13 Ocak 2019 Pazar

Devlet O Koltuğu Sana Niçin Verdi?


Bazı makam sahipleri vardır, makamları ne kadar yüksek olursa olsun tevazuu elden bırakmaz. Kendisiyle görüşmek isteyen kim olursa randevu verdiği gibi görüştüğünde de ilgi ve alaka gösterir. Yapabileceği bir şey varsa yapar, yapamıyorsa bu konuda yapabileceğim bir şey yok, bu konu için falanla görüşebilirsiniz der, yolcu eder. Olması gereken de bu. Zira makamlar vatandaşa hizmet için vardır.

Bazı makam sahipleri vardır ki oturmasından, yürüyüşünden, bakışından kibir abidesi olduğunu anlamakta gecikmezsin. Seni gördüğü zaman görmezden gelir, randevu almaya kalksan kolay kolay randevu alamazsın. Çünkü vermez. Yaptığı tek şey protokol takınmak, üstüne şirin görünmektir. 

Merak ediyorum bu makamlar ne içindir? İstediğine randevu verip istemediğine randevu vermemek için mi? O makamlar keyfi uygulama yeri mi? Babasının çiftliği mi ya da özel işletmesi mi? Ne kaybeder vatandaşın randevusuna olumlu yanıt verdiğinde? İtibarı mı sarsılır? Sonra bu makamlar bunun için mi vardır? Buralar kimine açık, kimine kapalı yerler değil. Bu tür makam sahipleri kendisini ulaşılamaz kılmak suretiyle itibarlarının daha da yükseleceğine inanıyorsa aldanıyorlar. Çünkü hiçbir makam tek başına kişiye itibar kazandırmaz. Unutmasınlar ki makamlar geçicidir. Şayet iyi bir yer ise bugün sana güler, yarın da başkasına. Ki makama oturan ateşten gömleği giydiğini bilmeli. Çünkü makamlar sorumluluk yerleridir. Kişiler en büyük imtihanı burada verirler. Bugün oturduğu koltuk sayesinde kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanan bu tiplere bu koltuklar mezar olmuştur. Çünkü o koltuklar kefenleri olmuştur. Halk nezdinde sıfırlanmışlardır. Sıfırı tükettikçe koltuğa daha bir yapışırlar. Kolay kolay o koltuktan kalkamazlar. Bu aşamadan sonra aşağıya tekme sallarken tepeye kuyruk sallamaya devam ederler. Çünkü koltuğa tutunmaktan başka çareleri yoktur. Zira koltuktan inmeleri ölümleri demektir.

Makamların değiştirdiği bu kişilerin düştükleri bu vaziyete ben savrulma diyorum. Keşke böyle olmasalardı, keşke o koltuğun altında kalmasalardı. Değer miydi bir koltuk için insanlara tepeden bakmaya?  Değer miydi hizmet kapılarını insanların yüzüne kapatmaya? Kişiye koltuk itibar vermez. Ancak o koltuklara kişiler güç verirler, gücünü koltuktan almazlar. Değer miydi bir koltuk için ne oldum delisi olmaya?

