11 Ocak 2019 Cuma

Keşke Her Gün Seçim Olsa!


Davet, ziyafet, izzet ve ikramları türlü türlü gören biri, bugün önemli bir gün mü ki bu ziyafetler yapılıyor diye sorunca ziyafet sahibi, bugün bayram cevabı verir. Bunun üzerine adam keşke her gün bayram olsa der. Bu hikayeyi bilmeyenimiz yoktur. Şimdi aklıma gelmesi seçimler dolayısıyladır.

Seçimle bayramın alakasını nasıl kurdun derseniz benim için bu alakayı kurmak zor olmadı. Hepimiz biliriz ki bu ülkede ne zaman seçimler  yaklaşsa bu ülkede iktidarda olan parti kesenin ağzını açar, vatandaşa verdikçe verir. Burada güdülen amaç vatandaşa vererek biraz oy devşirmek ve iktidarda kalmayı sağlamak. Bunun halk arasındaki ve siyasetteki adı, seçim ekonomisidir. Siyasi rakipler tarafından tasvip edilmeyen bu yolu bugüne kadar izlemeyen iktidar kalmadı. Hepsi aynı yolu izledi. Hatta bu seçim ekonomisini seçim rüşveti olarak eleştiren muhalefet de bir gün iktidara geldiğinde o da aynı yolu takip etti. Bunun tek istisnası bugünkü hükümetti. 2002 yılında iktidara geldiği andan itibaren kaç seçim, önceki hükümetlerin uyguladığı seçim ekonomisini uygulamadı. Uygulamadığı gibi buna karşı olduğunu da kaç defa deklare etti. Fakat 07 Haziran 2015 seçimlerinde en fazla oyu almasına rağmen tek başına hükümeti kuramadı. Hükümet kurulamayınca 01 Kasım 2015'de seçimlerin yenilenmesine karar verildi. İşte bu seçim öncesi hükümet kaç seçimdir karşı çıktığı seçim ekonomisine sarıldı. Bunu 24 Haziran seçimleri izledi. Şimdi de mahalli seçimler öncesi bir dizi teşvikler açıklandı: Kredi kartı borcu olanların borçlarının Ziraat Bankasından çekilecek kredi ile kapatılması, sosyal yardımdan faydalanan vatandaşların elektrik giderlerinin 80 lira kadarı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından karşılanacak olması gibi. 

Kaç seçimdir ara verilen seçim ekonomisinin 2015 seçimlerinden itibaren yeniden hortlatılması bu ülkenin siyaseti için iyi olmadı, ülke için de. Keşke bu kapı açılmasaydı. Ama maalesef açıldı. Çünkü bu kapı her seçimde yeniden açılır oldu. Bir daha ne zaman, kim kapatır, bilinmez. Seçim öncesi bir dizi teşvikler veren hükümet, bu yaptığının seçim ekonomisi olduğunu kabul etmiyor. Yapılanın seçim rüşveti olduğunu söyleyenlere de yok öyle bir şey diyerek tepki göstermektedir. Hükümet bunu kabul etmese de, böyle bir niyeti olmasa da maalesef halk arasında açıklanan teşviklerin seçim ekonomisi olduğu şeklinde bir algı var. Malum bu ülkede işler algılar üzere yürüyor.

2015 yılından itibaren uygulanmakta olan bu seçim ekonomilerini görünce aklıma nedense "Keşke her gün seçim olsa" geldi," tıpkı davetler dolayısıyla “Keşke her gün bayram olsa" dendiği gibi.



Muhtar mı Olsam Acaba? ***


Ne zaman, nerede bir koltuk boşalsa bundan iyisi can sağlığı! Sonra benden iyisini mi bulacaklar. Tam bana göre. Akşam-sabah bir kamuoyu oluşur. "Buraya mutlaka sen geleceksin. Çünkü buranın en layığı sensin derler" diyerek kendimi hazırlarım. İstediğim yer ilgi alanıma girsin veya girmesin. Kimsenin haberi olmadan gelin-güvey olurum. Bunun için yeter ki bir koltuk boşalsın. 

