25 Aralık 2018 Salı

Çirikçi Ali Ağabey


Sanırım ilkokul dört, beş veya Kur'an Kursunda öğrenciyim. Haftalık pazar ihtiyacını gidermek için rahmetli babam pazara gitti. Giderken de aldıklarını taşımama yardımcı olmam için yanında beni de götürdü. Babam gide gide yaşım ve boyuma göre upuzun birisinin yanına vardı. Sarışın, sakallı, başında hacı takkesi olan; çok ciddi görünümlü birinin yanına. Pazarcıydı ama bir pazarcı için bu ciddiyet fazlaydı. Pazarcı dediğin malını satmak için bağırır, çağırır, tekerleme yapar: "Malın iyisi burada, gel abla" falan der.

Selam-sabah, hal-hatır, hoşbeşten sonra babam ve satıcı sadede geldi. Şundan şu kadar, bundan bu kadar faslından sonra hesapla bizim oğlan dedi babam. Pazarcı kafasından kısa bir hesapla 40 lira çıkardı hesabı. Babam bana dönerek bir de sen hesapla bakayım dedi. Hayatım boyunca Matematiği iyi olmayan ben, parmaklarım marifetiyle hesabı 39 lira buldum. 39 olacak deyince görüntüsüyle hiddetli bir görüntü veren ciddiyet timsali pazarcı; şu, şu kadar; bu, bu kadar; şu da şu kadar, bu da bu kadar, toplam etti 40 lira. Ne biçim öğrencisiniz dedi kızarak. Pazarcıdan sonra kızma sırası babamdaydı. Sağ olsun peşinci idi ve hiç ertelemezdi. Bana doğru dönerek başını salladı. Başını sallaması demek kızması demekti. Pazardan evin ihtiyacını ben de nasibimi alarak babamla birlikte evin yolunu tuttuk.
*
Yukarı Caminin önünde vakit namazı gelmeden, erkenden camiye gelen cemaat, caminin önünde vaktin girmesini beklermiş. Beklermiş diyorum. Çünkü bana bunu cemaatten biri anlatmıştı. Pazarda gördüğüm kişi namaza gelirken eski gazetelerden önemli gördüğü yerleri bekleyenlere okuyayım diye getirirmiş. “Ben okuyayım, siz dinleyin, bunlar önemli” dermiş. “Oku Hacı Ağabey” derlermiş. Okuma biraz uzayınca dinleyenlerin dikkati dağılır, kendi arasında konuşmaya başlayınca “Dinlemiyorsunuz” der, kızarmış. Herkes “Tamam, dinleyeceğiz” dermiş tekrar. Dinler gibi yapma durumları da yokmuş. Çünkü aynı anda okumayı keser “Nerede kaldım, söyle bakayım” diyerek sınava tabi tutarmış cemaati. Bunu bilen cemaat okunan yerden bir yeri aklında tutar, sorunca söyleyeyim derlermiş. O, okur, cemaat konuşmaya başladığı bir anda aynı anda durarak “Nerede kaldım, söyleyin” demiş. Akıllarında tuttukları yeri söylemişler. “Ooo, ben orayı geçeli ne oldu” dermiş.
*
Bir akşam damadının evine misafir oldum. Baktım o da misafir damadının evinde. Büyümeme rağmen fazla konuşamadım. Çünkü ta küçüklüğümde pazarda bana “Ne biçim öğrencisiniz” demesi hala aklımdaydı ve korkuyordum ondan. Alabildiğine ciddi. Gördüğüm esnada hiç güldüğünü görmedim. Hayatta onun kadar ciddi ve heybetli birini görmedim. İşte böyle biriyle aynı odada birlikte yattım korka korka. Ne zaman uyuduysam “salaaah” sesi duydum. Duymamla kalkmak bir oldu. Çünkü Ali Ağabey idi yanımdaki. Namı diğer Çirikçi Ali. Çirikçi lakabını kim verdi, nasıl aldı, ne anlama geliyor bilmiyorum. Ama herkes onu Çirikçi Ali olarak bildi.
*
Çirikçi Ali Ağabey 96 yaşında iken 22/12/2018 günü vefat etti. Vefat ettiğini duyunca yukarıda anlattığım anılarım gözümün önüne geldi. Maşallah koca ömrüne 96 yıl sığdırmış. İlerlemiş yaşına rağmen kendi işini kendi görecek şekilde yaşamış, kimseye muhtaç olmamış. Böyle ömre can kurban! İbadetine düşkün samimi bir Müslüman idi. Dünyanın bütün yükünü üzerine almış bir görüntüsü vardı.

