4 Mart 2019 Pazartesi

Kendini Anlatmanın Yolu, Rakibini Kötülemek Değildir ***


Adamın biri işsiz kalır, araya araya bir yerde iş bulur. Kendisinden arazideki çamuru temizlemesi istenir. Adam kısa zamanda çok miktardaki çamuru atar. Patron bu duruma çok sevinir. Çünkü işçinin ilk günkü temposundan memnun kalmıştır.

Patron, ikinci gün işçinin önüne soyması için bir çuval patates koyar. İşçi, akşama kadar çuvalın yarısını bile soyamaz. Patron bu duruma şaşırır ve sorar: "Be kardeşim! Dün akşama kadar birkaç kişinin ancak atabileceği çamuru tek başına atarak bir zoru başardın. Bugün sana daha kolay bir iş verdim. Oturduğun yerden bir çuval patatesi soyamadın, bu ne iş" der. İşçi: "Efendim! Ben daha önce siyasetçiydim. Çamur atmayı çok iyi bilirim. Ne de olsa mesleğim. Ama patatesi soymak bana zor geldi" der.

Malumunuz yine bir seçim arifesindeyiz. Parti liderleri ve adaylar seçim çalışması için sahadalar. İsterdim ki adaylar veya parti liderleri sahada kendilerini ve yapacaklarını anlatsın. Maalesef varsa yoksa rakip gördüklerini kötülüyorlar. Rakiplerini neredeyse yerin dibine geçirecekler. Fıkrada olduğu gibi durmadan birbirlerine çamur atıyorlar. Doğru mu bu yaptıkları? Bence doğru değil. Sahada veya ekranda rakibi kötüleyerek seçim propagandası yapmak hiç etik ve doğru değildir.

Propaganda sürecinde olması gereken, şehrin eksikliklerini tespit etmek, bunları hangi kaynakla, nasıl çözeceğini açıklamak olmalıdır. Tüm bunları yaparken rakiplerine karşı centilmenliği elden bırakmamalıdır, saygıda kusur etmemelidir. Tüm mücadele, şehrin sorunlarını diğer rakiplerimden daha iyi nasıl yapabilirim üzerine olmalıdır. Yapamayacağı vaadi dillendirmemelidir. Üç-beş oy için birbirlerinin yüzüne bakamayacak sözleri söylememelidir. 

Açıkçası siyasilerimizden temiz siyaset yapmalarını istiyorum. Eski siyaset tarzı bırakılsın artık. Siyasetin bir fazilet ve erdem yarışı olmasını canı gönülden arzu ediyorum. Kazanan, siyasi partilerden ziyade ülke olsun, şehirlerimiz olsun. Çünkü bugüne kadar şehirlerimizi hep bir belediye başkanı yönetti. Hiçbir şehir başkansız kalmadı. Hep kazanan bir başkan oldu. Başkanlar kazanırken şehirler kaybetti. Çünkü beton yığını binalar, kaçak yapılar, trafik keşmekeşliği, alt yapı sorunları aynen devam ediyor ve borçlu olmayan belediye yok gibidir. Maalesef belediyelerimizde şeffaflık eksik. Doğru dürüst denetim yok. Başkanların öncelikleri ile şehrin öncelikleri aynı değil. Her gelenin yaptığı, yeni gelene yüklü bir borç bırakmaktır.

Hasılı şehirlerin sorunu çok. Hepsi sorunlarını çözecek şehru'l eminini bekliyor. Başkan adaylarından ve parti liderlerinden beklediğim şehre katacakları kalitelerini konuşturmalarıdır. Rakipler kötülenerek şehir yönetilmez. 

*** 23/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Bir Tarım Politikamız Var mı? *


Lisede okurken yedi bölgemizin hangisinde hangi tarım ürünlerinin yetiştirildiğini öğrenirdik. Hocalarımız bize "Ülkemiz bir tarım ülkesi. Tarım ürünlerimiz kendimize yettiği gibi başka ülkelere de ihraç edebileceğimizi" söylerlerdi. Biz de teknoloji, enerji ve sanayide yeterli değiliz ama en azından tarım ve hayvancılığımız var, kendi kendimize yeteriz derdik. Halkın büyük bir kesimi de geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlardı.