12 Ocak 2019 Cumartesi

Müslümanlığı Müslümanlardan Koru! *

*Dün haram lokma yeme konusunda caiz mi derken bugün yediği üzümün bağını sormayan,
*Dün haksızlık var, ehliyet ve liyakat gözetilmiyor, emanet ehline verilmiyor derken bugün hak edip etmediğini sorgulamadan bir koltuğa geçen, geçtiği koltukta astlarına tekme, üstlerine kuyruksallayan ve emaneti ehline vermeyen,
*Ağzından ayet-hadisi, din-imanı, doğruluk ve dürüstlüğü düşürmediği halde bunu pratiğe dökmeyen,
*Yüce İslam'ı günümüz insanının anlayacağı şekilde anlatılmasına izin vermeyen, yeni bir şey söylemeye kalkanları tekfirle itham eden, inanç ve fikir hürriyetini kısıtlayan,
*Bir taraftan karıncayı incitmekten korkarken diğer taraftan gözünü kırpmadan adam öldüren,
*Kendi menfaat ve emelleri için İslam'ı istismar eden, etrafına ve çevresine güven vermeyen, yaşantısı ve davranışlarıyla insanları İslam ve Müslümanlardan soğutan,
*Bulunduğu makam veya koltukta ülkeye hizmet edeceği yerde ülkeyi kendine hizmet edecek şekilde dizayn eden, 
*Rüşvet alıp veren, torpil ve kayırma yapan,
*Kamu malını harcarken ve imkanlarından yararlanırken kamu malı, yetim malı demeyip har vurup harman savuran,
*Nazik ve kibar olmayan, nezaket kurallarına uymayan, çevresine iyi örnek olmayan, "Rabbenâ hep bana" diyen,
*Muhatabını dinlemeden, onu anlamaya çalışmadan niyet okuyuculuğu yapan ve hakkında hüküm veren, hatasını kabul etmeyen ve özeleştiri yapmayan, savunmacı ve saldırgan bir tutum izleyen,
*Bir insanı iyice tanımadığı halde koltuğunu sağlamlaştırmak için kelle avcılığı yapan, kul hakkı yiyen, bir başkası adına tetikçilik yapan, bu işi yaparken "Ben Allah'tan korkarım" diyemeyen,
*Bir koltuğa geçtikten veya şöhret olduktan sonra çıktığı yeri unutan, eski çevresine mesafe koyan, onları görmezden gelen ve onlara tepeden bakan,
*Biri haksızlığa uğradığı zaman sesini çıkarmayarak sürece sessiz destek veren, haksızlığa ses çıkarmayan ve dilsiz şeytan olan, mağdurun yanında yer almayan ve alamayan,
*İnandığı dine yeni inananlar kazandıracağı yerde kedi-köpek gibi birbirini yok etmeye çalışan, tüm mücadelesini bunun üzere yapan ve çevresine ışık vermeyen,
*Kişi ve bireyleri görüşlerinden dolayı kınayan, onlara mahalle baskısı uygulayan, Müslüman kardeşini bizden değil diyerek cemaat veya grubunu İslam'ın önüne geçiren...

Müslümanlardan Müslümanlığı koru ya Rabbi!

Not: Sözüm gerçek Müslümanlardan dışarı!

*22/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Seçmen ve Sandığa Gitme/Gitmeme ***

Çok partili hayata geçtiğimiz 1950 seçimlerinden itibaren seçimlere katılım oranına bakıldığı zaman Türkiye'de seçimlere katılımın yüksek olduğu görülecektir.

En yüksek üç katılım şu şekildedir:
1987: 93,3
1983: 92,3
1991: 89,3
Seçimlere katılımın en düşük olduğu üç seçim:
1969: 64,3
1973: 66,8
1977: 72,4
2002 seçimlerine katılım oranı olan 79,1'i saymazsak sonrasında yapılan seçimlere katılımın 83'ün altına inmediği görülecektir. 1 Kasım 2016 seçimlerine katılım ise 87,6 olarak gerçekleşmiştir. Seçime katılma oranlarının en yüksek olduğu dönemlere göz attığımızda 80 sonrası ve 90'ların başında yapılan seçimlere katılım yüksek olurken 69 ve 77 arasında yapılan seçimlerde ise katılım oranı daha düşüktür. Buradan 70'lerde siyasete ümit azalmış, 80-90 arası ise ümitler yeniden yeşermiş anlamını çıkarabiliriz.