Göz kırpmadığım yer kalmadı desem abartmış olmam. Vekil, bakan ve yardımcısı, cumhurbaşkanı ve yardımcısı, belediye başkanı, teknik direktör, bürokrat, müdür vs hepsine hazırladım kendimi. Sonuç, hiçbir şey olamadım halihazırda. Nasip değilmiş demek ki der, bir koltuğun daha boşalmasını beklerim. Bundan da büyük zevk alıyorum. Umut dünyası ne de olsa. Belki de beni yaşatan içimde bitmez tükenmez bu umuttur. Her şey bitti mi? Asla! Ayrıca ben bitti demeden bitmez bu. Bu kör talihi bir gün yeneceğime olan inancım her geçen gün artarak devam etmektedir. 

Önümüzde belediye başkanlığı vardı. Aday olmadan yapacağım projelere kendimi hazırladım. Adaylık sürecinde şöyle bir göz kırptım. Partilerden tam bizim adayımız olacak adam diye bir teklif gelmedi. Teklif olmayınca haliyle ısrar da olmadı. Bu da üzmedi beni. Zira partiler beni kıskanıyor, çekemiyorlar dedim.

Sırada ne var diye düşünürken aklıma muhtarlık geldi. Neden olmasın dedim. Halihazırda muhtar adaylarının afişleri ortaya çıkmaya başladı. Süreci kaçırmadıysam acaba müracaat etsem mi diye bir düşünce aldı beni. Muhtarlık da fena değil aslında. Niye olmasın. Belki de talip olduğum görevlerin en kolayı. Mesaisi yok, neredesin diyen yok, şu işi ne yaptın diyen yok. Normal hayatına devam ediyor, mevcut işini yapıyorsun. Arayan sana cepten ulaşıyor. Zaten binde bir posta veya kargonun sahibini evinde bulamadığı evrakı getirip sana bırakıyorlar, sahipleri gelip senden alıyorlar. İstediğin yere girip çıkıyorsun. Ben falan mahallenin muhtarıyım dediğin zaman bütün kapılar açılıyor. Kaymakam, vali ve belediye başkanları nezdinde ayrı bir yerin oluyor. Onlara dileğin zaman bir isteğini veya mahallenin derdini iletebiliyorsun. Mahallende de bir itibarın olur, özellikle fakir fukara arasında. İçlerinden belirlediğin ihtiyaç sahiplerini sosyal yardımdan faydalandırır, onların hayır dualarını alırsın, tabi oylarını da. Tüm toplantı ve davetler sensiz olmaz, mutlaka seni de çağırırlar. Protokolde en önde olamasan da protokol protokoldür. Nimetleri sadece bununla sınırlı değil gördüğüm kadarıyla. Zaman zaman Cumhurbaşkanı Beştepe'de ağırlar seni. Başta İspanya olmak üzere yurt dışına çıkma imkanın oluyor, hatta umre bile nasip olur. Aylık maaşını alıp işine ve keyfine bakarsın. Zaten fazla bir sorumluluğun da yok. Yapacağın tek şey mahallende gördüğünü ilgili yerlere iletmek. Üstelik herkes sana muhtar veya muhtarım diyecek. Bir sonraki seçimde kolay kolay kaybetmezsin ama farz et ki kaybettin. Unvanın yine kaybolmayacak. Herkes sana yine muhtar diyecek. Başına eski ekliyorlarmış, önemli değil. Zira unvan unvandır.

Bu işler konuşmakla olmaz, davulun sesi uzaktan gür gelir, üstelik bu seçim maliyet ister, haydi çık meydana derseniz hamama girip terlemeye hazırım. Ama teklif bekliyorum. Halihazırda bir teklif yok. Önce teklif olacak, ardından ısrar. Değilse olmaz. Seçimde masraf problem değil. Mahallede herkesin görebileceği yere asacak şekilde 8-10 afiş bastırırım. Bir de oy pusulası hazırlatıp fotokopi yoluyla çoğaltırım. Bu da fazla bir şey tutmaz.

