa, varın öbür tarafı siz düşünün. O zaman ülkeyi yöneten
devlet başkanının, bir şeylerden haberi olmama gibi bir lüksü olamaz. Her
şeyden haberi olacak, olaylara yerinde ve zamanında müdahale edip sorunlara
çözüm bulacak. Önce etrafına, sonra ülkeye hâkim olacak. Eli her yere uzanacak.
Yoksa bu dünyada gözden düşüp kaybeden olduğu gibi öbür dünyada da hesabı ağır
olur.
Golan Tepeleri ve Koltuk
Malumunuz Golan Tepeleri Suriye toprağıdır. Altı gün süren Arap-İsrail Savaşında İsrail tarafından 1967 yılında işgal edilmiş, 1981 yılında da yine İsrail bu toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. ABD başkanı 25 Mart 2019 günü "Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini resmen imzaladı. Yani bu topraklar senindir, dilediğin gibi kullan dedi. Dünya "Ama bu haksızlık, hak gasbıdır. Bu topraklar Suriye'nin toprağı" dese de durum aynen böyle. Ne ABD ne de şımarık çocuğu İsrail yükselen seslere kulak kabartmaz. İşgalci denmesinden de gocunmaz. Çünkü yaşam ve gelecekleri işgal üzerine kurulu. En fazla sesini çıkarması ve savaş ilanı sayması gereken toprağın esas sahibi Suriye'nin sesini çıkaracak takadi yok. Çünkü bir iç savaşla cebelleşiyor yıllardır. Bırakın Golan Tepelerini geriye kalan mevcut toprağını koruyabilse yeter. O zaman geriye İsrail'in 67'de işgal ettiği Golan Tepelerini tepe tepe kullanması kalıyor.
Anlayacağımız Golan Tepeleri Suriye'nindi. İsrail işgal etti. 67'den beri elinde tuttuğu bu toprakları üzerine vazife olmayan ABD, "Bu topraklar senin, haydi dilediğin gibi kullan" diyerek İsrail'e yeni bir lütuf bahşetti.
Şimdi gelelim koltuk meselesine. Malumunuz 2014 yılında çıkarılan bir kanunla Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde görev yapan milli eğitim müdürleri, milli eğitim müdür yardımcıları "Eğitim uzmanı" ünvanıyla görevlerinden el çektirildi. Yerlerine yenileri görevlendirildi. Ardından okullarda okul müdürü, müdür başyardımcı ve müdür yardımcısı olarak görev yapanlardan görevinde dört yılını dolduranların yöneticilik görevi yine kanun marifetiyle sona erdirildi. Gerekçe, okul yöneticilikleri öğretmenin adli görevi olmaması. Yeni atanan milli eğitim müdürleri ve beraberinde iki şube müdürü eliyle dört yılını dolduran okul yöneticileri geriye dönük objektiflikten uzak değerlendirmeye tabi tutuldu. Çoğu yönetici sınıfı geçemedi. Boşalan koltuklara mülakat yoluyla yeni yöneticiler seçildi ve okullara bir plan çerçevesinde görevlendirildi.
Binlerce okul yöneticisinin kellesini alan ve yenilere koltuk açan görevlendirme milli eğitim müdürleri, görevlerini kusursuz ve layıkıyla yapmalarının sonucunda görevlerine asaleten atanarak ödüllendirildiler. Yani koltukları sağlamlaştırıldı.
Dört yıl önce binlerce yöneticinin koltuğundan edilerek yerine mülakat yoluyla gelen yöneticiler de okullarda 4.yılını doldurdu. Hatta 5.yıla sarktılar. İşte bu yöneticiler şimdi okullarında ikinci dört yıl veya başka okullarda dört yıl daha görevlendirilmek üzere yeniden yöneticiliğe başvurdular. Çoğu okulunda kalacak görünüyor. Çünkü yerini tercih edenlere ilave dört puan veriliyor.
Şimdi gelelim sadede... Golan Tepelerinin İsrail'e verilmesiyle 2014 yılında okul yöneticilerinin yerinden edilerek boşalan koltuklara kritersiz yönetici seçilmesi arasında fark var mı? Sizi bilmem ama bana göre fark yok. Her ikisinde de hak ihlali var. Birinde İsrail'in olmayan toprağı ABD, İsrail'e veriyor. Öbüründe sınavla gelmiş ve hak etmiş, haklarında ihlal ve ihmalden soruşturma açılmamış kişilerin elinden koltukları alınarak sınava girmemiş başkalarına veriliyor. Bu iki olayın tek farkı İsrail savaşarak kanla almış, diğeri ise kanun marifetiyle kansız olmuş.