Günümüz ve son yıllara geldiğimizde, bir zamanlar tarım ve hayvancılık ülkesi olan ülkemin yetiştirdiği tahılın ülkemize yetmediği, çoğu ürünümüzü dışarıdan ithal ettiğimiz görülmektedir. İthal ettiğimiz bu ürünler ülkede yetiştirilmiyor mu? Her biri bu ülkede ekilip dikiliyor. Burada "Madem bu ülkede ekim dikim var. Buna rağmen dışarıdan niçin ithal ediyoruz diyebiliriz. Dışarıdan gelen ürün, bizim burada yetiştirdiğimiz üründen daha ucuza geliyor. Yani bizim ürünümüz daha pahalı. Garip bir durum değil mi?

Devlet tarım ve hayvancılığı kalkındırmak için her yıl destek veriyor, teşvik açıklıyor, para dağıtıyor, uygun kredi veriyor, çiftçinin kredilerini yapılandırıyor. Doğal afetler dolayısıyla ürünü zarar gören üreticinin zararını karşılıyor, borcunu erteliyor. Sonuç, sıfır elde var sıfır. Biz yine birçok ürünü ithal etmeye devam ediyoruz ve çiftçi de öldüm-bittim diye ağlıyor. Gerçekten bir gariplik yok mu ortada?

Açıklamalara bakılırsa çiftçilik ve hayvancılık yapana devlet durmadan destek veriyor. Çiftçi ise gübre bu kadar oldu, ilaç şu kadar oldu, tohum bu kadar oldu, mazot uçtu gitti; girdi maliyetleri arttı. Tabir yerindeyse "Hakı b.kunu kurtarmıyor" diyor.

Eskiden çoğu kişi geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlarken şimdi kırsal kesimde fazla genç nüfus da kalmadı. Tarım işiyle uğraşan ya ihtiyarlar kaldı ya da belli başlı köklü aileler. Tarımla uğraşacak insanımız kalmadı desek yanlış olmaz. Dua edelim ki bu işleri yapan Suriyeli ve Afganlılar var. Onlar da olmasa ne hayvanları güdecek çobanımız var ne de tarlada çalışacak insanımız.

Tahılın, gıdanın ve etin her geçen yıl silah olarak kullanıldığı günleri yaşıyoruz. Belki de yaşadığımız bu günler iyi günlerimiz. Böyle giderse tarlalarımız ekilip dikilmezse hiç şaşırmam. Çünkü şimdiden ürettiğimizi pahalı yiyoruz. Gıdayı pahalı tükettikçe gıda fiyatlarındaki bu artış, ister istemez enflasyon canavarını azdırmaktadır. Artan gıda fiyatlarından çiftçinin cebine üç kuruş daha fazla girse gam yemeyeceğim. Maalesef bu zamlardan üreticinin cebine para girmiyor.

Tüm bunlardan anladığım hangi ürüne ne kadar ihtiyacımız var, ne kadar ekildi? Verilen teşvikler nereye gitti, yerinde kullanıldı mı? Doğru dürüst planlama ve denetimin yapıldığını düşünmüyorum. Maalesef tüm iyi niyetlere rağmen bu ülkede planlı, programlı bir tarım politikamız yok. Bu ülkenin her türlü ürün ihtiyacının büyük bir kısmı ithal yoldan karşılanacaksa merak ediyorum bu ülkede Tarım Bakanlığı, il ve ilçe tarım müdürlükleri, ziraat odaları niçin var, anlamış değilim. 

* 13/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sevdiklerimize Yaptığımız En Büyük Kötülük *

İslam dini orta yolu takip etmeyi emreden bir dindir. Allah bizden "ümmeten vesetan" olmamızı ister. Orta yolu tutan ümmet olmak demek, ifrat ve tefritin ortası olmaktır. Yani aşırılıklardan kaçınmaktır. Hayatın her alanında ne az ne de çok; ölçülü ve dengeli olmamızı, tam kıvamında hareket etmemizi ister.

