11 Kasım 2018 Pazar

Enflasyonla Topyekûn Mücadele Böyle Olur!

          -Karaman Yolcusu Kalmasın!-

Ekonomik hayatı canlandırmak için devletin öncülük ettiği "Enflasyonla Topyekûn Mücadele" kampanyası başlatıldı. Çünkü son on beş yılın en yüksek enflasyon oranlarıyla karşı karşıyayız. Bu kampanyaya birçok sektör fiyatlarında indirime giderek destek verirken devlet de bazı ürünlerde KDV ve ÖTV vergilerini düşürerek katkı vermeye çalışıyor. Amaç, fiyatları indirmek suretiyle vatandaşın alışveriş yapmasını sağlamaktır.

Kampanyanın başlığında topyekûn mücadele yazıyor. Bunun içinde benim de olmam lazım. Ama ne devletim vergi oranlarında indirim yapabiliyorum, ne de firma sahibiyim fiyatlarda indirime gidebiliyorum. Bordrolu bir tüketiciyim o kadar. Ne yapmalıyım ki durgun piyasaya katkıda bulunabileyim? Yeter ki iste. Bir insan isterse piyasaya katkıda bulunabilir. Ben ne mi yaptım? Öyle bir alışveriş yaptım ki hem devlet kazandı, hem de piyasada iş yapanlar kazandı.

Kendisiyle bir vesileyle birkaç defa oturma imkanı bulduğum yaşı doksanı geçmiş bir akrabam vardı. Yaşı ilerlemişti ama her görüşmemizde farklı bir iz bırakmıştı bende: Kimseye yük olmayan, oturduğu zaman kendi halinde ortamdaki konuşmaları dinleyen, her söze karışmayan, soru sorulduğu zaman oturaklı cevaplar veren, iradesi ve zihni yerinde bir hanım teyze idi. İşte bu teyzenin vefat haberini pazartesi akşamı aldım. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, Allah herkese böyle ömür ve ölümler nasip etsin dedim.

Cenaze, Karaman Ayrancı’ya yakın bir köyde idi. Mevtaya son görevimizi ifa edelim diye cenazesine katılmaya karar verdim. Gideceğim ama nasıl gidecektim. Alternatif bol maşallah! Otobüs, tren, özel araba hangisi ile gidecektim. Hafif bir kararsızlığın arkasından trenle gitmeye karar verdim. Ne de olsa öğretmen olduğum için tren benim için indirimli olacaktı. Oturduğum yerden TCDD’nin adresine girerek kendim için öğretmen, eşim için de sivili işaretledim. Her ikimize de aynı fiyatı çekti TCDD. Devletimin nezdinde bir itibarım yoktu. Bunu biliyordum ama trende bizim için bir indirim sağladığını sanıyordum. Ama bir indirim bile yapmadı. Canı sağ olsun! Eşimle aynı fiyattan gideceğim deyip iki kişilik bilet aldım.

Tren bileti aldım ama otobüsle yolculuk yapacaktım. Çünkü Konya-Karaman arası YHT faaliyete başlamadığı için TCDD, anlaştığı otobüs firmalarıyla taşıtıyormuş yolcularını.

Sabahleyin trene yetişecek şekilde evden çıktım. Birkaç dakika ile tren görünümlü otobüsü kaçırdım. Tren biletlerim yandı. Dakik olmayan her insanın başına gelebilir. Ne yapayım bir sonraki treni bekleyemem, otogara gidip otobüs firmasıyla gitsem gecikeceğim. Sonunda arabamla gideyim dedim, arabama yakıtı doldurup yola çıktım.

1,5 saatte Karaman Yeşildere Köyüne vardım. Cenaze sahiplerine taziyelerimi sunarak gerisin geriye yola düştüm tekrar. Çünkü dersim vardı, dersime yetişmeliydim. Şükür ki dersime de yetiştim.

