14 Aralık 2018 Cuma

Her Yaşın Ayrı Bir Güzelliği mi Var? **

Biri karşına çıkıp saçların dökülmüş ve ağarmış dediğinde yaşlandık artık diyorsun. Hemen "Her yaşın ayrı bir güzelliği var" cevabı alıyorsun. Sahi öyle mi, her yaşın ayrı bir güzelliği var mı? 

Çocukluğu anladım, gençlik o biçim zaten, olgunluk çağı diyebileceğimiz 35-50 yaş arasına da eyvallah diyelim. Ya sonrası? Sonrası malum yaşlılık! Yaşlılığın neresinde güzellik var?

Şikayet değil elbet yazacaklarım. Fani bir varlık olarak Rab Teala müsaade ederse bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerini göreceğiz. 

Yaşlılık, istenecek ve temenni edilecek bir durum değil. Hoş istemesen de o gelip seni bulacak zaten.

Nedir yaşlılık? Ölümü gördüğün, iliklerine kadar her daim hissettiğin ölüm kapında. Belirtileri; yüzün kırışması, saçların ağarması, dişlerin çürüyüp dökülmesi,  yeni suni dişlerin takılması, eskisi gibi koşamaman, yürürken bile nefes nefese kalman, ayakları katlayamaman, gözlerinin yakını görmemeye başlaması, kulağın az işitmesi, prostatının belirtileri, toplu ulaşımlarda küçük ve gençlerin "Bey baba, gel buraya otur demesi", çoluk-çocuğunun bakışlarından seni angarya gibi gördüklerini hissetmen, alınganlıklarının artması, vücudunun değişik yerlerinde ağrı ve sızıların artması, kireçlenmenin çoğalması, doğal dişleri kaybetmen dolayısıyla yediğin ve içtiğinden zevk almamaya başlaman, yediğinin-içtiğinin dokunması, ilaç veya ilaçlara bağlı olarak yaşamaya başlaman, akranlarının veya senden büyüklerin bir bir sırayla gitmesi, seni görenlerin yaşına göre iyisin demeleri, kapını zorunlu çalanların dışında açan olmaması, eskisi gibi yük ve eşya taşıyamaman vs yaşlılığın belirtileri olarak sayılabilir. İşte yaşlılık deyince bunlar aklıma geldi hemen. 

Merak ediyorum bu saydıklarımın hangisi istenen bir durum? Neresi güzeldir bunun? Hz Ömer'in "Bana her gün ölümü hatırlatacaksın" diye parayla tuttuğu adamın "Saçların ağardı, bana ihtiyacın kalmadı, o saçların her gün sana ölümü hatırlatacak, artık bana müsaade demesi" gibi saçların ağarmasının ötesinde bize ölümü hatırlatacak bin bir yönümüz “ben pert oldum artık” diye ayan beyan kendini gösteriyor. Çünkü vücut dökülüyor. Bu durumda gezip dolaşsan, yiyip içsen pek tadı olmuyor artık. Çünkü her günün, her yeni yaşın ölüme biraz daha yaklaştırıyor seni. 

Düşünüyorsun durmadan. Buradan geriye dönüş de yok. Her gün yol alıyorsun öbür dünyaya doğru. Geldim, doyamadan gidiyorum diyorsun. Çünkü seni ebedi âlem çağırıyor her gün. Gideceksin oraya! Zira kurtuluş yok. 

Peki, seni hala düşündüren nedir o zaman? Ameller. Hep bu dünyaya çalıştım. Hepsi burada kalacak, ben öbür dünyaya ne götüreceğim, yeterince hazır mıyım diyorsun. Kim bu konuda yaptıklarını ve kazandıklarını yeterli görebilir ki? İşte insanı kara kara düşündüren de burası. Rabbül âleminin yüzüne nasıl bakacağım, beni neyim kurtaracak diye düşünüyorsun hep.

Hoş ben böyle diyor, yaşlılığı böyle görüyorum. Ama çoğu zaman ölüm de bir kurtuluş oluyor. Allah herkese hayırlı ömür ve ölümler nasip etsin. 

**16/12/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.

MEB'in Merkez ve Taşra Teşkilatlarının Önceliğini Bilen Var mı?