Avrupa ülkelerindeki seçimlere katılım oranı ile karşılaştırdığımızda ülkemizde katılım çok yüksektir. Seçimlere katılımın en düşük olduğu oran bile Avrupa ülkelerindeki seçimlere katılımdan daha fazladır. Katılım oranının yüksek veya düşük kalmasının sebeplerini uzmanları daha iyi bilirler ama umutların tükenmesiyle birlikte seçimlere katılımın daha düşük kaldığını düşünüyorum. Avrupa’daki seçimlere katılımın düşük olmasını da hangisi gelirse gelsin vatandaşın haklarının değişmeyeceği kanaatinin hakim olmasıdır. Bizde katılımların yüksek olmasında her seçimde siyasilerin ortaya koyduğu gerilim siyasetinin ve kutuplaştırıcı dilin etkisi büyüktür. Yine bizde iktidar değişirse birçok şeyin değişeceği kanaati var. Seçimlere yüklenen korku veya ümit, vatandaşta kazanımlarının yok olacağı veya elde edileceği kanaatini hakim kılıyor. Seçmen iki arada bir derede kalıyor. Seçime gitmese bazı haklarının elinden gideceği veya kendi partisi kazandığı takdirde elde ettiği nimetlerin devam edeceği veya yeni kazanımlara kavuşacağı hakim. Bu yüzden bizde seçimlere katılım yüksektir. Katılımın yüksek olmasının bir diğer yönü beklentilerimizdir. Desteklediğimiz gelirse beklentilerin gerçekleşeceği ümidinin yaşanmasıdır. Çünkü bizde siyasete yüklenen anlam yüksektir, her işi siyasetin çözeceği inancı var. Daha doğrusu biz hep bir kurtarıcı bekliyoruz, tıpkı bazılarının Mehdi beklediği gibi. Zaten Doğu toplumu olarak elinde sihirli değneği olan biri gelsin ve bizi kurtarsın anlayışına sahibiz.

Seçimlere katılım bizde yüksek olsa da ortalama yüzde 15'lik bir seçmen seçimlere katılmamaktadır. Bu demektir ki her yüz kişiden 15 kişi sandığa gitmiyor. Her şeyin sandık kabul edildiği ülkemizde bu oran azımsanmamalıdır. Gerçekten bu seçmen niçin sandığa gitmiyor? Bu vatandaşların siyasetten bir beklentileri yok mu? Vatandaş farklı siyasi partileri birbirinin alternatifi olarak görmüyor mu? Hangisi gelirse gelsin, hiçbir şey değişmeyecek, hepsi nasılsa aynı" diye mi düşünüyor? Yoksa sandığa gitsem de nasılsa benim oyumla iktidar değişmeyecek, benim savunduğum gelmeyecek diye mi düşünüyor?

Siyasi partiler hangi seçim olursa olsun sandığa gitmeyen bu vatandaşları dert edinmeli. Bunun sebep ve nedenlerini irdelemeli. Çünkü bugün seçimlere katılmayan yüzde 15'lik bir kitlenin diğer seçimlerde artmayacağına veya sandıktan uzaklaşmayacağına dair bir garantimiz mi var? Sandığa gitmemenin alternatifsizlik, umutsuzluk, tepki gösterme gibi nedenleri olabilir.

*** 05/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Mobbing veya Tavşan *


12.01.2019 günü saat 15.00'de Birlik Vakfı Konya Şubesinin ev sahipliğinde katılımcıları Eğitim Bir Sen 2 No'lu Şube Başkanı Sayın Şenol Metin ile  Mobbing ile Mücadele Derneği Konya Şube Temsilcisi Sayın Adem Fidan olan "Kurumlarda Mobbing ve Mobbing ile Mücadele" konulu bir konferansa dinleyici olarak katıldım. 

Küçücük konferans salonuna dinleyici olarak katılanları sıkmayan kısa ve öz bir sunum oldu. Kendilerinden müstefit olduğum her iki konuşmacıya da teşekkür ediyorum. Latince bir kelime olan mobbing dilimizde son günlerde sık ifade edilmeye başlansa da "psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme, sıkıntı verme, yıldırma..."gibi anlamları olan bu kelimenin içeriği bize yabancı değil. Konuşmacılardan anladığım kadarıyla bir şeyin mobbing olabilmesi için baskının kamu veya özel sektörde çalışanlara uygulanması gerekiyormuş. Baskı genelde amirden gelmekle beraber bazen de alt çalışanların bir araya gelerek üstlerini yıldırmaya çalışma şeklinde de olabiliyormuş. Uygulamalarına bakınca mobbing farklı farklı yönlerde karşımıza çıkabiliyor. Burada amaç, çalışanı bezdirmek suretiyle istifaya zorlamaktır. Bu açıdan bakınca mobbinge psikolojik baskı da denebilir. Bir şeyin mobbing olarak kabul edilmesi için bu hareketin en az altı ay boyunca devam etmesi gerekiyormuş. İki konuşmacının da bol bol örneklerini verdikleri mobbing mağdurlarında ilk üç sırayı sağlık, MEB ve üniversite çalışanları alıyormuş. Ki bu beni şaşırtmadı. Mobbinge maruz kalanların oranına bakıldığında en fazla maruz kalanlar yüzde 54,80 ile üniversite mezunları başı çekiyor. Bunu yüzde 30 ile lise mezunları izliyor. 