Şimdi siz diyeceksiniz ki ekonominin canlanmasına katkı nerede burada? Böyle demeyin, şayet derseniz gücenirim. Bakın anlatayım: Benim bu alışverişten TCDD kazandı. Çünkü ilk önce ondan bilet aldım. Otobüs firması kazandı. Çünkü TCDD, otobüs firması marifetiyle taşıtıyor yolcularını. Üstelik tren görünümlü otobüsle yolculuk yapamadığım için oturakları işgal etmedim. Belki firma, yolda el kaldıran yolcuları almak suretiyle iki kişilik koltukta dört kişiyi de taşımış olabilir. Yine bu alışverişimden akaryakıt istasyonu kazandı. Birkaç saat ara ile Konya-Karaman ve Karaman-Konya yapmak suretiyle yollar canlandı. Çünkü sayemde bir hareketlilik oluştu.

Gördüğünüz gibi tren bileti artı özel oto ile olan bu seyahatimden/alışverişimden ben bir şey kazanmasam da direk olarak tren, otobüs ve akaryakıt istasyonu kazandı. Otobüs firması ve akaryakıt istasyonu sahibi devlete KDV ve ÖTV ödeyecek sayemde. Bunlar görünen. Bir de görünmeyen kazançlar var: Belli bir ömrü olan lastiklerim yıprandı, bir müddet sonra lastikleri yenilemek için oto lastikçiye müracaat edeceğim. Lastikçi bana dört teker satacak. Yine on bin km’de yakıt değişimi yapmam için nereden baksanız 260 km yol yaptım. Bu demektir ki yakıt değişimi için sanayiye uğrayacağım.

Bu alışveriş bana pahalıya gelse de işim oldu ve nasıl gideyim diye kafamdan geçirdiğim tüm alternatiflerim gerçekleşti. Hiçbirini gücendirmedim. Zaten önemli olan işimizin olması değil mi? Yolculuğa çıkmadan önce tren mi, otobüs mü, özel oto mu derken gidemesem de üçü de oldu. Ben de kazandım bu alışverişten. Benim kazancım azmin ve inadın zaferiydi.

Vatandaş olarak ekonomiye bir canlılık kazandırmak istiyor da aklınıza hiçbir şey gelmiyorsa lütfen benim uyguladığım adımları takip edebilirsiniz. Hayırlı yolculuklar!

"...Yobazlardan Kurtaracağız"


Bugün 10 Kasım. TC'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının üzerinden 80 yıl geçmiş. Tüm yurtta değişik etkinliklerle vefatının 80.yılında Mustafa Kemal anıldı.

Sabah 08.30 sularında okulumuzun yaptığı 10 Kasım Atatürk'ü Anma programına katıldıktan sonra evime geçip biraz dinlendim. Çarşıyı dolaşıp geleyim diye 14.00 sularında çarşıya çıktım. Alaaddin Durağında otobüsten indim. Ne yapayım derken Konya Öğretmenevinde çay içeyim dedim.

Baktım ki durağın karşısında sürekli kapalı olan eski Gazi Mustafa Kemal İlköğretim Okulu binasının önündeki kapı açık. İçeride çoğunluğu yaşlı olan sayıları 20-30 civarında bir kalabalık var. Bazıları öğretmenevinin bahçesinden getirdiği sandalyeye oturmuş, bazıları da ayakta. Bina kapısının önünde kendisine bir kız çocuğu tarafından mikrofon uzatılmış 65-70 yaşlarında biri konuşuyor. Yanına da "80.yılında onu özlemle anıyoruz" yazısı olan çerçeveletilmiş, içerisinde Atatürk resminin de yer aldığı bir resim konmuş. Konuşanı çeken bir kamera da gözüme ilişti. Belli ki bir anma programı da burada yapılıyor.