Allah rahmetiyle muamele etsin Ali Ağabey’e. Allah herkese onun gibi kimseye muhtaç olmayacak ömürler nasip etsin. Ali Ağabeyin mekanı cennet olsun, geride kalan yakınlarına sabırlar versin.



23 Aralık 2018 Pazar

Ölmüş Gitmişlerden Ne İsteriz? *


Ölmüş gitmişlerimizi ya göklere çıkarır ya da yerin dibine batırırız. Seviyorsak öve öve bitiremeyiz, andıkça anarız. Bir hayat felsefesi haline getiririz bu sevgiyi. Bu kadarla da kalmayız. Bizim sevdiğimiz gibi sevmeyenleri de bizim gibi sevmelerini isteriz. Şayet bizim sevdiğimiz gibi sevgi gösteren olmazsa bunları nankörlükle suçlarız. Gücümüz yeterse zorla sevdirir ya da baskı uygular, hayatı zindan eder, anasından doğduğuna pişman ederiz. İşi varsa işinden bile ederiz. Ben ve herkes benim sevdiğimi sevecek. Durum bu.

Ölüp giden sevmediğimiz biri ise nefretin sınırı yok artık. Hakaret, küfür ne varsa savururuz. Her kötülüğün müsebbibi olarak onu görürüz. Hakaret etmeyi de bir marifet sayarız. Kendimiz sevmediği gibi sevenlerine de kin besleriz. Elimize fırsat geçse ülkeye bir daha giremeyecek şekilde hepsini yurt dışına süreriz. Bu kadar hazımsızız anlayacağınız.

Merak ediyorum ölüp giden sevdiğimizin lehinde konuşmanın veya nefret ettiğimizin aleyhinde ileri geri konuşmanın bize faydası var mı? Allah bize "Ey kulum falanı çok övdün, onu affettim veya sevgine karşılık sana şu kadar sevap veriyorum" diyecek mi veya nefret ettiğimizi sürekli kötülemenin karşılığında Allah o kimseyi daha fazla cezalandıracak mı ya da küfür ve hakaret etmemizin karşılığında "Ey kulum senin sevmediğini ben de sevmem, al sana şu kadar sevap mı" diyecek?

Bildiğim kadarıyla ölen sevdiğimiz de olsa, nefret ettiğimiz de olsa onlar bir ümmetti; geçip gittiler. Kazandıklarının karşılığını tastamam alacaklardır. Bizim sevgi ve nefretimize ihtiyaçları yok. Durum bu iken bizim onların lehinde veya aleyhinde konuşmamızın ne bize ne de onlara faydası vardır. Hatta aleyhte konuştuğumuz için günah bile kazanabiliriz. Amacımız bu ise bilin ki bunu fazlasıyla yapıyoruz. Hiçbir şey yapmıyorsak bile kendi kendini savunacak durumda olmayan ölünün gıybetini yapıyoruz. Gıybeti genelde yaşayan insanların aleyhinde konuşma olarak değerlendiririz. Bence ölmüş insanın aleyhinde konuşmak da bir o kadar gıybettir, belki de iftaradır. Üstelik mertliğe de sığmaz bu yaptığımız. Çünkü bize cevap verecek ne eli var ne dili ne de imkânı. Ölüleri bırakıp biz yaşayan dirilere baksak nasıl olur? Bence çok da iyi olur. Hatta olması gereken budur.

Öleni övmek ve yermek acizlik işaretidir. Başka söze de gerek yok.



* 08/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







Bürokrat ve Siyasetçi

Bu ülkede bürokrasi ve siyaset hale-yola konması gereken iki hizmet sektörüdür. Varlık sebepleri ülkeye hizmet olan bu iki sektör, ülkeye hizmetten ziyade ülke bunlara hizmet ediyor. Ülkenin tüm imkânları bunların ayakları altına seriliyor. Hemen hemen her yerde el üstünde tutuluyorlar.