Baştan söyleyeyim MEB'in önceliğinin eğitim ve öğretim değil. MEB'in önceliği seminer ve kurs düzenlemek. Bu tespitimin doğruluğunu araştırmak bedava. Üstelik fazla çaba göstermenize gerek yok. Bunun için okula gitmeye de gerek yok. Okulda okuyan çocuğunuz varsa günde kaç saat dersinin boş geçip geçmediğini sormanız yeterli.

Nerede bu öğretmenler? Raporlu mu? Bir mazereti mi var? Çok az sayıda bir manisi çıkan veya hasta olup dersine gelemeyen öğretmen olabilir. Dersine giremeyen öğretmenlerin çoğunluğu işgüzar yetkili kişiler tarafından ya seminere ya konferansa ya kursa alınır. Boş geçen dersler bu şekilde oluşmaktadır. Sadece bu örnek bile MEB'in derdinin eğitim ve öğretim olmadığını göstermektedir.

Yazık değil mi dersi boş geçen bu çocuklara! Bir öğrenci için dersten daha önemli ne olabilir? Eğitim ve öğretimin içinde öğretmeni girmekle yükümlü olduğu dersten alıp ona kurs vermenin izahı ne olabilir? Veliler, dersleri boş geçsin diye mi çocuklarını okullara gönderiyor? Güya MEB öğretmenleri hizmet içi eğitime alıyor. Bu işi yaparken diğer bir şeyi yıkıyor. MEB yola çıktıktan sonra yolda kervan düzmekten ne zaman vazgeçecek? MEB'in bu yaptığı işe ancak çiş yapma denir.

Anladığım kadarıyla MEB'de işler tepeden aşağıya emir-komuta şeklinde işliyor. Ankara şu şu konularda seminer, kurs, toplantı vs düzenlenecek diye karar veriyor. Taşra, zaman müsait mi deme ihtiyacı duymadan emir demiri keser misali hazır ol vaziyetine geçiyor ve Bakanlığın istediği etkinliği sırf yerine gelsin diye açıyor. İstenilen aktivite dersi etkileyecekmiş, verimli olmayacakmış hiç önemli değil.

MEB'in sayın yetkilileri! Ne yaparsanız yapın ama önceliğiniz eğitim ve öğretim olsun. Bunu dert edinin. Doğruluğuna kendinizin bile inanmadığı boş işlerle uğraşmaktan vazgeçin. Ne olur, kafanızı kumdan çıkarıp etrafınıza bir bakın!

Partiler İttifak Yerine Birleşmeyi Deneseler! ***


Sayısı 90'dan fazla siyasi partimiz var. Adı-sanı duyulmayan irili-ufaklı partilerimizin çoğu tabela partisidir. Seçimlere giren parti sayısı genellikle iki elin parmakları kadar. Diğerleri ne yapar, ne eder, niçin varlar, pek bilinmez. Daha doğrusu ben bilmiyorum. Bazıları da ederinden yani aldığı oydan fazla ses çıkarır, her seçime girer, pusulalarda yer işgal eder. Kayıtlı üyeleri kadar bile oy almamalarına ve her seçim sonucunda "diğer" olarak isimlendirilmelerine rağmen siyasi hayatlarına hala devam ediyorlar. Bu iş olmayacak deyip partilerini kapatmadıklarına göre durum ve vaziyetten memnun olsalar gerek. Hasılı bu ülkede kurulmuş ve siyasi hayatına devam eden partilerin ne yapmak istediğini bir bilirsek bu ülkenin birçok sorunu halledilir gibi geliyor bana.

24 Haziran 2018 genel seçimleriyle birlikte siyasi hayatımıza ittifaklar resmen girdi. Cumhur ittifakı ve Millet ittifakı siyasi tarihimizdeki yerini aldı. Şimdi 31 Mart 2019 mahalli seçimlerine giderken yine ittifaklar gündemde. Ama bu sefer resmen değil, birinin aday çıkardığı yerde diğeri aday çıkarmayacak, aday çıkarmışsa geri çekecek, diğer partiyi destekleyecek. Neredeyse 81 il; şu ilde sen, bu ilde ben aday çıkarayım şeklinde parsellendi. Partiler bu yol ile birbirini örtülü olarak destekleyecek. Sonuçta hangi ili, hangi partinin belediye başkanı kazanır, evdeki hesap ne kadar seçmene uyar, bunu 31 Mart gecesi anlayacağız.