Gördüğünüz gibi muhtarlık aklıma yattı. Çoğu, muhtarlığa heveslendiğine göre var bu muhtarlıkta bir şeyler. Şimdi teklif bekliyorum. Şu mahalle, bu mahalle fark etmez. Amaç hizmet...

*** 15.01.2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


10 Ocak 2019 Perşembe

Harici Kafa veya İŞİD Kafa


İslam tarihinde başta Hz Ali olmak üzere Müslümanlara kök söktüren Haricilik denen bir kesim var. Arap bedevileri de denir bunlara. Hz Ali'nin safında iken Sıffın Savaşında cereyan eden Hakem olayında Hz Ali'ye "Hüküm Allah'ındır. Sen insanları hakem tayin etmekle yanlış yaptın, kafir oldun" diyerek gruptan ayrılan kişilere verilen isimdir.

Samimi görünümlü, dini yaşayan bu kimseler İslam'ı yüzeysel anlayan, anladığını doğru kabul eden, kendileri gibi düşünmeyenleri tekfirlikle suçlayan, kafir olarak değerlendirdiklerini öldürmeyi bile göze alan bu kişiler, Hz Ali'yi de şehit etmişlerdir. Olaylara ne kadar yüzeysel baktıklarını şu örnek daha iyi açıklar: “Hakem olayından sonra Hz Osman’a, Hz Ali’ye ve Muaviye’ye düşman kesilen bu kesimden bir grup, bir hurma ağacının altında beklerlerken karşıdan gelen karı-kocayı durdururlar: ‘Ali’yi mi, Osman’ı mı, Muaviye’yi mi tutuyorsun? Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz, çabuk söyleyin’ diye sorguya çekerler. Adam: ‘Efendim bunların her üçü de Müslüman, biz bunların kafir olduğunu kabul edemeyiz’ şeklinde açıklama yapmaya çalışınca ‘Siz de kafir oldunuz’ diyerek karı-kocayı öldürürler. Hatta hamile olan eşinin karnını dahi deşelerler. İki masum can, kanlar içerisinde yatarken bu dar kafalılar: “Gelin bu hurma bahçesinin sahibini bulalım, acıktığımızda habersiz yediğimiz bu hurmaların parasını verelim’ diyorlar. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/07/bu-kafay-nasl-bilirsiniz.html)  Daha sonraları değişik fırkalara ayrılan bu grup dağılıp gitmiştir. Kendileri dağıldı ama bugün olanlara bakınca bu grubun düşünce olarak aynen yaşadığını söyleyebiliriz. Bugün Hariciler adı altında yaşamasalar da karşımıza, el Kaide, Boko Haram, İŞİD vs olarak çıkmaktadır. Bugün adına DEAŞ, DAİŞ denen İŞİD'in Suriye ve Irak'ta neler yaptığını aklımıza getirirsek Haricilerin değişik adlar altında aynen yaşadığını görürüz.