Sevgi ve nefret de böyledir. Aşırısı gözü kör eder. İnsana gerçekleri görmesini engeller. Öyle bir şey ki ne sevdiğimizin yanlışını gösterir ne de nefret ettiğimizin doğru hareketini onaylatır. Burada nefreti anladık ama sevginin ne zararı var diyebiliriz. Sevginin aşırısı da aynı kapıya çıkar. Aşkın gözü kördür dedikleri de böyle bir şey olsa gerek. Kişi birine aşıksa onun hatalarıyla kolay kolay yüzleşmek istemez. Güven ve güvensizlik de hakeza. İnsanlara güvenmek, onlara açık çek vermek güzeldir ama tedbiri elden bırakmamak lazımdır. Bazen acaba diyebilmek gerekir. Güvenin zıddı olan kuşku ise güveni bitiren bir davranıştır. Çünkü sürekli şüphelenmek güveni kaybeder.

Sevgi ve nefretin, güven ve kuşku ile bir irtibatı var diye düşünüyorum. Çünkü aşırı sevgi güveni beraberinde getiriyor: Ben senin için çiğ tavuğu yerim, ben sana sonsuz güveniyorum, seninle Fizan’a bile giderim, sözlerinde olduğu gibi. Aynı şekilde nefret de güvensizliği beraberinde getiriyor. Kişi sevmediği insana karşı hep kuşkulu ve ön yargılıdır: Ben senin Allah bir dediğinden başkasına inanmıyorum, sözünde olduğu gibi.

Bizim toplumumuz sevgi ve nefret konusunda ifrat ve tefrit üzeredir. Bir kişiyi ya seveceğiz ya da nefret edeceğiz. Tarikat, cemaat ve siyasi parti liderleri sevgi ve nefretin kol gezdiği makamlardır. Bunları sevdik mi “adam gibi” severiz, nefret ettik mi kimse bize Nuh’un peygamber olduğunu kabul ettiremez. Çünkü bu inatçı yönümüz de var.

Sevmek güzeldir ama eğer bu sevdiği kıvamında bırakmazsak sevdiğimize en büyük kötülüğü yapmış oluruz. Siyasi parti liderleri buna en güzel örnektir. Gönül verdiğimiz partinin lideri her ne icraat yapıyor, her ne konuşuyorsa doğru mu, yanlış mı diye sorgulamadan alkışlamamız, ona tezahürat yapmamız liderin kendisini sorgulamasının önüne geçer. Liderin yaptığı her icraata içimize sinse de, sinmese de “vardır bir bildiği” gözüyle bakmak, o ne yapıyorsa en doğrusunu ve güzelini yapar demek o lidere yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu bağlılık, bu açık çek, lideri aşırı özgüven sahibi yapar. Lider “Alkışlandığıma göre demek ki doğru yoldayım” düşüncesine kendisini iyice kaptırır, daha fazla hatalar yapmaya başlar. İnsan olup da hata yapmamak mümkün mü? Hangi bir lider mükemmeldir ki? Bir iş yapan, kitleleri arkasından sürükleyen liderler de hata yapar. Ama yapılan hatalar alkışlarla, tezahüratlarla ve destek açıklamalarıyla maalesef örtülmektedir. Bu durumda olan bir liderin hata yaptığını kabul etmesi ve görmesi mümkün değildir.

Liderlere olan sevginin bitmemesi isteniyorsa liderlerin yaptığı hatalar kendilerine üslubunca söylenebilmelidir. En azından içimize sinmeyen bir icraat yaptıklarında yüz hattımızdan, hal ve hareketimizden “Bu yaptığından hoşnut kalmadık” imajı vermek gerekiyor. Hatayı söylemek onları sevmediğimiz anlamına gelmez. Hatası söylenen lider de kendisi ile yüzleşip hatalarını en aza indirgemeye çalışacak ve istişareye önem verecektir. Bu, o lidere yapabileceğimiz en büyük iyiliktir. Bu iyilik hem lidere fayda sağlayacak hem de ülkeye…