Merak ettiğim madem partiler seçim kazanmak için asgari müştereklerde bir araya gelip nasıl kazanırız hesabı yapabiliyorsa, ortak bir hedef etrafında birleşebiliyorsa, günlerce bir araya gelip toplantı üzerine toplantı yapabiliyorsa ve aralarında çıkar ilişkisine dayalı bir hukuk oluşabiliyorsa niçin tek çatı altında birleşme yolunu denemezler? İttifak için bir araya gelen partiler, partilerini birleştirme için çaba sarf etseler bence daha mantıklı bir iş yapmış olurlar. Hem kendileri yorulmaz, hem günlerce aralarında anlaşabilecekler mi konusu gündeme gelmez. Üstelik partilerini birleştirerek tek parti etrafında teşkilâtlanmaları ülkenin, kendilerinin ve seçmenin yararınadır. En azından ülkede bir sinerji meydana getirmiş olurlar ve kazanmak için seçmenlerine daha güven vermiş olurlar. Bu yol izlendiği takdirde partiler maddi açıdan da rahata kavuşurlar. Her parti her ilde teşkilâtlanacağım, il-ilçe binası bulacağım, buraların kirasını vereceğim külfetine de katlanmak durumunda kalmaz. Kiraya verecekleri parayı seçim propagandasında harcamış olurlar. 

İlk başta ittifak çerçevesinde bir araya gelip birlikte seçime girebilenler bence ittifaktan ziyade tek parti çatısı altında birleşmeyi düşünmeliler bundan sonra. Bu iş zor; biri Hanya, diğeri Konya demeyin. Denemekte fayda var. Nasıl ki küçük çıkarlarda bir araya gelebilenler niçin daha büyük çıkarda bir araya gelemesin. Eğer bu önerim kabul görmezse daha biz birçok seçimde seçim öncesi durmadan ittifaklar konuşmaya devam ederiz.

*** 20/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


13 Aralık 2018 Perşembe

Bir İmam Profili

Bir cami imamından bahsedeceğim burada. Bu imamla ilgili yazacaklarım camianın diğer mensuplarını bağlamaz. Yazacaklarımı da doğru tespitlerimden ziyade benim yanlış okumam olarak görebilirsiniz.

İşyerime yakın bir cami burası. Öğle namazlarını mümkün olduğu kadar bu camide cemaatle kılmaya çalışırım. Muhitin merkezi bir yerinde olan bu caminin cemaati de kalabalık. Bir mahalle camisinde öğle vakti üç saflık bir cemaat fena değil. Cami bakımlı ve temiz.

Gördüğüm kadarıyla görevli imam vazifesini iyi yapıyor. Sesi güzel, okuması iyi, her zaman görevinin başında görüyorum. Vaaz verirken çoğu zaman çevresinde gördüğü olaylara işaret eder, eleştirir ve nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışır. Kendisini arkasında cemaat olmanın dışında tanımamakla beraber dert edindiği konuları ele alması hoşuma gidiyor. İyi ya, daha ne istersin diyebilirsiniz. Keşke tüm gördüklerim bu kadar olsa. Her kadı kızında olduğu gibi bu görevlide de gördüğüm bazı eksiklikler var. Normal mi? takdirinize sunacağım:

Lojmanı cami bahçesinin içinde olmasına rağmen camiye cemaatten sonra gelir. Diğer meslektaşları ezanı yarılar. Cemaat acaba hoca yok mu diye birbirine bakmaya başladığı zaman hocamız ezan okumak için teşrif ediyor. Okullarda evi en yakın olan öğrenci ve öğretmenin okula en geç geldiği gibi hocamız da gecikmeli geliyor. Nedenini bilmiyorum. Demek ki evi yakın olan geç gelir kuralı, genel geçer bir kural sanki!