Günümüzde kendisini Harici, İŞİD veya diğer örgütlerden kabul etmediği halde tıpkı Hariciler veya İŞİD gibi düşünen Müslümanların sayısı da eksik değildir. Kimsenin içini bilme imkanımız yok ama bu tipler görünürde samimi olmaya samimi. Ama kafa yapısı itibariyle dünün Haricisi diyebileceğimiz bu kişiler tam bir İŞİD kafasına sahip. Olaylara yüzeysel bakar, Aristo'nun klasik mantığını yürütür, olaylar arasında derinlemesine bir analiz yapamazlar. Söylediğin bir söz yüzünden seni hemen tekfir etmeye hazırlar. Kazara bir hata yaparsan seni hemen dışlarlar, kendi algılarını gerçek olarak görürler. Başka anlayışlara kapalıdırlar. Bunlar İŞİD veya Hariciler gibi bugün adam öldüremeseler de kelle almayı, kelle avcılığı yapmayı iyi becerirler. Hariciler gözü kapalı adam öldürürken bunu da İslam adına yaptıklarını söylerler. Günümüz Haricileri ise kolay kolay öldürmez ama kişiyi ölmekten beter eder, süründürür. İçimizde yaşayan günümüz Haricilerinin tek farkı önceki Hariciler genelde cahil kimselerden oluşurken günümüz Haricileri yeknesak değildir. Kimi bilim adamı, kimi kravatlı-takım elbiseli, kimi de doğru dürüst eğitim almamış; sonradan birkaç ayet öğrenmiş kişilerden oluşmakta. İçlerinde esnafı var, bürokratı var, cemaat lideri var.

İnsanlara acımayan, sloganla yaşayan, kaba ham softa görünümlü bu tipler yaptıklarıyla pek yüz ağartmasa da içimizde yaşamaya devam ediyorlar. Üstelik etkin ve güçlüler de. Karşına almaya ya da karşılarına çıkmaya gelmez. Zira bir kaşık suda boğarlar adamı.

İki İnsan Tipi, Seç-Beğen! (2)

Öğle vakti hem namazımı kılayım, hem de görüşebilirsem akademisyen hoca ile görüşeyim diye mezun olduğum okuluma gittim. Randevu da almamıştım ama ne de olsa evim, yerinde ve müsait ise görüşürüm dedim. 

 

Görüşmek istediğim kişinin odasını araya araya buldum. Kapıda üç kişinin ismi vardı. Demek ki üç kişi bir odayı paylaşıyor. Kapıyı çaldım, aradığım yoktu. İçeride bir kişi vardı. Falan hocam yok mu dedim. Elini iki tarafa açtı, masayı gösterdi yok anlamında. Kaçta gelir dedim. Ellerini yine iki tarafa açtı. Bugün gelir mi dedim. Yine ellerini açtı. Bu sefer ilave bir şey yaptı. Bu iyiliğini asla unutmayacağım: Bilmiyorum dedi. Allah razı olsun. En azından hem beni muhatap aldı, cevap verdi, hem de konuştu. Lal olmadığını öğrendim. Kendisinden bir şey daha öğrendim: Allah'ın iletişimde kullanın diye verdiği dilin ulu orta kullanılmayacağını. Sonra niye yorsun kendisini? Allah o dili boş yere kullan diye vermedi ya! Önemli olan yerinde ve zamanında, uygun kişiye kullanmak. O da böyle yaptı. Mesela bana hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim, dur oda arkadaşımı bir arayayım veya randevun var mıydı falan derse, akademisyen ve ilim adamlığının değerini de düşürmüş olurdu. Sonra ben kimim ki? Orası kapıcı dairesi mi? Koskoca Prof’ların odası. Verdiği desteğe teşekkür ederek kapıyı kapatırken bana bir iyilik daha yaptı: Kafasını salladı.

 

Dışarıda biraz oyalandım. Namaz vakti camiye gidip namazımı kıldım. Görüşmek istediğim kişiyi cebinden aradım, cevap yok. Sanırım yoğun dedim. Az daha bekledim. Dönüş olmayınca kendimi tanıtarak görüşebilir miyiz mesajı yazdım. Cevap alamayınca acaba arka kapıdan odasına geçmiş olabilir mi diye tekrar odasına çıktım. Yine aynı mübarek. Sanırım gelmedi dedim. Masayı gösterdi: “Kör müsün yok” dercesine.