* 06/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Mart 2019 Pazar

Dışlayıcı Siyasetin Sonuçları ***

Ülkemizin siyasi aktörleri dışlayıcı siyasete çok başvururlar. Dışlayıcı siyasetle sandığa gitmeyecek seçmeni sandığa çekmek, kararsız seçmeni kazanmak, kendi seçmenindeki gevşekliği bertaraf etmek ve tabanını bilemek hedeflenmektedir. Kendi seçmenine veya kararsıza "Eğer bana oy vermezsen şu gelir" demek suretiyle seçmen veya tabanını korkutmaktadır. Bu yol ve yöntem bazı seçimlerde işe yarasa da geçici bir başarıdır. Bu sonuç günübirlik siyaset yapan siyasilerimizin hoşuna gitse de ülkenin geleceği açısından tehlikelidir.

Niçin derseniz? Dışlayıcı ve ötekileştirici siyaset toplumsal barışın temeline dinamit koymaktadır. Çünkü bu siyaset yıkıcı bir siyasettir. Toplumdaki birlik ve beraberliği yok etmektedir. 

Size her halükarda kazanmak mı yoksa birlik ve beraberlik mi daha iyi desem herhalde aklıselim herkes, önceliğimiz birlik ve beraberlik der. Böyle cevap veririz ama fiil ve söylemlerimiz hep kutuplaştırma üzerine kuruludur. Eğer bu ülkeyi seviyorsak bu ülkenin temeline dinamit koymak denen kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve dışlayıcı siyaseti bırakmamız lazım. Çünkü bu ülke böylesi siyasetten çok çekti. Bugün hala yaralarını saramadık.

Hatırlarsanız bu ülke 80 öncesi komünizm geliyor, yok faşizm geliyor diye kutuplaştırıldı, Alevi ve Sünni tartışmaları bu ülkeye pahalıya mal oldu. Ülkeyi birbirinden kurtarmaya çalışan yüzlerce genci öbür dünyaya gönderdik. Akan kanı durdurmak için sıtmaya razı edildik. 80 ihtilalı ile asker yönetime el koydu. İhtilal nice gençleri darağacında sallandırdı. Binlercesi mahkum oldu. 12 Eylül zihniyeti mahkumlara yaptığı eziyet ve işkenceyle  bugün bile hala başımızı ağrıtan PKK'yı doğurdu. Çünkü hapiste işkence gören soluğu dağda aldı. 

Bedeli kan, baskı, gözyaşı ve mağduriyet olsa da ülkede sulh hakim oldu derken 2000'lere doğru irtica paranoyası ile kendimize yeni bir düşman bulduk. Bir zihniyete karşı devlet erki, topyekûn savaş açtı. Devlet kurumları, siyasi partiler, asker, basın bu zihniyeti dışladı, tu kaka yaptı. Seçime giderken siyasi partiler "Seçimden sonra biz bu parti ile asla koalisyon kurmayacağız" açıklaması yaptı. Bu vebalı partinin iktidara yürüyüşü post modern darbe denilen 28 Şubat ile kesildi. Bu zihniyete sahip olanlara dünya dar edildi. Kimi kamudan atılırken kimi okullardan atıldı, kimi de verilen cezayı çekmek için soluğu cezaevinde aldı.

2000 sonrası Türk siyaseti, yeni olaylara gebe kaldı. 90'lardan itibaren dışlanan, taşradan merkeze yürümeye çalışan zihniyet ne kadar önü kesilmeye çalışılsa da iktidara geldi. İktidara gelmek önemliydi ama önemli olan muktedir olmaktı. Muktedir olmak için de çok uğraştı. Çünkü devlet erkinin gözünde bu parti, sosyal hayata müdahale edebilecek tehlikeli bir partiydi. Sonunda bu zihniyeti halk ardı arkasına iktidara getirerek irtica paranoyalarını boşa çıkarttı. 