Ezanı okuduktan sonra cemaat ilk sünneti kılmak için ayağa kalktığında sarık ve cübbesini giymek için yan taraftaki imam odasına giriyor hocamız. Sünnet kılınır ama hocamız yok piyasada. Ne zamanki biri kalkar müezzinlik yapmaya kalkarsa hocamız odasından çıkıp mihraba geçiyor. Bu da olabilir diyebilirsiniz. Odasını bir görseniz, burada bir gariplik olduğunu anlarsınız. Kendisiyle görüşmek için odasına girdiğim zaman görmüştüm odasını. Odasına giremedim. Çünkü çok küçük. Küçücük odasına bir masa ve sandalye koymuş. Geriye 1*1 bile olmayacak bir yer kalıyor. İlk sünneti burada kılıyor. Garibime giden niçin herkesin görebileceği bir yerde namazını kılmayışı? Üstelik burada namaz kılması için kendisini epey büzmesi gerekiyor. Niçin bu eziyeti kendisine reva görüyor, anlayabilmiş değilim. Bir de bazen odasında durup namaz kılmadığı şeklinde bir kanaate sahip oldum. Çünkü bir gün ezan ben yolda iken okundu. Camiye gecikmeli geldim. Cemaat sünneti yarılamışken ben de imam odasının paralelindeki ön safa doğru geçtim. Geçerken bir kıpırtı dikkatimi çekti. Dönüp baktım. Hocamız ayakta bir şeylerle uğraşıyordu. Ben iki rekat kılabildim ki müezzin kamet getirmeye başladı. Hocamız mihraba geçerek tekbirini aldı. Namaz kıldı mı, kılmadı mı, kıldıysa sünneti ne zaman kıldı anlayabilmiş değilim. Sanki kör şeytan “Hocanız odasında oturup namaz kılmıyor” şeklinde bir vesvese veriyor bana. Doğrusunu bir Allah bilir, bir de hocamız.

Cuma günleri etrafında işine gidecek onca cemaatin olduğunu bilmesine rağmen her cuma vaaz verirken en az üç-beş dakika uzatır. Bunu yapmasa iyi olur diyorum. Bir diğer husus, hutbeyi bitirirken okuduğu Nahl 90.ayetin orijinalini okuduktan sonra ayetin anlamına verdiği anlam, bugüne kadar hiçbir mealde görmediğim bir anlam. Ayet mealiyle ilgili “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” diyeceği yerde mealin içerisine parantez içi, parantez ekliyor.

Ben bu yazıyı kaleme alırken “Bir kimse Müslüman kardeşinin bir ayıbını örterse Allah da onun öbür dünyada bir ayıbını örter” hadisi gözümün önüne geldi. Bu yüzden yazsam mı, yazmasam mı diye kendimle epey bir mücadele ettim. İmamın kendisiyle hiçbir problemim olmamasına, hatta kıldırdığı namaz hoşuma gitmesine rağmen icra ettiği görev sosyal bir hizmet olduğu için ismine ve camisine yer vermeden ele almayı uygun gördüm. Allah beni affetsin. Umarım yanlış görmüşümdür.



Kazı Çalışmaları *


Türkiye'nin birçok şehri geçmişte önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış şehirlerimizdendir. Bu yüzden çoğu ilimiz geçmiş medeniyetlerin izini taşır. Çorum dendi mi Hititler, Konya dendi mi Anadolu Selçukluları, Bursa-İstanbul dendi mi Osmanlı devleti akla gelir. Diğer birçok şehrimiz Beylikler dönemine ait tarihi eser ve kalıntılarla doludur. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Anadolu'yu tarih kokan medeniyetler topluluğu olarak değerlendirebiliriz.

Geçmişte kıymet ve değerini yeterince bilemediğimizden birçok şehrimizde var olan eski tarihi eserlere pek sahip çıkamadık. Çoğu yıkıldı gitti, çoğunu da hor kullandık. Az sayıda kalan tarihi kalıntıları da restore etmek suretiyle sanat değeri olan bu tarihi yerleri daha sonraki yüzyıllara taşımaya çalışıyoruz. Aslına uygun bir şekilde yapılan bu restore işi pahalı ve masraflı, aynı zamanda uzun zaman dilimine ihtiyaç duymaktadır. Pahalı da olsa olması gereken budur. Çünkü özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait tarihi eserlerimiz gelecek kuşaklara aktarılması gerekir.

Geçmiş tarihimizi yaşatmak için yapılan restorelerin yanında görünmeyen ve bilinmeyen tarihi kalıntıları ortaya çıkarmak için kazı çalışmaları yapılmaktadır. Hemen hemen birçok şehrimizin meydanında üstü asfalt ile veya kilitli taş veya toprak ile kapatılmış, üzerine bina yapılmış yerlerde yapılan kazılar var. Her zaman gelip geçtiğimiz bir yer, bir bakmışsın ki etrafı çevrilmiş kazı çalışması yapılıyor. Yapılan bu kazıların çoğu da tesadüfen ortaya çıkmış veya çıkarılmış yerlerdir.