 

Sonunda zannedersem bugün fakülteye uğramayacak deyip çarşıya geçtim. Ben çarşıdayken şu anda fakültedeyim mesajı geldi. Geliyorum mesajı gönderdim. Az önce gittiğim çarşıdan tekrar fakülteye geldim. Hızlıca odasına çıktım. Bu sefer odada üçüncü masanın akademisyeni vardı. Selam verdikten sonra hocamız yok mu dedim. Gitti dedi. Çaresiz geri döndüm. Yolda tekrar cebini aradım. Cevap yok. Akşam yaklaştı, görüşemeyeceğiz diye evime geldim. Odamdayım mesajı geldi.  Bu nasıl iş dedim kendi kendime. Aynı odayı paylaşanların birbirinden haberleri yok.

 

Evden hızlıca çıkıp birkaç defa bakıp geri döndüğüm odayı açtım. Şükür kavuşturana. Görüşmek için can attığım, aradığım bu sefer odasındaydı. Üstelik bu sefer iki akademisyen birden vardı odada. Biri aradığım, diğeri de ellerini iki yana açarak "Bak gördüğün gibi odada benden başka kimse yok" muamelesi yapan.

 

Selam vererek oturdum. Hoş geldin dediler. Çay içiyorlarmış bisküvinin yanında. Çay ya da başka ne içersin tekliflerine, çay olsun dedim. Çayımızı yudumlarken öğlenden beri ellerini iki yana açarak anlaştığım akademisyen hocamız sınav yapacakmış, eline sınav kağıtlarını alarak çıktı. Görüşmek istediğimle baş başa kaldım. Kendisiyle bir 45 dakika kadar konuştum. Pek meramımı anlatamadım. Zira ayrı tellerden çaldık birbirimize. Resmi ve soğuk bir görüşme oldu. Kendisine teşekkür ederek vedalaştım.

 

Size biri aynı günün sabahında, diğeri aynı günün öğleden sonrasında olmak üzere iki görüşme: Seçin, beğenin. Sabah ki fakültede sıcaklık, öğlenkinde soğukluk hissettim. Sabah ki okuluyla, akademisyeniyle yabancısı olduğum bir okul, öğlen ki içerisinde üç yıl okuduğum, okuluyla, akademisyeniyle tanıdığım bir okul.

 

Her iki görüşmem de benim istediğim gibi cereyan etmemesine rağmen sabahkinden mutlu, öğlenkinden mutsuz ayrıldım. Sabahkinde ilgi, alaka, insanlık ve sıcaklık görürken öğlenkinde tam zıddını gördüm. Üstelik yuvam dediğim okulum yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü düsturunu prensip edinmiş, dini tedrisat yapan bir yer, diğeri beşeri ilimleri tedris eden bir yer. Birinde tevazu, diğerinde kibir vardı. Birinde beni anlamaya çalışma ve dinleme varken diğerinde suçlama ve akıl verme vardı. Birinde değer verme varken diğerinde savunma vardı. Biri toprağı temsil ederken, diğeri ateşi temsil ediyordu adeta. Birinde kibir-saldırı ve savunma varken diğerinde tevazu-dinleme ve anlamaya çalışma vardı. Birinde aynı odayı paylaşmayanların birbirinden haberdar olmaları varken diğerinde aynı odayı paylaşanların birbirinden kopuk olmaları vardı.

 

 

İki İnsan Tipi, Seç-Beğen! (1)

Bugün bir üniversitenin iki fakültesine misafir gittim. İki farklı muameleyle karşılaştım. Birinde ilgi, alaka, iletişim, güler yüz, sıcaklık; diğerinde ilgisizlik, iletişimsizlik, asık surat, soğukluk gördüm. Birinciden içim içime sığmayacak şekilde mutlu ayrılırken diğerinden üzüntüyle ayrıldım. Dünya hayatı böyle olsa gerek. Allah bir sevindirir, bir üzer. Bu şekilde denge sağlanmış oluyor. Herkes bana ilgi gösterse kerameti kendimden bilip adamların başına çıkabilirdim. Herkes ilgisiz kalsa hayata küserdim. Sonunda biri beni sevindirirken diğeri üzdü. Şu anda 1-1 beraberim. Yani bu yolda ne galibim ne de mağlup.