Mobbing uygulayanların geçmişine bakılınca sorunun bulying yani akran zorbalığında olduğu belirtildi. Nasıl ki bazı kişilerin yaptıklarından dolayı çocukluğuna inilmesi gerekiyorsa mobbing uygulayanların da akran zorbalığına uğradığını, yani akranlarından baskı gördüğü ifade edildi. Verilen örnekler üzüntü vericiydi gerçekten: Üstlerin altlarına özel işlerini yaptırdıkları, değer vermedikleri, yurtdışına gitmelerine izin vermedikleri gibi. "Sistemin hakim kültürünün yönetemeyeceği herkes mobbinge maruz kalır" sözü yine konferansta aklımda kalan cümlelerden. Konferanstan mobbingle mücadeleye büyük önem verdiklerini, sessiz kalınmaması gerektiğini, mobbingi hisseden kimsenin günlük tutmasında fayda olduğunu, üstüne ve sendikaya durumu anlatması gerektiğini, baskıdan iş arkadaşlarını bilgilendirmesini, psikolojik destek almaları gerektiğini, dava açabileceklerini, baskıya boyun eğmemeleri gerektiğini anladım. 

Konferansın bitiminde mobbingle mücadeleye katkı sunmak için söz alan dinleyicilerden biri de Gazali'ye ait olduğunu söylediği bir cümleyi söyleyerek ortama katkıda bulundu: "Hak etmeden gelenler astlarına saldırır, üstlerine kuyruk sallarlar." Ne kadar doğru bir söz!

Elimi kaldırarak mobbingten ne anladığımı bir fıkra ile katkıda bulunmak istiyorum dedim. Hepinizin bildiği şu fıkrayı anlattım: Hayvanlar aleminde ormanın kralı aslan her gün içtima yapar. Her içtimada "Nerede senin kravatın" diyerek tavşanı döver. Bir gün aslanın yardımcıları "Efendim, hep aynı gerekçeyle tavşanı dövüyorsunuz, artık gerekçeyi değiştirseniz" derler. Aslan, tamam gerekçeyi değiştirelim. Yarın tavşanı sigara almaya gönderelim" der. "İyi de efendim, sigarayı alır gelirse nasıl döveceksiniz" der yardımcıları. Aslan, "Sigarayı filtreli alırsa niçin filtresiz almadın, der, döveriz. Şayet sigarayı filtresiz alırsa niçin filtreli almadın, der, yine döveriz. Ertesi günü tavşan içtimaya gelirken aslan para vererek git sigara al, gel, der. Aslanın yanına gelen tavşan parayı alıp giderken geri dönerek "Efendim sigaranız filtreli mi olacak yoksa filtresiz mi" der demez aslan "Gel lan buraya! Nerede lan senin kravatın" diyerek tavşanı tekrar döver, diğer günlerde olduğu gibi. Benim mobbingten anladığım bu fıkradaki tavşanın maruz kaldığı şiddet, sözlerim gülüşmelere neden oldu.

Kamu olsun, özel sektör olsun hiçbir çalışan işyerinde mobbinge maruz kalmasın, herkes insanca muamele görsün. Çünkü mobbingin olduğu yerde huzur olmaz, yapılan işte verim olmaz. 

* 14.01.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


11 Ocak 2019 Cuma

Keşke Her Gün Seçim Olsa!


Davet, ziyafet, izzet ve ikramları türlü türlü gören biri, bugün önemli bir gün mü ki bu ziyafetler yapılıyor diye sorunca ziyafet sahibi, bugün bayram cevabı verir. Bunun üzerine adam keşke her gün bayram olsa der. Bu hikayeyi bilmeyenimiz yoktur. Şimdi aklıma gelmesi seçimler dolayısıyladır.