80 öncesinden günümüze kısa bir gezinti yaptım. Hep gördüğüm dışlayıcı, ötekileştirici ve kutuplaştırıcı bir siyaset. Bu siyasetin bedeli bize pahalıya mal olmuştur. Benim bu süreçten çıkardığım, dışlanan zihniyetin bir süre sonra iktidara yürüdüğüdür, iktidara gelemese de en azından bir taban bulmaktadır. Yine gördüğüm kim dışlanmışsa dışlana dışlana dışlamayı öğrenmektedir.

Dikkat çekmek istediğim, ömrü ötekileştirilmekle geçen bugünkü iktidar, bilerek veya bilmeyerek belli bir kesimi dışlamaktadır. Yani kendisine ve zihniyetine yapılanı bugün kendisi başkasına yapmaktadır. Bu, yanlış bir politikadır. Çünkü bu millet, görüş ve zihniyetini sevmese de kendi insanının/çocuğunun dışlanmasına sıcak bakmaz. Hemen etrafında kenetlenir. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum. Bir aile düşünün, çocuğundan muzdariptir. Onu sürekli eleştirir. Ama ne zaman ki bu çocuğunu bir başkası eleştirmeye kalkarsa aile hemen kenetlenir, başkasına karşı çocuğunu savunmaya kalkar. 

Aman dikkat! 

*** 21/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

2 Mart 2019 Cumartesi

Bu Seçim, Farklı Sonuçlara Gebe Olacak Gibi ***


Her seçimi bu seçim farklı, çok önemli deriz. Aslında her seçim önemlidir. 31 Mart seçimleri de bir mahalli seçim olmasına rağmen partilerin İttifaklar kurmak suretiyle seçimlere hazırlandığı dikkate alınırsa bu seçim de önemli. Ben de bu seçimleri önemli görenlerdenim. Çünkü sonuçları farklı olacak.

Sonuçları farklı olacak derken şu parti kazanacak, bu parti kaybedecek demek istemiyorum. Her seçimin olduğu gibi bu seçimin de kazananı ve kaybedeni olacak. Ben ilk defa bu seçimde seçmenin seçimleri çok önemsemediğini görüyorum. Hatta bu seçimde seçimlere katılımın belli bir oranda düşeceğini, yüzde 80'lerin altına gerileyeceğini, bu oranın son yıllarda seçimlere katılımın en düşük olduğu bir seçim olacağını düşünüyorum. Sandığa gidenler arasında iptal oylarında da bir artış olacağını seziyorum. Seçmenin sandığa gitmemesinde aşağıdaki nedenleri sayabilirim.
*Seçmen siyasete kızgın ve kırgındır.
*Seçmen siyasilere güvenmemektedir.
*Seçmen siyasetten ümidini yitirmiştir.
*Seçmen siyasette kısır bir çekişme olduğuna inanmaktadır.
*Seçmen siyasilerin kavgasının bir horoz dövüşü ve yapılanın bir kayıkçı kavgası olduğunu düşünmektedir.
* Seçmenin istediği veya sevdiği adaylar aday yapılmamıştır.
*Ağırlığını her geçen gün hissettiren ekonomik kriz, vatandaşın ağzının tadını kaçırmıştır. Hükümete kızgın ama muhalefete de güvenmiyor. Geleceğe karamsar bakıyor, yani ümitvar değil.
*Seçmen siyasilerin birbirine davranışını ve üslubunu onaylamamaktadır.
*Siyasette bir daralma vardır.
*Siyaset kendisini yenileyemiyor, sürekli kendisini tekrarlıyor.
*Seçmen partilerin içinin kaynadığını düşünüyor.
*Seçmen kutuplaştırıcı siyaseti benimsememektedir.
*Siyasi partiler seçmeni ikna edebilmiş değil. Seçime ramak kala hala kararsız seçmenin fazlalığı da bunun göstergesidir.