Deruhte ettikleri görevleri sayesinde hem bulundukları yer hem de buranın dışında her yerde birinci derece temsil ve karşılama tertip edilir bunlar için. Vali, kaymakam, belediye başta olmak üzere o ilin tüm erkânı bürokrat ya da siyasiyi karşılamak, onları gezdirip dolaştırmak, yedirip içirmek için seferber olur. Emirleri altında ne kadar araba, ne kadar koruma, ne kadar şoför varsa şehre gelen siyasi veya bürokratın ayakları altına serilir. Bunları memnun etmek için -tasarruf tedbirleri falan düşünülmez- para muslukları açılır. Nereye ne kadar para harcanacak hesabı yapılmaz. Tüm plan şehrimize gelen misafiri memnun etmek üzerine kuruludur. Bu işler parayla değil, sırayladır çünkü. Bugün ona, yarın bana. Allah muhafaza kuş tüyü eksik ağırlamada bir eksiklik olursa yarın onlarla bitecek işimiz sarpa sarar. En azından yürüttüğümüz makam tehlikeye girer. Araya giren soğukluk kolay kolay telafi edilemez. Bunun için her aksaklığa karşı devletin tüm imkânları seferber edilmelidir. Bu işlerde hafta içi, hafta sonu, mesai sonrası hesabı yapılmaz. Çalışanların resmi tatili denmez. Hepsi bu angarya hizmet için görevlendirilir. Hepsi ceplerinden bir kuruş para çıkmadan birinci sınıf gezdirilip dolaştırılır, yedirilir içirilir ve yolcu edilir. 

İş bu kadarla kalsa iyi! Bu birinci sınıf karşılama ve ağırlama işini aynıyla bürokrat ve siyasetçinin eşleri için de yapmak lazım. Yeter ki birkaç bürokrat veya siyasetçinin eşi bir başka ili gezmek istesin. Bunlar da aynı ilgi, alaka ve muameleye tabidir, hatta daha fazlasına. Ne de olsa bürokrat veya siyasetçi eşidir. Bulunduğu ilde eşini temsil eder. Hizmette kusur edilmez. Bunları da gezdirmek, dolaştırmak, yedirmek, içirmek gerekir. Kazara bürokratın veya siyasinin eşi memnun edilemezse, hizmette kusur edilirse, yeterince ilgi gösterilmezse ölümlerden ölüm beğen artık. Ülke ve devlet krizi yanında sıfır kalır. Devletin yıkılmasından beter bir durumdur bu. Çünkü eşleri memnun etmemek bürokrat veya siyasiyi memnun etmemek demektir. Bunu göze alan kelleyi koltuğuna alması lazım. Devlet yıkılır, gerekirse yenisini kurarsın. Nitekim 16 tanesini yıkıp yenisini kurmuşuz. Ama eş karşıya alınmaz. Çünkü mevzubahis olan bir ailedir. Kocasına ne yaptıysan karısına da yapacaksın. Yoksa görürsün gününü. 

Verdiğim örneklerde görüldüğü gibi devlet demek bürokrasi ve siyasete hizmet demektir, aynı zamanda eşlerine de hizmet demektir. Bir yerdeki devletin imkânları bunlara seferber edilmiş vız gelir. Doldurdukları makamlarda yaptıkları hizmete karşılık kendilerine sunulan imkânlar ne ki? Şoförün tatili alınmış, koruma dinlenememiş, devletin yakıtı gitmiş; bunların asla hesabı yapılmaz. Bunların hepsi bürokrat ve siyasetçinin huzur ve mutluluğu için vardır. Herkes özellikle alt çalışan bunların hizmetine sunulmuş birer marabadır.

22 Aralık 2018 Cumartesi

Ömer Kuşcu *


Her ziyaret ettiğimde "Doğduğumuz andan itibaren ahirete doğru yürüyüşümüzü devam ettiriyoruz", "Cennet vatanımızda cennet hayatı yaşıyoruz" derdi sözlerinin arasında. Kredi kartı kullanmaya sıcak bakmaz, kullananları eleştirirdi. Allah'ın verdiği sonsuz nimetlere şükretmemiz gerektiğini söyler, akraba ziyaretlerine önem verir, küçüklerin büyükleri arayıp sormasını isterdi hep.

Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Saygı gösterene, hal-hatır sorana sevgisini eksik etmezdi. Çok zengin biri olmamasına rağmen evi-barkı olmayanın, paraya-pula ihtiyacı olanın, düğününü yapamayanın hamisi idi sürekli. Yeter ki haberi olsun. Kendinde varsa cebinden yoksa eşini-dostunu devreye koyarak gerekli yardımını yapar ya da destek olunmasına aracılık ederdi. İyilik yapmaya dinin bir emri olarak önce yakın akrabadan başlar, onları gözetirdi. Yaptığı iyiliği asla başa kakmazdı. Sılayı rahme önem verirdi. Kendini ziyaret etmek için yanına kim uğrasa aileden herkesi tek tek sorar, selam göndermeyi ihmal etmezdi. Kimin düğünü, cenazesi varsa katılır, herkesin gönlünü alırdı.

Ulaşabildiği her ihtiyaç sahibinin gönlünü alırken kimseye derdini açmaz, kendi yağı ile kavrulurdu. İlerlemiş yaşına ve sık sık rahatsızlığı nüksetmesine rağmen sıkıntılarından dolayı hiç dert yanmaz, şikâyet etmezdi. En küçük kardeşi vefat ettiği zaman "Allah bana kardeş acısı da tattırdı, zormuş" derdi görüştüğümüzde. 

Uzun süre rahatsızlık çeken eşi üç ay önce vefat ettikten sonra fani vücudu teklemeye başladı. Hastane-ev arasında mekik dokudu. Vücudunu taşımakta zorlanmasına rağmen deruhte ettiği yardım ve dernek faaliyetlerini de hiç ihmal etmedi. Allah'ın verdiği ömrünü yardım yolunda harcadı. Sonunda ömrü kifayet etmedi. Yılın en uzun gecesinin sabahında 05.00 sularında yolculuğunu tamamladı. Yolculuk diyorum. Çünkü "Doğduğumuz andan itibaren ahirete doğru yürüyüşümüzü devam ettiriyoruz" derdi sürekli. 

Vefatını duyan Konya ve havalisi, son görevini yapmak için Hacı Veyis Camiine akın etti. Ömrü hareket ve bereket ile geçen merhumun cenazesi de bereketliydi. Çünkü kendisiyle birlikte toplam yedi cenaze vardı musalla taşında. Caminin içi, dışı, havlusu tıklım tıklım sevenleriyle dolup taştı. Havluda yer bulamayanlar öğle namazını kılmak için yolun karşısındaki camilerde kendilerine yer bulabildiler. 

Konya, son yılların en kalabalık katılımını gördü sevenleri sayesinde. Eşi-dostu ve sevenleri defnedilirken de kendisini yalnız bırakmadı Üçler Mezarlığında. Cenazesi de gösterdi ki hayatını iyilik yapmaya ve hizmet etmeye adamış bu kişi, yaptıklarına karşılık herkesin gönlünde taht kurmuş, sürekli dost biriktirmiş. Mahşeri andıran kalabalık da bunun göstergesiydi.

Büyük-küçük herkesin Ömer Amca dediği Ömer Kuşcu'dan namı diğer Şekerci Ömer'den bahsediyorum. 22.12.2018 Cumartesi itibariyle imtihan için geldiğimiz dünyadaki görevini en güzel şekilde ifa eden bu muhteremi ahirete uğurladık.  Biz kendisinden memnunduk. Allah kendisinden razı olsun, mekânı cennet olsun. Başta akrabaları ve sevenleri olmak üzere tüm Konya'nın başı sağ olsun. 

* 24/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sorumluluk Sahibi Olanlar Soğukkanlılığı Elden Bırakmamalı!


Toplum, yerinde ve zamanında inisiyatif alan, taşı gediğine koyan, sözünü budaktan esirgemeyen korkusuz, laf ile beraber iş yapan, hizmet ehli kişileri sever ve sayar. Sevip saydı mı sırtında taşır, el üstünde tutar, bazı hatalarını görmezden gelir, içine sinmese de anlamaya çalışır.