Seçimle bayramın alakasını nasıl kurdun derseniz benim için bu alakayı kurmak zor olmadı. Hepimiz biliriz ki bu ülkede ne zaman seçimler  yaklaşsa bu ülkede iktidarda olan parti kesenin ağzını açar, vatandaşa verdikçe verir. Burada güdülen amaç vatandaşa vererek biraz oy devşirmek ve iktidarda kalmayı sağlamak. Bunun halk arasındaki ve siyasetteki adı, seçim ekonomisidir. Siyasi rakipler tarafından tasvip edilmeyen bu yolu bugüne kadar izlemeyen iktidar kalmadı. Hepsi aynı yolu izledi. Hatta bu seçim ekonomisini seçim rüşveti olarak eleştiren muhalefet de bir gün iktidara geldiğinde o da aynı yolu takip etti. Bunun tek istisnası bugünkü hükümetti. 2002 yılında iktidara geldiği andan itibaren kaç seçim, önceki hükümetlerin uyguladığı seçim ekonomisini uygulamadı. Uygulamadığı gibi buna karşı olduğunu da kaç defa deklare etti. Fakat 07 Haziran 2015 seçimlerinde en fazla oyu almasına rağmen tek başına hükümeti kuramadı. Hükümet kurulamayınca 01 Kasım 2015'de seçimlerin yenilenmesine karar verildi. İşte bu seçim öncesi hükümet kaç seçimdir karşı çıktığı seçim ekonomisine sarıldı. Bunu 24 Haziran seçimleri izledi. Şimdi de mahalli seçimler öncesi bir dizi teşvikler açıklandı: Kredi kartı borcu olanların borçlarının Ziraat Bankasından çekilecek kredi ile kapatılması, sosyal yardımdan faydalanan vatandaşların elektrik giderlerinin 80 lira kadarı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından karşılanacak olması gibi. 

Kaç seçimdir ara verilen seçim ekonomisinin 2015 seçimlerinden itibaren yeniden hortlatılması bu ülkenin siyaseti için iyi olmadı, ülke için de. Keşke bu kapı açılmasaydı. Ama maalesef açıldı. Çünkü bu kapı her seçimde yeniden açılır oldu. Bir daha ne zaman, kim kapatır, bilinmez. Seçim öncesi bir dizi teşvikler veren hükümet, bu yaptığının seçim ekonomisi olduğunu kabul etmiyor. Yapılanın seçim rüşveti olduğunu söyleyenlere de yok öyle bir şey diyerek tepki göstermektedir. Hükümet bunu kabul etmese de, böyle bir niyeti olmasa da maalesef halk arasında açıklanan teşviklerin seçim ekonomisi olduğu şeklinde bir algı var. Malum bu ülkede işler algılar üzere yürüyor.

2015 yılından itibaren uygulanmakta olan bu seçim ekonomilerini görünce aklıma nedense "Keşke her gün seçim olsa" geldi," tıpkı davetler dolayısıyla “Keşke her gün bayram olsa" dendiği gibi.



Muhtar mı Olsam Acaba? ***


Ne zaman, nerede bir koltuk boşalsa bundan iyisi can sağlığı! Sonra benden iyisini mi bulacaklar. Tam bana göre. Akşam-sabah bir kamuoyu oluşur. "Buraya mutlaka sen geleceksin. Çünkü buranın en layığı sensin derler" diyerek kendimi hazırlarım. İstediğim yer ilgi alanıma girsin veya girmesin. Kimsenin haberi olmadan gelin-güvey olurum. Bunun için yeter ki bir koltuk boşalsın. 

Göz kırpmadığım yer kalmadı desem abartmış olmam. Vekil, bakan ve yardımcısı, cumhurbaşkanı ve yardımcısı, belediye başkanı, teknik direktör, bürokrat, müdür vs hepsine hazırladım kendimi. Sonuç, hiçbir şey olamadım halihazırda. Nasip değilmiş demek ki der, bir koltuğun daha boşalmasını beklerim. Bundan da büyük zevk alıyorum. Umut dünyası ne de olsa. Belki de beni yaşatan içimde bitmez tükenmez bu umuttur. Her şey bitti mi? Asla! Ayrıca ben bitti demeden bitmez bu. Bu kör talihi bir gün yeneceğime olan inancım her geçen gün artarak devam etmektedir. 