Seçmenin sandığa gitmemesinde başka nedenler de vardır. Seçimler sona erdikten sonra yorumcuların ve siyasi analiz yapanların üzerinde duracağı en önemli hususlardan biri de seçime katılım olacaktır. Seçmen niçin sandığa gitmemiştir üzerine bol bol analizler dinleyeceğiz. Siyasiler de seçmenin sandığa niçin gitmediğini sorgulayacaklar, mesajı aldık diyecekler. Ama seçmenin sandığa gitmemesinde kendilerinin payının büyük olduğunu sorgulamayacaklar. Çünkü bizde seçim sonu analizler yapılırken kendimizi bunun dışında tutarız. Çünkü kendimize suç bulmayız. Bu güne kadar her seçim sonrasında “Seçmenin mesajını aldık” derler ama gereğini yapmazlar. Zaten gereğini yapsalar, iyi bir öz eleştiri yapsalardı bugüne kadar siyaset kendini düzeltebilirdi. Bunun da kendilerine olduğu kadar ülkeye de çok büyük katkısı olacaktı.

***07/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Aferin Savcıya! ***


Diyarbakır Çermik'te bir halı saha maçı, Türkiye gündemine oturdu. Öğretmenlerden oluşan bir grubun maç saati 21.00-22.00; içlerinde cumhuriyet savcısının da olduğu diğer grubun maç saati ise 22.00-23.00 saatleri arasında imiş. Öğretmenler bir saatlik sürelerini değerlendirmek ve ter atmak için sahada yerlerini aldığı esnada sahaya bir başka grup daha girer. 14 kişilik saha, olur 28 kişi.

Sahaya sonradan giren grup, önceki grubu sahadan çıkarmak ister, dağdan gelen bağdakini kovar misali. Sıra sizindi, yok bizimdi tartışmasını kim kazanmış olabilir sizce? Tabi ki Savcı Bey kazanır. Hemen polisi arayarak şu top oynayanlara bir kimlik kontrolü yapmasını ister. Hayret ki öğretmenlerin hiçbirinin şortunda kimlikleri olmaz. Ekip otosuna bindirilerek emniyete götürülen öğretmenler, koşarak atacakları terin yerine emniyette ecel terleri döker. Sahayı boşalttıran savcı da ekibiyle beraber sahaya inerek savaşı kazanmış bir komutan edasıyla istediği saatte terini atar.

Gazetelerin üç beş satırla haber yaptığı bu olayı gördüğünüz gibi ben uzattım. Huyumdur maalesef. Hem uzatır hem de sulandırırım. Aslında konuyu uzatmaya gerek yok. Halı saha maçı yapan iki güzide grup da amacına ulaşmış. Çünkü amaç ter atmak değil miydi? Sonuçta sahada başlayan düello ile tüm taraflar terini atmıştır. Bu arada öğretmenlere bir çift sözüm olsun:

Be kardeşim! Siz kim, savcı kim? Madem savcı geldi, ha kenara çekilip bir saat daha bekleseydiniz olmaz mıydı? Devletin savcısı bekler mi? Hatta beklerken savcı beyin maçını da izleyip tezahürat yapsaydınız savcıya da moral olurdu. Üstelik cebinizde kimliğiniz yok. Bir insanın cebinde kimliği olmaz mı? Haydi yok diyelim. Buna rağmen bu saat biz oynayacağız diye niye dikleniyorsunuz? Hem suçlu, hem güçlüsünüz. Sonra siz kim oluyorsunuz? Kozunuzu paylaştığınız savcı, bir defa protokolde 4.sırada. Sizin protokolde yeriniz bile yok. Hoş olsa da kim takar Yalova Kaymakamını! Ayrıca bugün 24 Kasım değil. Diğer günlerde de aynı ilgiyi beklemeyin. 24 Kasım'da sizden övgüyle bahsediliyor diye şımarıp astarını istemeyin. Sıranızı bekleyin. Çünkü daha gününüze çok var. Biz sizi çocuklarımızla ilgileniyor diye taltif ederken bu defa baltayı taşa vurdunuz. Karşınızdaki devletin savcısı bir defa.  Devlet, beklemediği gibi savcısı da beklemez. Mevzubahis olan üst olunca burada haklılık aranmaz. Siz öğretmenlik okurken öğrenmediniz mi bunu? Ben bunu daha lisede okurken Allah rahmet eylesin Süleyman Uğur hocamdan öğrenmiştim. Bir konuda "Ama hocam bu, haksızlık" dediğimizde "Üst daima haklıdır, bilhassa haksız olduğunda" derdi. Diyelim ki savcının sırası 22.00'de başlıyordu ama daha öne çekmek istedi. Centilmenlik yapıp sıranızı verseydiniz kıyamet mi kopardı? Belki Sayın savcı, maçı öne alıp terini atacak, ardından duşunu alacak, ertesi günkü işine yoğunlaşacaktı. Bunu çok gördünüz savcıya.