 

İlk görüşmem eksi onlarda gezen bir günün sabahındaydı. Ortalık kış-kıyamet. Ne olur ne olmaz diyerek randevu saatime biraz erken gittim. Koridorda oyalanıp vaktimi doldurayım derken gençten biri, "Falan hocamla mı görüşeceksiniz, daha gelmedi. Buyurun odama geçelim. Çay ikram edeyim, orada beklersiniz" dedi. Teşekkür ettim kendisine. Ben şurada güneşleneyim, yukarıdan aşağıyı temaşa edeyim dedim. Peki, o zaman dedi, geçip gitti. 

 

Pencereden etrafı kolaçan ediyorum. Bir taraftan da havadisler için cep telefonum marifetiyle sanal aleme göz gezdiriyorum. Dalmıştım ki az önce beni odasına davet eden tekrar geldi. Beyefendi! Lütfen odama geçelim diyerek ısrarcı oldu. Birlikte odasına doğru yürüdük. 8-10 kapı geçtikten sonra açık olan odasının kapısına buyur etti beni. Giriyorum ama bu kimdir diye kapının solundaki isimlere baktım. İki kişinin paylaştığı bir akademisyen odasıydı burası. Hoş geldin dedikten sonra bir çay getireyim diyerek odasından çıktı. Az sonra elinde bir bardakla içeri girdi. Çayımı yudumlarken tanıştık. Öğretmen olduğumu söyledim. Babasının da öğretmen olduğunu söyledi. Çayımı içtim, müsaade istedim. Olmaz dedi ve yerinden kalktı, benim görüşeceğim kişinin gelip gelmediğine bakmaya gitti. Bunu birkaç defa daha yaptı. O gidip geldikçe ben mahcup oldum ve bunu da belirttim.  Çünkü odasıyla bakıp geldiği yer mesafeliydi. Hepsine estağfurullah dedi.  Memleketini sordum bu genç akademisyenin. Konyalı mısın dedim. Konyalı oldum, eşim buralı dedi. Gencin ilgisinden Akdeniz bölgesinden misin dedim tekrar. Ege tarafından dedi. Sıcak bölgenin insanları sıcakkanlı olur der, İbn Haldun. Biz Konyalılar Akdeniz ikliminden mahrumuz. Bu yüzden biraz soğuğuz dedim. Buna da estağfurullah dedi. Randevu saatim bu şekilde geldi. 

 

Birlikte odasından çıktık, koridorda görüşeceğim akademisyenle karşılaştık. Bana çay ikram ede, elinde sınav evrakıyla sınav yapmak için sınav salonuna giderken ben de akademisyen hocanın buyuruna icabet ettim. 20 dakikalık bir görüşme yaptıktan sonra ayrıldım. 

 

Hocası gelinceye kadar beni odasında ağırlayan asistan da Prof. Hoca da sağ olsunlar misafirperverliğin alasını gösterdiler. Hiçbir beklentileri de yoktu benden. Mevkice benden üstün olmalarına rağmen kendilerinden tevazu gördüm, insanlık gördüm. Yeterince tanımadığım bu kişiler, gösterdikleri bu sıcakkanlılığın kat kat fazlasını inşallah hayatları boyunca muhataplarından görürler. 

***

 

Aha Size Sütten Çıkmış Bir Ak Kaşık!

Kendisini hiç görmeden yaptıklarıyla ismini duymuştum. Nice sonra simâen de tanıma şerefine nail oldum. Bir ekip olarak yaptıkları çok iyi anılmasa da hep baş tacı olmaya devam etmekte hala. 