Önümüzde belediye başkanlığı vardı. Aday olmadan yapacağım projelere kendimi hazırladım. Adaylık sürecinde şöyle bir göz kırptım. Partilerden tam bizim adayımız olacak adam diye bir teklif gelmedi. Teklif olmayınca haliyle ısrar da olmadı. Bu da üzmedi beni. Zira partiler beni kıskanıyor, çekemiyorlar dedim.

Sırada ne var diye düşünürken aklıma muhtarlık geldi. Neden olmasın dedim. Halihazırda muhtar adaylarının afişleri ortaya çıkmaya başladı. Süreci kaçırmadıysam acaba müracaat etsem mi diye bir düşünce aldı beni. Muhtarlık da fena değil aslında. Niye olmasın. Belki de talip olduğum görevlerin en kolayı. Mesaisi yok, neredesin diyen yok, şu işi ne yaptın diyen yok. Normal hayatına devam ediyor, mevcut işini yapıyorsun. Arayan sana cepten ulaşıyor. Zaten binde bir posta veya kargonun sahibini evinde bulamadığı evrakı getirip sana bırakıyorlar, sahipleri gelip senden alıyorlar. İstediğin yere girip çıkıyorsun. Ben falan mahallenin muhtarıyım dediğin zaman bütün kapılar açılıyor. Kaymakam, vali ve belediye başkanları nezdinde ayrı bir yerin oluyor. Onlara dileğin zaman bir isteğini veya mahallenin derdini iletebiliyorsun. Mahallende de bir itibarın olur, özellikle fakir fukara arasında. İçlerinden belirlediğin ihtiyaç sahiplerini sosyal yardımdan faydalandırır, onların hayır dualarını alırsın, tabi oylarını da. Tüm toplantı ve davetler sensiz olmaz, mutlaka seni de çağırırlar. Protokolde en önde olamasan da protokol protokoldür. Nimetleri sadece bununla sınırlı değil gördüğüm kadarıyla. Zaman zaman Cumhurbaşkanı Beştepe'de ağırlar seni. Başta İspanya olmak üzere yurt dışına çıkma imkanın oluyor, hatta umre bile nasip olur. Aylık maaşını alıp işine ve keyfine bakarsın. Zaten fazla bir sorumluluğun da yok. Yapacağın tek şey mahallende gördüğünü ilgili yerlere iletmek. Üstelik herkes sana muhtar veya muhtarım diyecek. Bir sonraki seçimde kolay kolay kaybetmezsin ama farz et ki kaybettin. Unvanın yine kaybolmayacak. Herkes sana yine muhtar diyecek. Başına eski ekliyorlarmış, önemli değil. Zira unvan unvandır.

Bu işler konuşmakla olmaz, davulun sesi uzaktan gür gelir, üstelik bu seçim maliyet ister, haydi çık meydana derseniz hamama girip terlemeye hazırım. Ama teklif bekliyorum. Halihazırda bir teklif yok. Önce teklif olacak, ardından ısrar. Değilse olmaz. Seçimde masraf problem değil. Mahallede herkesin görebileceği yere asacak şekilde 8-10 afiş bastırırım. Bir de oy pusulası hazırlatıp fotokopi yoluyla çoğaltırım. Bu da fazla bir şey tutmaz.

Gördüğünüz gibi muhtarlık aklıma yattı. Çoğu, muhtarlığa heveslendiğine göre var bu muhtarlıkta bir şeyler. Şimdi teklif bekliyorum. Şu mahalle, bu mahalle fark etmez. Amaç hizmet...

*** 15.01.2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


10 Ocak 2019 Perşembe

Harici Kafa veya İŞİD Kafa


İslam tarihinde başta Hz Ali olmak üzere Müslümanlara kök söktüren Haricilik denen bir kesim var. Arap bedevileri de denir bunlara. Hz Ali'nin safında iken Sıffın Savaşında cereyan eden Hakem olayında Hz Ali'ye "Hüküm Allah'ındır. Sen insanları hakem tayin etmekle yanlış yaptın, kafir oldun" diyerek gruptan ayrılan kişilere verilen isimdir.