Toplumun bu değer verdiği kişi, bir zaman gelir; ulu orta, olur olmaz her şeye karışmaya başlar, dengi bile olmayan kişilere cevap vermeye başlar, önüne gelene kızmaya ve had bildirmeye başlarsa toplum, sevmeye devam etmekle beraber bir rezerv koymaya başlar. Bunu yapmamalı der. Çünkü tepki çekmeye başlar sözleri. Bu, soğuma işaretidir. Şayet bu kimse kendisine çeki düzen vermezse bu sevgi her geçen gün azalmaya yüz tutar. Birike birike kartopu haline gelir. 

Diplomaside bir devletin yaptığına cevap verilecek ve tepki gösterilecekse aynıyla cevap verilir, açıklamayı kimin yapacağı bilinçli olarak seçilir. Ülke içinde bir il başkanına cevap verilecekse il başkanı düzeyinde tepki verilir. Bir genel başkana bir şey denecekse genel başkan seviyesinde tepki gösterilir. Bir gazeteciye bir şey söylenecekse partili gazeteci karşısına çıkar. Bununla ilgili örnekleri çoğaltabiliriz. Ama muhatap gazeteci, televizyoncu, akademisyen, devlet memuru vs kişilere hep tek kişi yani en üst perdeden cevaplar verilir, tepki konursa garip karşılanır. Çünkü herkes dengiyledir. Davul bile dengi dengine çalar. Çünkü şartlar ve pozisyonlar eşit değildir. 

Devletin en tepesinde olup sorumluluk sahibi olanlar her şeyden önce ortamı yumuşatıcı açıklamalar yapar, toplumu germez, hedef göstermez ve soğukkanlı olur. İlla birinin yaptığına cevap verilecekse ilgili kişiye emir verilir, gerekli tepkiyi o kimse verir. Ama herkese bir kişi laf yetiştirirse yavaş yavaş ağırlığını kaybeder. İşte böylesi durumlarda kurmayları “Efendim cevabı biz verelim, siz kendinizi yormayın” diyebilmelidir. Yormayın dedim. Çünkü bu tür hareketler bir yorgunluğun işareti olabilir veya her şeyi en iyi ben bilirim, en iyi cevabı ben veririm, büyük-küçük herkese ben had bildiririm ya da kimseye güvenmemenin bir göstergesi olabilir. Kızgın bir adamın kükremesi de olabilir.

Bence bu tipler bu haliyle hem kendisine, hem liderliğini yaptığı harekete ve bu hareketin müntesiplerine yazık ediyor, ülkeye de yazık ediyor. Çünkü bu hareket bu ülkeye lazım! Tırnaklarıyla kazıyarak getirdiği hareketini de maalesef yavaş yavaş yok ediyor. Bu durum düşmanlarını sevindirirken dost ve sevenlerini de üzüyor. 


Aha Size Bir Namaz Kıldırma Memuru!

Bir kısım insanımız "Bunlar var ya bunlar, para vermesinler; camiye gelip bir vakit namaz kıldırmazlar. Bunlar namaz kıldırma memuru! Bir ay maaşlarını verme. Bak bakalım camiye gelirler mi? Hatta namazı da bırakırlar" şeklinde bazı imamları eleştirir dururlar. Böyle bir yargıya nasıl vardılar, gerçekten kıldırmazlar mı bilmiyorum. Zaten denemeden ve görmeden bilemezsin. Ama ardında bir müddet namaz kıldığım bir cami görevlisini görünce alın size bir namaz kıldırma memuru dedim içimden.

Cami havlusunda lojmanı ve arabası için oto garajı var bu görevlinin. Ne zaman bu camiye gitmeye kalksam çevre camiinin ezanları başlar, ezan yarılanır, camiye girerim. Cemaat içeride bekler. Ama imam yok orta yerde. Nice sonra hocamız gelir, ezan okunan yere girer, hızlı bir şekilde ezanını okur. Herkes namaza kalkar, hoca da ezan okuduğu yerin ön tarafında merdiven altına daha sonradan ahşaptan yapılmış imam odasına girer. Biri farz için kamet getirmeye başlayınca hocamız sarık ve cübbesi ile birlikte imam odasından çıkar ve mihraba geçer.