Bir mesele için kendisiyle görüşeyim istedim. Güç de olsa görüştüm. İlgi-alaka gösterdi, çay ikram etti. Sağ olsun! 45 dakikalık bir görüşmenin ardından çıkarken yaptıkları ve anlattıklarıyla işte mükemmel bir insan dedim. Adeta sütten çıkmış ak kaşık. Dedim keşke bu ülkede bu cevher gibi bir ekip olsa bu ülkenin çözülmedik siyasi, toplumsal, eğitim vs sorunu kalmaz. Dini meseleyi saymıyorum bile. Çünkü dini hassasiyeti de yüksek. Bunu da tere yağdan kıl çeker gibi hallederdi.

Neler yapmış derseniz? Neler yapmamış ki! Bir defa hiç hata yapmamış. Anlattıklarından çıkardığım bu. Kendisini  şer güçlerden koruduğu gibi çocuğunu da korumuş. İnsanları ve suç işleyenleri değerlendirirken "Ben ne hâkimim, ne savcıyım" diyor ama ardından başlıyor insanları yargılamaya. Hızını alamayıp niyetlerini de okuyor. Ardından bunların elinde imkân olursa şöyle şöyle yaparlardı diyerek gelecekten de haber veriyor. Gıpta ettim doğrusu onun niyet okuyuculuğuna, savcı-hakem rolüne bürünmesine ve gelecekte neler olabileceği konusundaki öngörüsüne. Yine tüm bu özelliklerinde kendisinde bir samimiyet gördüm. Keşke ben de bunun gibi  bu şekil mükemmel olsaydım, ah kör talihim dedim. Yaşım ilerlememiş olsaydı utanmayıp dizinin dibine oturacaktım. Öğret bana da niyet okumayı, hâkim-savcı olmayı ve kimlerin gelecekte neler yapabileceğini diyecektim. Kim tutardı beni o zaman? Ama iş işten geçti. Zira kendisini geç tanıdım. Bundan sonra zaten benden bir cacık olmaz. Yaşım ilerlememiş olsaydı bile gerçi bu yetenekleri kavrayacak kabiliyet nerede bende! Vermeyince Mabud ne yapsın bu abd!

Bir ders saatinde öğrendiklerim sadece bu kadarla sınırlı değil. Suçlu olarak değerlendirdiği birinin elini-kolunu sallayarak dolaşmasını, hatta namaz kılmak için camiye gelmesini ve arabasını onun gördüğü yere park etmesini de hazmedemediğini anlattı. Bu duyarlılığına da hayran kaldım. Keşke herkes bunun gibi duyarlı olsa dedim içimden. Çünkü bu duyarlılık ülkedeki suç oranını eksiye düşürür, ülke güllük-gülistanlık olurdu. Allah'ın evi camiye, hiç suça karışmamış tertemiz insanlar gelirdi. Öyle ya suçlunun ne işi vardı camide? Bu hazım sorunu da hoşuma gitti anlayacağınız. İnsanlar pişman olamaz mı demeyin. Zira pişmanlığa da inanmıyor.

Düşündüm de devlet veya bu ülkeyi düşünen duyarlı insanları; bu kimsenin derin bilgi, birikim ve deneyiminden faydalanmalı. Hatta niyet okuma mektepleri açarak başına da bu kişiyi getirmeli. Herkes ondan niyet okuma, hâkim ve savcı olmadan insanların nasıl yargılanabileceğini, gelecekle ilgili haber vermesini ve hazım duyarlılığını öğrenmeli. Çünkü bu kişi de fani. Yarın ölüp gidince bunları kim yapacak? Bu değerin kaybolup gitmemesi için ülke olarak bu kafadan azami ölçüde istifade etmeli. Mutlaka birilerine el vermesi sağlanmalı. Çünkü bir millet değerleriyle yaşar. Dünün Harici anlayışı modern bir şekilde günümüzde de devam etmeli.
Yahu ben bu adamı kıskanıyor muyum yoksa?


9 Ocak 2019 Çarşamba

Bin Defa Pişmanlık Duysam da mı Olmaz?