Samimi görünümlü, dini yaşayan bu kimseler İslam'ı yüzeysel anlayan, anladığını doğru kabul eden, kendileri gibi düşünmeyenleri tekfirlikle suçlayan, kafir olarak değerlendirdiklerini öldürmeyi bile göze alan bu kişiler, Hz Ali'yi de şehit etmişlerdir. Olaylara ne kadar yüzeysel baktıklarını şu örnek daha iyi açıklar: “Hakem olayından sonra Hz Osman’a, Hz Ali’ye ve Muaviye’ye düşman kesilen bu kesimden bir grup, bir hurma ağacının altında beklerlerken karşıdan gelen karı-kocayı durdururlar: ‘Ali’yi mi, Osman’ı mı, Muaviye’yi mi tutuyorsun? Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz, çabuk söyleyin’ diye sorguya çekerler. Adam: ‘Efendim bunların her üçü de Müslüman, biz bunların kafir olduğunu kabul edemeyiz’ şeklinde açıklama yapmaya çalışınca ‘Siz de kafir oldunuz’ diyerek karı-kocayı öldürürler. Hatta hamile olan eşinin karnını dahi deşelerler. İki masum can, kanlar içerisinde yatarken bu dar kafalılar: “Gelin bu hurma bahçesinin sahibini bulalım, acıktığımızda habersiz yediğimiz bu hurmaların parasını verelim’ diyorlar. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/07/bu-kafay-nasl-bilirsiniz.html)  Daha sonraları değişik fırkalara ayrılan bu grup dağılıp gitmiştir. Kendileri dağıldı ama bugün olanlara bakınca bu grubun düşünce olarak aynen yaşadığını söyleyebiliriz. Bugün Hariciler adı altında yaşamasalar da karşımıza, el Kaide, Boko Haram, İŞİD vs olarak çıkmaktadır. Bugün adına DEAŞ, DAİŞ denen İŞİD'in Suriye ve Irak'ta neler yaptığını aklımıza getirirsek Haricilerin değişik adlar altında aynen yaşadığını görürüz.

Günümüzde kendisini Harici, İŞİD veya diğer örgütlerden kabul etmediği halde tıpkı Hariciler veya İŞİD gibi düşünen Müslümanların sayısı da eksik değildir. Kimsenin içini bilme imkanımız yok ama bu tipler görünürde samimi olmaya samimi. Ama kafa yapısı itibariyle dünün Haricisi diyebileceğimiz bu kişiler tam bir İŞİD kafasına sahip. Olaylara yüzeysel bakar, Aristo'nun klasik mantığını yürütür, olaylar arasında derinlemesine bir analiz yapamazlar. Söylediğin bir söz yüzünden seni hemen tekfir etmeye hazırlar. Kazara bir hata yaparsan seni hemen dışlarlar, kendi algılarını gerçek olarak görürler. Başka anlayışlara kapalıdırlar. Bunlar İŞİD veya Hariciler gibi bugün adam öldüremeseler de kelle almayı, kelle avcılığı yapmayı iyi becerirler. Hariciler gözü kapalı adam öldürürken bunu da İslam adına yaptıklarını söylerler. Günümüz Haricileri ise kolay kolay öldürmez ama kişiyi ölmekten beter eder, süründürür. İçimizde yaşayan günümüz Haricilerinin tek farkı önceki Hariciler genelde cahil kimselerden oluşurken günümüz Haricileri yeknesak değildir. Kimi bilim adamı, kimi kravatlı-takım elbiseli, kimi de doğru dürüst eğitim almamış; sonradan birkaç ayet öğrenmiş kişilerden oluşmakta. İçlerinde esnafı var, bürokratı var, cemaat lideri var.

İnsanlara acımayan, sloganla yaşayan, kaba ham softa görünümlü bu tipler yaptıklarıyla pek yüz ağartmasa da içimizde yaşamaya devam ediyorlar. Üstelik etkin ve güçlüler de. Karşına almaya ya da karşılarına çıkmaya gelmez. Zira bir kaşık suda boğarlar adamı.