Ne konuşuyor, mesele nedir diye az sayıdaki kalabalığın içerisine girdim, dinlemeye koyuldum ayakta. Yaşı 70, belki de daha fazlasına merdiven dayamış hatip neler demiyordu ki? Dert küpü mübarek! Konunun birini bıraktı, diğerine geçti. Çünkü daha önceden hazırladığı konuşma metninden ziyade irticalen konuşmaya başlamış. Konuşmasında Atatürk'ü ve yaptıklarını anlatmaktan ziyade "Atatürk'ün unutturulmaya çalışıldığını, ülkenin hainlerle dolu olduğundan" dem vurdu: Bu eski okulun önünde Atatürk'ün büstü vardı, kaldırdılar, niye kaldırıyorlar. Burası okul değil diye kaldırılır mı? Buranın çocukları 19 Mayıs İlköğretim Okuluna gidiyorlardı. Şimdi o okulda Suriyeli çocuklar okuyor. Bizim çocuklar ta İsmet Paşa İlkokuluna gidiyorlar. Suriyeliler bu ülkede öz, bizim Türk çocuklar ise üvey. Yan tarafı öğretmenevi. Öğretmenlerden yapılan kesintilerle yapıldı. Devletin de desteği oldu tabi. Şimdi buranın bahçesini küçülttüler, oturacak yer kalmadı. İçeride Kültür Bakanlığı'nın gönderdiği Atatürk ile ilgili kitaplar vardı, kaldırdılar. Yöneticilerine sordum, ben okuyacağım, bu kitaplar nereye gitti diye. Bilmem cevabı aldım.  Yerine Atatürk'ü sevmeyen, Atatürk düşmanı kimselerin eserleri konmuş. Öğretmenlerin okey ve tavla oynadıkları salon vardı. O salonu da yok ettiler. Buraya dinlenmek için gelen öğretmenler şimdi sağlıklı olmayan yerlere gidiyorlar. Burası eski Gazi Mustafa Kemal, ileride Mareşal Mustafa Kemal, alt tarafımızda 19 Mayıs, yanımızda öğretmenevi var. Buralar ismiyle özdeşleşmiş. Her yer Atatürk düşmanı yobazla dolu. Sevmiyorlar. Haydi Yunanlılar sevmiyor, bunlar niye sevmiyor? Bize bu ülkeyi bırakan sevilmez mi? Bunlarla yasal zemin çerçevesinde mücadele etmemiz lazım. Önümüzdeki günlerde ses getirecek eylemler yapacağız. Desteğinizi bekliyoruz. Buraları yobazlardan temizleyelim..." dedi. Alkışlarla konuşmasını bitirdi. Ardından genç biri yanına çıktı. "Saat 15.00'de kent merkezinde toplanıp Anıt'a kadar yürüyeceğiz, bekleriz" dedi.

Öğretmenevinin bahçesine geçtim. Bir sandalye bulup oturdum. Bahçenin ortasına da bir masanın üzerine aynı resimden bir tane daha koymuşlar. Yanına da lokum ve bisküvi. Gelen geçen sarıp yiyor.

Anladığım kadarıyla alternatif bir anma programı düzenlenmiş. Her yıl mı yapılıyor, yoksa bu sene mi yapıldı, konuşan kimdi, bu organizeyi kim yaptı bilmiyorum. Bildiğim bir şey var bugün iki anma programına katıldığım. Lokum sarıp yemedim ama güzel düşünmüş kim düşündüyse. Konuşan kimseye konuşmanın  bitiminde "hocam" dendiğine göre sanırım hatip emekli bir öğretmen. Bu anma programını da düzenleyen Atatürkçü bir dernek olsa gerek. Anma yeri olarak bu eski okulun önünün seçilmesi de öyle zannediyorum büstün kaldırılması sebebiyle olsa gerek.