—Oğlum! Şu gün, şu saat itibariyle yanıma geldin geldin. Yoksa sen bilirsin!
—Geldim baba.
—Geldin ama geç geldin. Benim dediğim vakitten sonra geldin. 
—Eee şimdi ne olacak?
—Çekeceksin bundan sonra. Ömrüm seninle mücadele ile geçecek.
—Baba! Yerden göğe kadar haklısın. Sen haklıydın. Ama benim bunu anlamam biraz uzun sürdü. Hata yaptım, senin sözünü dinlemeliydim. Gençliğime ver. Ne olur, bana bir şans daha ver. Çok özür dilerim.
—Dönüşün için sana verdiğim süreyi aştın. Beni dinlemedin. Bundan sonra özrünün bir anlamı yok. Bu özür benim nazarımda geçerli değil. Üstelik benim için makbul biri de değilsin artık. Çünkü sana olan kredimi bitirdin.
—İnsan hata yapamaz mı? Mesela sen hayatında hiç hata yapmadın mı?
—Yaptım. Allah beni affetsin!
—Benim hata yapma lüksüm yok mu?
—Var elbet! Ama sen benim düşmanlarımla iş tuttun. Sana bırak gel dedim, dinlemedin beni.
—Tamam, hatamı kabul ediyorum. Geç de olsa gerçeği gördüm. Geciktim ama yine döndüm. Özür de diledim. Yine de dilerim.
—Özrün kabahatinden büyük bu aşamadan sonra.
—Son sözün bu mu?
—Evet!
—Bin defa özür dileyip pişman olsam da mı?
—Uğraşma! Bu konuda fikrim kat'idir.
—Kusura bakma baba! Bu ne şiddet, bu ne celal!
—Ben sana söylemiştim.
—Tamam söyledin, inkar etmiyorum. Özür ve pişmanlığımı kabul etmemeni anlamıyorum. Celaleddin Rumi "Bin defa hata yapsan de yine gel" diyor. Allah ölmeden önceki tövbe hariç diğer tövbeleri kabul ediyor, tövbe kapısını 7/24 ve bir ömre yaymış, merhameti gazabını geçmiş. Kulum ne kadar günah işlerse işlesin, yeter ki tövbe için kapıma gelsin" diyor. Allah'ın verdiği bu ruhsatı sen benden niye esirgiyorsun? Üstelik bu yaptığınla beni mütemadiyen kaybedersin.
—Boşuna uğraşma. Ben son sözümü söyledim. 
—O zaman işimi, aşımı kesme bari! Rızık veren Allah olduğuna inanıyorum ama ne yer, ne içerim? Böyle yapmakla beni kazanamazsın. Adı üzerinde babasın. Biz evlatlar hata yaparız. Sen düzeltmek için koşarsın. Her hatamız kulağımıza küpe olur. Aynı delikten bir daha girmemeye çalışırız. Sen devamlı bize nasihate devam etmelisin. Çünkü bizden daha tecrübelisin. Şunu unutma ki ilk yaratılan insan yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle ilk imtihanında kaybetmiştir. Hatasını anlayıp tövbe etmiştir. Pişmanlığı sonucunda Allah onu peygamber seçmiştir. Allah ilk hatasında onu çizip atmamıştır. Benim ilk atam hata yaptığına göre ben hayli hayli yaparım.
—Senin içten pişman olduğunu nereden bileceğim?
—Benim beyanıma inanmaktan başka bir yol var mı? Kalbimi yarıp bakma imkanın da yok. Sonra bana bir şans daha versen ne kaybedersin?
—Bu iş geçti evlat. Son pişmanlık neye yarar? Ayrıca ne kadar pişman olduğun da meçhul.
—Sahi baba! Pişman olduğuma inanman için ne yapmalıyım?  
—Görüşme bitmiştir.
—Mağdurum diyorum.
—Mağduriyet falan yok. Bana bunun edebiyatını yapma. Ben ne yaptığımı biliyorum.