Şehrin göbeğinde, üstü zamanında kapatılmış yerlerde yapılan kazı çalışmalarını görünce bir taraftan“Yeni tarihi kalıntılar gün yüzüne çıkarılacak” diye seviniyorum, diğer taraftan “Yazık değil mi şimdi şu yapılan kazıya! Devlet, yerin altına gömülmüş bu tarihi ortaya çıkarmak için ne de çok para harcayacak, arkeologlar gecesini gündüzüne katarak özene bezene emek sarf edecek, üstelik üstü kapatılmak suretiyle tarihi kalıntılara zarar da verilmiş olabilir, keşke buraları kapatmadan önce kıymetini bilseydik” diyorum.

Üzüldüğüm, nice tarihi medeniyetlere beşiklik eden bugünkü ülkemin elinde eski medeniyetlere ait tarihi eser ve kalıntıların olduğu bir haritanın olmayışı. Yeni bir bina yapmak için hafriyat çalışması yapmaya kalktığımız zaman yerin altından hazine fışkırdığını görünce ayıkıyoruz ve hemen yapılan kazıyı durdurup burada arkeolojik bir kazı çalışması yapmaya karar veriyoruz. Ondan sonra yıllar yılı uğraş dur artık. Giden zamana mı acırsın, yapılan masrafa mı acırsın artık!

Yapılan bu kazı çalışmalarıyla ilgili değinmek istediğim bir başka husus, geçmişin tarihi kalıntılarını gün yüzüne çıkarmak, yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine sunmak için ülkeyi bir şantiye haline getirirken bizim ardımızdan gelen yeni nesle bugüne mahsus medeniyetimizden bir eser bırakamayacak olmamız. Çünkü günümüzde yaptığımız hiçbir eserin, binanın yüzyıl sonrası yok. Yaptığımız her şeyin ömrü en fazla yüzyıllıktır. Zaten kalsa bile tarihi değeri olmayan birer beton yığını hepsi.

Bugün geçmişi ortaya çıkarmak için uğraştığımız kadar gelecek nesillere kalıcı tarihi eserler bırakmanın zamanı gelmedi mi hala? Bol bol bina diken mimarlarımız bu konuda ne der acaba? İçinizde Mimar Sinan’dan sonra ikinci bir mimar çıkmayacak mı? Yoksa günü kurtarmaktan tarihe mal olma gibi bir düşünceniz yok mu?

* 26/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

YHT Kazası *


Perşembe sabahı Ankara-Konya arası ilk seferine çıkan tren kazasıyla gözlerimizi açtık. YHT ile aynı rayda olmaması gereken kılavuz lokomotifin çarpışması sonucu 3'ü makinist olmak üzere toplam 9 kişi vefat ederken 86 kişi de yaralanmış durumda. 

Kazayla ilgili yetkililerin yaptığı ilk açıklamaya göre tren teşkil memuru ve tren hareket memuru olmak üzere toplam üç TCDD çalışanı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gözaltına alındı.  Gözaltına alınanların kazada bir ihmal veya kastının olup olmadığı Başsavcının gerekli soruşturmayı yapmasının ardından ortaya çıkacak ve hazırlanan iddianameye göre mahkeme kararını verecek. Ama görünen, bu kazada bir ihmalin olduğu su götürmez bir gerçektir.

Soruşturma ve kovuşturma sonucu kazaya sebebiyet olanlara gerekli cezalar verilir verilmeye. Ama ölen dokuz kişi geri gelecek mi? Maalesef gelmeyecek. 

Hepimiz öleceğiz elbet. Sırası gelen ölüyor. Bundan kaçış yok. Her birimizin ölümü de farklı farklı. Buna hepimiz hazırlıklıyız. Ama burada olduğu gibi bazı ölümler vardır ki birden kabullenmemiz zor. Bize, beklenmeyen bir ölüm gibi gelir bu tür ölümler. Hele bir de başkasının kasıt veya ihmaliyle ölüme gitmek nasıl olur, olur mu böyle şey, dedirtiyor insana. 

Ölen dokuz değerli insanımız geri gelmeyecek. Yaralılardan durumu ağır olanlardan belki hayatını kaybedenler olacak. Diğer yaralılardan bir kısmı da geri kalan ömrünü engelli geçirecek. Bir kısmı da kazanın psikolojisini yıllar yılı taşıyacak. Kazada ihmal ve kastı olanlar ise idari ve adli cezalara çarptırılacaklar. Bunun sonucunda belki hapis yatacaklar. Sonra? Cezamızı çektik diye ellerini kollarını sallayarak çıkıp hayatlarına devam edecekler. Yani nefes almaya devam edecekler. Maalesef dünyanın adaleti bu! Merak ediyorum bu kazada ihmali bulunanlar geri kalan ömürlerini nasıl geçirecekler, vicdanları sızlamayacak mı, rahat uyuyabilecekler mi? Yüzlerce insanın, canlarını emanet ettiği bu kişiler aramızda rahat bir şekilde gezip dolaşacaklar mı? 