Haydi anlamadınız savcı mecbur kaldı, olaya müdahale etti. Bu meseleyi basın ve kamuoyuna taşımaya ne gerek vardı? Maalesef bu had bilmediğiniz yüzünden savcı hakkında soruşturma başlatıldı. Olacak şey değil. Başta Adalet Bakanı olmak üzere savcı sahipsiz bırakıldı. Ne işe yaradı şimdi? Bir ilçede devleti temsil eden, devlet adına iş yapan birini küstürmek ve yalnız bırakmak demek, devleti sahipsiz bırakmak demektir. Çok gördünüz bir savcının masum bir isteğini. Bir defa ilçede kaç savcı vardır? Ya birdir ya da iki, üç kişi. Sizin gibi sayısı fazla değil ki! Haydi deyince hemen bulunabilen bir şey değil. Sonra devlet az mı uğraşıyor bir savcı yetiştirmek için? Halbuki siz öğretmenler öyle mi? Küçük bir ilçede bile ordu kadar varsınız. Ayrıca görev yapanların dışında görev bekleyen yüz binlerce öğretmen adayı var. Yine çokluğunuza bakarak bir savcıyı aleme mat etmeye kalkmanız doğru mu? Haydi bugün şansınız yaver gitti, savcıya karşı galip geldiniz. Unutmayın ki bu ülkede adalet herkese lazım. Yarın bir veli veya öğrenci yüzünden bu savcının eline düşmeyeceğinizin bir garantisi var mı? Sizin bu yaptığınız ham davranışa rağmen siz yatın, kalkın, savcıya dua edin. Çünkü savcı, elindeki tüm koz ve yetkileri kullanmamış. Pekala üzerinizde kimlik taşımadığınız için tutuklama talebinde bulunabilirdi. Ama bunu yapmamış. Yine maçınızı izler, tam siz oyuna kendinizi kaptırdığınız ve birbirinize “pas ver” diye bağırdığınızda çevreye verdiğiniz gürültüden dolayı hakkınızda iddianame bile hazırlayabilirdi.

Haydi hepsinden geçtim. Sizin top oynamak neyinize? Evinizde oturup ertesi günkü anlatacağınız derse hazırlanacağınıza ve adınızı eğitim ve öğretimle duyuracağınıza şu haber olduğunuz konuya bakın. Bu arada halı saha sahibinin parasını da vermemişsiniz. Adam mağdur olmuş. Lütfen gidin borcunuzu ödeyin. Neyse size söylenecek çok şey var öğretmenim! Eğer biraz utanma kaldıysa bu yaptığınızdan utanın. Sizi kınıyorum.

***05/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


1 Mart 2019 Cuma

28 Şubat ve Biz (2)