Ne var bunda? Öküzün altında buzağı arama dediğinizi duyar gibiyim. Herkes namazın sünnetini kılıyor iken o kılmıyor, imam odasında oturuyor desem herhalde durumun vahameti anlaşılmış olur. Burada kılıp kılmadığını nereden biliyorsun, yanında mıydın, diyebilirsiniz. Yanında değilim elbet. Zaten yanına girip "Sünneti burada kılmak çok sevap olsa gerek, izin verirsen ben de burada kılayım desem izin vermesi mümkün değil. Zira kendisi zor sığıyor içeriye.

Bir vesileyle cami görevlisiyle görüşmek için görmüştüm bu imam odasını. Dikdörtgen  şeklindeki küçücük kapalı yere bir masa, bir de sandalye atmış hocamız. Geriye namaz kılmak için secdeye varınca iki büklüm olman gereken kapı eşiği var. Işık yakmadığın zaman gündüz bile karanlık burası. Ki yanar görmedim hiç.

Bir an için hocamız sünneti burada kılıyor diyelim. Herkes koca camiye yayılmış bir şekilde sünnet kılarken bu kardeşimiz niçin dar, karanlık bir yerde namaz kılar? Bir insan kendine eziyet etmek istese bile herhalde böyle bir yer seçmez. Çünkü namaz kılınacak gibi değil burada. Geçen gün vakit dışında namazımı kılmak için bir arkadaşla bu camiye girdim. Namazdan sonra arkadaşıma "Gir şuraya! Sen burada bir namaz kıl, kılabilir misin" dedim. Benim gibi boyu kısa olan bu arkadaşımız kapısı açık olan imam odasına girdi. Namaza durur gibi yaptı, rükuya eğilince sırtını duvara vurarak öne doğru geldi. Güç bela secdeye yattı, sığmadı. Ya iki büklüm olup secde yapacak, ya da kafasını eşikten çıkarıp cami içine secde edecek.

Ben bu camide ne kadar namaz kılmışsam hocamız sünnet kılınırken hep içeride durdu, ne kendisi çıktı, ne de kafasını gördüm. Kamet getirecek kişi de hocamız sünneti kıldı mı diye tereddüde düşmeden kalkıp kamet getiriyor. Özellikle caminin gediklileri bu durumu biliyor olmalı ki sağına soluna bakmadan kamete kalkıyorlar. Geriye bir durum kalıyor, hoca sünnet kılınırken içeride oturuyor. Yani sünneti kılmıyor. Birkaç defa hocanın secdeye gitmiş halini görür müyüm diye o değilden imam odasının önünde namaza durdum. Namazı geciktirdim, hocayı namaza başlamış görür müyüm diye geriye dönüp baktım, hoca bir türlü namaza başlamadı. Bazı günler namazı erkenden bitirdim, hocanın kafasını veya secdeye gitmiş halini görür müyüm dedim. Bugüne kadar bir defa görebildim o açık kapıdan kafasının secdeye gittiğini.

Adama iftira etmeyeyim, zanda bulunmayayım ama sanırım sünnet kılmıyor, kılıyorsa da ima ile kılıyor. Değilse cami içinde cemaatin arasında rahat bir şekilde sere serpe namaz kılmak varken niçin o küçücük yeri seçsin?

Bir insan sünneti kılar veya kılmaz. Bu, onun Allah ile kendisi arasında bir mesele. Ama bu kişi normal bir insan değil, bir cami görevlisi ise burada bir sorun var. Bu durumunu görünce namazda gözü olmayan bir insan bu görevi cemaatin karşısına geçerek yıllar yılı niçin sürdürür? Pekâlâ diğer kurumlara geçiş yapabilirdi bugüne kadar. Bu kişi niçin o daracık yerde durarak kendisine bu eziyeti reva görür? Aklıma "Kıldırır beşi, alırım maaşımı. Lojmanda da bedavaya veya yok pahasına oturur, kendi evimi de kiraya veririm. Diğer kurumlara geçiş yapsam bir defa lojmanı yok, kendi evime çıkmam gerekecek. Sonra günlük 8-5 mesaisi yapacağım, maaşım da düşecek, üstelik işe gidip gelmek için yol parası da vermiyorum. Çünkü zaten caminin avlusunda oturuyorum. Burada bu caminin kelek keseniyim. Başka kurumlara geçerek niye amirin ağız kokusunu çekeyim" düşüncesi geliyor.

Bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce epey tereddüt yaşadım. Yazmasam mı dedim. Ama kalem oynatmaya başlarken kendi kendime "Neyi dert ediniyorsam onu yazacağım" demiştim. Bu mesele de beni üzmüş ve maalesef yazımın konusu olmuştur. Bu durum diyanet camiasının geneline teşmil edilemez elbet. Bireysel de olsa beni üzmüş, keşke görmeseydim dedim. Ama maalesef gördüm. Ne diyeyim? Allah beni affetsin, bu yazıyı yazmama sebep olan hocamızı da. İnşallah makamda oturan ve personelinin bu durumundan haberi olmayan makam sahibi müftümüz de görür. Ki görmesi ve duyması lazım! 

21 Aralık 2018 Cuma

Başka Bir İmam Bulamadınız mı?


Öğle namazını kılmak için camiye gittim. 10-15 kadar bir cemaat vardık. İlk sünneti kıldıktan sonra kametle beraber ilk safı oluşturduk. İmamın arkasında fatih görevi yapacak olan kişinin sol tarafında saf tuttum. Bu arada imamımız da öne geçti. İmam her zamanki namaz kıldıran değildi. Müezzin idi namaz kıldırmak için öne geçen.

Öğle namazının farzına niyetimi yaptım. Kulağım imamın iftitah tekbirini almasını beklerken ne zaman ellerini kaldıracak diye de gözümü imama kaydırdım. Nihayet tekbirle beraber elini kaldırdı. Elini diyorum. Çünkü tek elini kaldırdı.  Diğer el vücuduna paralel bir şekilde hazır ol vaziyetindeydi. Ardından ellerini bağladı. Az sonra rükuya, sonra secdeye vardı. Ayağa kalkarken sağa yaslanarak ve sağ eliyle yerden destek alarak kalktı. Tüm namaz boyunca sadece işini sağ eliyle yaptı.

Ezan okumaya giderken ve ezan dönüşü gördüğüm zaman ayağı aksıyor, sol elini ise işlevsiz görürdüm. Ama bu iki uzvunun bu kadar da iş yapmadığını bilmiyordum.

Eve gelince ilk işim bir imam-hatipte olması gereken özelliklere baktım yeniden. Önüme Diyanet’in bu yıl alacağı; içerisinde imam-hatip, müezzin kayyum ve Kur’an Kursu öğreticisi olmak üzere 9500 personel alım ilanı geldi. Müracaat edeceklerde aranan şartlardan bir tanesi de “Başvuru yapacağı unvanda görev yapmaya mani bir engeli bulunmamak” maddesi idi. Bu şart olmasına rağmen bu arkadaşa nasıl müezzinlik görevi verildi? Diyebiliriz ki bu arkadaşın görevi müezzin kayyumluk, imamlık değil. Buna bir diyeceğim yok. Ama müezzinlerin görevlerinden bir tanesi de imam olmadığı zaman onun yerine imamlık vazifesini yapmaktır. Nitekim kıldığım öğle namazında imam olmadığı için müezzinin namaz kıldırmasında olduğu gibi.

Namazım olmadı mı? Olup olmadığını Allah bilir ama namazım olmuştur. O zaman derdin ne diyebilirsiniz. Benim derdim bu arkadaşa niçin başka bir memurluk değil de müezzin kayyumluğun verildiği? Pekâlâ, bu arkadaşa memurluk görevi yapması için müftülüklerde masa başı bir görev verilebilirdi. Çünkü yaptığı görev olan imamlık şüphe götürmez, tereddüde mahal bırakmayacak bir görevdir. Camide o anda cemaat olarak namaz kılan o kadar sağlam insan varken engelli birinin namaz kıldırması uygun olmasa gerek.

Müftülük bu engelli görevliyi biliyor olmalıdır. Ne yapıp ne edip bu kişiyi geçici görevli olarak büro işi yapması için müftülük bünyesine almalıdır.

Not: Bu görevliyi yaptığı bu görevden dolayı kınamıyorum. Allah kimseye bir engel vermesin. Burada sözüm engelli olmasına rağmen bu arkadaşa görev veren sorumlularadır.