Çok insafsız bir benzetme olmuş, sapla samanı karıştırmışsın, okul yöneticilerini sömürgeci ve işgalci İsrail'e benzetmişsin diyebilirsiniz. Saygı duyarım. Fakat mesele bir hak ihlali, bir yere birilerine çelme takılarak gelinmiş, birilerinin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurulmuşsa bence arasında fark yok. Ayrıca hak ihlalinin büyüğü, küçüğü, kanlısı, kansızı olmaz. Her ikisinde de gücün yanlış kullanılması var. Biri gücüne güvenerek bu işi saldırarak yapmış, diğeri kanunun arkasına sığınarak yapmış. Her ikisinde de hakkın bitinden alınıp diğerine verilmesi var. Bu iki fiili durum yasal olabilir ama asla meşru olmaz, etik ve ahlaki değildir. Düpedüz bir hak gaspıdır.
Doğu Toplumlarında Eleştiri Kültürü
*İyi gitmeyen bir şey varsa kapalı kapılar ardında eleştirilir, hoşnutsuzluk dile getirilir. Ortama çıkınca herkes halinden ve ortamdan memnunmuş gibi bir görüntü sergiler.
*Her şeyi göze alıp içeriden biri eleştiri yapmaya kalkınca hain, eleştiri camianın dışından gelirse o kimse düşman ilan edilir.
*Eleştir yapmaya kalkan kişi fanatik taraftarların önüne atılır. Boğdurulur.
*Ülkenin veya camianın başına olumsuz bir şey gelirse bizden kaynaklanan bir hata var mı diye yüzleşilmez. Dış saldırı var denir. İhale dışarıya kesilir.
*Düşmansız veya rakipsiz yaşanmaz. Mutlaka bir düşman veya rakibimiz olur. Yoksa icat ederiz. Sevenlerimizi düşman veya rakiplere karşı doldururuz. Kendi yaptığımızdan ziyade rakipleri kötüler veya eleştiririz.
*Eleştiren, eleştirel yaklaşanlar veya yapıcı eleştiri yapanlar layık olsalar bile herhangi bir makam veya mevkiye getirilmez. İstenen muti ve uyumlu tiplerdir.
*Yeni ve farklı düşüncelere açık değildir. Eski köye yeni âdet getirilmez. Klasik ve yerleşik düzen dışına çıkılmaz. Yenilik ve gelenek çarpışması olursa gelenek daima baskın çıkar. Farklı görüş ve fikri savunanlar bir kaşık suda boğulur. Halkta karşılığı varsa konuşması engellenmeye çalışılır. En hafifinden sapık ilan edilir, ötekileştirilir.
*Rakibimizin veya başka söz söyleyenlerin sözünde doğruluk payı olabileceği düşünülmez. Tek doğru kendi savunduğumuz fikirdir. Başkasının görüşünün doğru olduğunu kabullenmek savunduğumuz fikir veya görüşten taviz vermek anlamına gelir. Kimse bizim görüşümüzü çürütemez.
*Fikir ve düşünce, halkın ve aydınların içerisinde kendiliğinden oluşmaz. Yukarıdan dayatılır. Yukarı bizim için en uygun olan görüşü bulur ve ilan eder. Bize düşen, dayatılan görüşün taraftarı olmaktır.
*Hiçbir şey suhuletle tartışılmaz. Yangına körükle gidilir. Çünkü fikirlerin tartışılmasından hakikatın ortaya çıkması istenmez.
*Eleştiri kültürü olmayınca gelişme olmaz., kayma değer üretilmez. Mevcut halimizden daha da geriye giderek yaşamaya devam ederiz.
*Bizi hayata bağlayan ve belki de yaşama sebebimiz Necip Fazıl'ın dediği gibi düşmanımızın hızıdır:
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..
İşte Şimdi Yandın Ramazan!
Ramazan ve İnfak ***
4 Mayıs 2019 Cumartesi
Ramazan Ayına Girerken Ben
Gördüğünüz gibi program yapmaya ve sunmaya bilgi ve birikimim var. Bunu en güzel şekilde yapacağıma öz güvenim tam. Artı yönlerim fazla. Tek dezavantajım ramazana ramak kalması. Televizyoncular şu ana kadar iftar ve sahur programlarını hazırlayıp sunacak kişileri belirlemişlerdir. Bir diğer handikabım bugüne kadar hiç televizyon tecrübem yok. Bunu da -cahil- cesaretimle yeneceğime inanıyorum.
Yapacağım TV programları için bir bedel alacak mıyım? Elbette! Almaz olur muyum. Her hizmetin bir bedeli olmalı değil mi? Ben orada saatlerce gırtlak patlatacağım. Ne kadar paraya çalışırım konusuna gelince pazarlık yapmam. Şu kadar paraya çalışırım demem. Birinci önceliğim hizmet olmakla beraber kanal sahibinin takdir edeceği para kabulümdür.
Bugüne kadar bana öyle bir teklif geldi mi? Gelmedi. Takdir edersiniz ki böyle bir göreve geç uyandım. Ha benim gibi ramazan programı yapmak için daha önceden plan yapmayıp geciken kanal varsa diyorum. Son ana kadar bekleyeceğim.