*Dün zulüm gördüğümüzü söylüyorduk. Ki doğrudur. Ama bugün biz başkalarını mağdur ediyoruz. Adalet ve güven duygusunu yok ettik. Bugün adaletle beraber toplum güven problemi yaşıyor. Başkasını mağdur ede ede doymuş olmalıyız ki hızımızı alamayarak bugün birbirimizi, kendimizden olanları da mağdur ediyoruz. Dünün mağduru bizler, bugünün mağruruyuz.
*Dün 28 Şubat sürecini eleştirebiliyor, eylemler yapabiliyorduk. Bugün bizi kimse eleştiremiyor. Yapıcı eleştiriye bile tahammülümüz yok. Kim buna cüret ederse hemen damgalıyoruz: Ya hain ya FETÖ'cü ya nankör ilan ediyoruz. Bize yapıcı eleştiri getirenler bile gazetelerde yazamıyor. 28 Şubat sürecinde "Bunlara haksızlık yapılıyor" diye bizi savunan yazar ve çizerler bile bugün hiçbir yerde yoklar.
*Dün zayıf idik, elimiz kolumuz bağlıydı. Bugün çok güçlüyüz, her şeye hakimiz. Çıkardığımız kanunlarla bir kesimi mağdur edebiliyoruz. Toptancı davranıyoruz. Bir kanunla bütün müdürleri alaşağı yapabiliyoruz.
*Dün bankamatik memurları var bu ülkede diye eleştiriyorduk. Bugün ürettiğimiz bankamatik memurlarının sayısı geçmişten fazla.
*Dün, bize vebalı muamelesi yapılıyor, dışlıyorlar diyorduk. Bugün biz dışlıyor ve küçümsüyoruz. Çünkü 17-25 ve 15 Temmuz dengemizi bozdu, kimseye güvenmiyoruz. Herkesten şüpheleniyoruz.
*Dün, ülkeyi ekonomik krize sürüklediler, bunlar bu ülkeyi yönetemiyor diyorduk. Bugün biz de ülkeyi bir ekonomik krize sürükledik, uzun süre iktidar olmamıza rağmen. Üstelik kimse bu ülkede ekonomik kriz var diyemiyor. Çünkü bize göre bir kriz yok.
*Dün bizi savunan, görüşlerimizi temsil etme imkanımız olan tek bir TV kanalımız vardı, bugün bütün kanallar bizim. Aleyhimize tek yayın yapamıyor, tespitte bile bulunamıyor. Yanlışımıza yanlış diyemiyor. Farklı görüşe yer yok. Her yerde biz varız. Tüm kanalları besliyoruz.
*Dün 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimden şikayetçi idik, bugün biz eğitimi 12 yıla çıkardık.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ki faydası da yok. Görünen o ki biz mağdur edile edile mağdur etmeyi öğrenmişiz. Hocalarımız da bizi mağdur edenler. Çünkü biz onları örnek almışız. Ayıpladıklarımızın hepsini bugün biz yapıyoruz. Ölümümüz yakın demek ki... Çünkü ayıpladığı başına gelmeden ölmezmiş bir insan. En kötüsü dün, bir ve beraber olduğumuz kendi insanımızı da kaybediyoruz. Kendi insanını kaybeden, kendi insanını küstüren bir başkasını memnun edebilir mi? İşin bir diğer yanı kimseye güven vermiyoruz. Kimse bize güven vermiyor. Zira bize güvenenlerin umutlarını hoyratça harcadık. Hoş, biz de kimseye güvenmiyoruz.

Koltuk iktidarı maalesef bize yaramadı. Çünkü biz bu imtihanı kaybettik, bakmayın hala iktidar olduğumuza. Bizim de diğerlerinden bir farkımız yokmuş. Maalesef tüm kazanımlarımıza rağmen biz kaybettik. Çünkü değerlerimizi yavaş yavaş kaybettik, kaybediyoruz. Samimiyetimizi de kaybettik. Maalesef biz ölmüşüz de ağlayanımız yok. Yine maalesef milletin gidebileceği, sığınabileceği bir başka liman yok. Çünkü millet alternatifsiz. Bize güvenmiyor, karşı tarafa hiç güvenmiyor.

Sahi 28 Şubat sürecinin mağdurları bizler, bugün bu sürecin neresindeyiz? Sanki rahatlık, güç, iktidar bizi şımarttı gibi. Allah bize basiret, feraset ve izan versin, kendimizle ve yaptıklarımızla yüzleşmeyi, yeniden milletin gözünde taht kurmayı nasip etsin. Bizi samimiyetten uzaklaştırmasın. Bu rahatlık dönemindeki gevşekliğimizi, rehavetimizi, şımarıklığımızı 28 Şubat sürenindeki samimiyetimize tebdil eylesin.