Anladığım kadarıyla yaptıkları işin önemini kavrayamamış bu kişiler. İhmal gibi bir lüksleri var mıydı? Saniyelerin bile önemli olduğu görevlerini savsaklamaları taammüden adam öldürmeye girer. Bunun başka lamı-cimi yok.

Kazada ölenlere Allah’tan rahmet, arkalarında kalan ailelerine başsağlığı, yaralılara acil şifalar dilerken -ölenleri geri getirmese de- kazada ihmal ve kastı olanlara en ağır cezaların verilmesi en büyük temennimizdir. Öyle cezalara çaptırılmamalılar ki bundan sonra bu tür yerlerde görev yapacaklara ibret olmalı ve gözlerini dört açmalılar. Allah bir daha böyle kazaları göstermesin bize.

* 15/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Farkında mıyız? Bazen 180 Derece Dönüş yapıyoruz

Önce bir fıkra ile başlayalım yazımıza:
“İki kadın yolda karşılaşmışlar. Biri sormuş:
--Kızın ne yapıyor?
--İki sene önce evlendirdik, damadımız çok iyi çıktı, bizim kızdan önce kalkar kahvaltıyı hazırlayıp yatağına getirir, işe gider. Bizimki öğlende kalkar, temizlikçi kadın gelir evi toparlar, çayını ayağına getirir. Akşam eve bir buket çiçekle gelir ve beraber yemeğe çıkarlar. Çok mutlu çok!
--Ya oğlun?
--Ah hiç sorma kardeş, öyle çirkef birine denk geldi ki Allah düşmanımın başına vermesin! Bizim oğlan erkenden kalkıyor. Seninki hala yatakta! Zavallıya kahvaltıyı hazırlatıp yatağına kadar getirtiyor. Öğlene kadar yatıyor, uğursuz! Bir de eve temizlikçi tuttular, çayını bile temizlikçi kadın ayağına getiriyor. Akşam gelirken de illa sevdiği çiçeklerden getirecekmiş, yoksa sinir krizleri geçirip apartmanı ayağa kaldırıyor. Zaten yumurta kırmayı bile bilmediği için mecburen dışarıda yemek zorunda kalıyorlar. Hayatı karardı zavallı oğlumun!”

Nasıl buldunuz fıkrayı? Öyle zannediyorum okuyunca gülümsediniz, belki de olur mu bu kadarı da deyip garipsediniz veya katıla katıla güldünüz. Gülsek de kahkaha atsak da garipsesek de gündelik hayatımızda bu şekil birbirine taban tabana zıt duruşlar sergileyebiliyoruz. Olaylara göre pozisyon alabiliyoruz. Çelişkiye düştüğümüzün farkına bile varamıyoruz çoğu zaman. Farkına varsak bile ayıplanacağımızı hesaba katmıyoruz. Çünkü günübirlik yaşıyor ve günü kurtarmaya çalışıyoruz. Bu tür davranışımızda empati yok. Sadece kendimizi düşünüyoruz. Hayata kendi perspektifimizden bakıyoruz. Aslında bu yaptığımız bir "u" dönüşüdür, 180 derece geriye dönüştür, kendi kendimizle çelişkiye düşmedir, omurgasız bir duruştur, bencilliktir.

Anlatmak istediğim prensip sahibi olmamızdır. Bu demek değildir ki bir konuda hep aynı fikirde olup hiç fikir değiştirmeyeceğiz. Elbette dün farklı değerlendirdiğimiz bir duruma bugün farklı bir açıdan bakabiliriz. Hatta taban tabana zıt bir fikri benimseyebiliriz. Ama bu işi yaparken "Ben geçmişte bu konuda şöyle düşünüyordum, bugün bu konuda daha farklı bir bakış açısına sahibim. Dün bu konuda yanlış düşünüyormuşum" erdemliliğini göstermek gerekir. Bu bir özeleştiridir, kişinin kendiyle yüzleşmesidir. Çok da zor olmasa gerektir.