Bu tür alternatif programlar yapılabilir, hatta yapılmalı da. Fakat yaparken başkasını suçlamadan yapmak gerek. Bugün günün anlam ve önemine binaen bir konuşma yapılması daha yerinde olurdu. Hele "Buraları yobazlardan kurtarmak gerek" demek hiç doğru değil. Farklı düşünceye tahammülsüzlüktür bu. Sonra Atatürk'ü unutturmaya çalışıyorlar ne demek? Kim unutturmaya çalışıyor? Yıllardır Atatürk'ü, gününde bugün yobaz dediği insanlar kutluyor. Bu hatip sanırım bugün resmi anma programını düzenleyenleri samimi bulmuyor, yobaz dediğine göre aynı zamanda niyet okuyuculuğu yapıyor. Kusura bakmasın kimse kimsenin niyetini okuma hakkına sahip değildir. Ayrıca Atatürk kimsenin tekelinde değil. Kimse başkasını suçlayarak Atatürk'ü anlatamaz. Belki de Atatürk'ün tüm kesimlere anlatılamamasının nedeni bu suçlayıcı bakış açısıdır. Çünkü sürekli suçlayarak bir yere varılamaz. Bu konuşan kişi öğretmenlik yaparken merak ediyorum öğrencilerine Atatürk'ü böyle mi anlattı? Eğer böyle yaptıysa hem kendine hem de öğrencilerine yazık etmiştir. Eleştirilerinden biri de Atatürk'ü sevmiyorlar. Bence bu bakış açısı da yanlıştır. Saygı göstermiyorlar dese eh zaman zaman da olsa hakaret edenler var, onları kastediyor diyeceğim. Bu da bir niyet okumadır. Nereden biliyor Atatürk'ün sevilmediğini. İnsanların kalbini yarıp baktı mı ki? Sonra kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Çünkü sevmek bir kalp ve gönül meselesidir. Ama herkes birbirine saygı göstermek zorundadır.

Yazıyı uzattım biliyorum ama mikrofon ve kamera eşliğinde dakikalarca başkasını suçlayarak ve yobaz diyerek Atatürk'ü anlatan bu öğretmen gerçekten Atatürk'ü seviyor mu? İçini bilmem, niyet okuyuculuğu yapmayayım ama anlattıklarına bakılırsa kaldırılan büste ve kitaplara kafayı takmış. Atatürk'ü unutmamak bir büstten ve üç beş kitaptan mı ibarettir? Atatürk'ü okumak istiyorsa pekala Kültür Parktaki Kültür Bakanlığına bağlı kütüphaneye giderek istediği kitabı alıp okuyabilir. Ona kim engel olabilir? Bir  okul, değişik sebeplerle kapatılmış ise büstün kaldırılmasından doğal ne olabilir? O büst oradan kaldırılmış bir başka yere monte edilmiştir. Halen metruk, ne amaçla kullanılacağı belli olmayan bir yerde büstün kalması bazı riskleri de beraberinde taşır. Büstü kıran çıkabilir, ayrıca büst belirli periyotlarla temizlenmesi gerekiyor. Çünkü kuş gelir, üzerine konar ve pisliğini bırakır.  Kuş bu! Atatürk'ü bir büste indirgemek doğru değil. Eğer böyleyse bu sevgi büst Atatürkçülüğünden ibarettir. Bence suçlama yerine Atatürk'ü ve yaptıklarını anlatsa davasına daha iyi hizmet etmiş olur.

Bu alternatif anma programının hiç iyi yönü yok mu derseniz yukarıda bahsettim, masaya koydukları lokum ve bisküvi orijinal bir fikir. Tatlı yiyip tatlı konuşalım demek gibi bir şey bu. Bir diğer iyi yönü içi dolmuş Atatürkçüler burada içlerini dökmüş oldular. Yine bir diğer iyi yönü ise meşru yollardan mücadele edeceklerini söylemesi!

80.yılında 10 Kasım günüm bu şekilde geçti. Hatip konuştu, dinleyiciler dinledi, ardından kimi öğretmenevinin bahçesine oturdu, kimi de çekti gitti. Bana da bu gördüklerimi yazmak kaldı.

Birbirimizi anlamak ve birbirimize saygı göstermek dileklerimle!


10 Kasım 2018 Cumartesi

Enflasyonla Topyekûn Mücadelede Sektörlerin ve Devletin Tavrı *

Enflasyonla Topyekûn Mücadele adı altında fiyatlarda indirime gitme kampanyası başlatıldı. Özel sektörün çoğu yaptığı zamlarda yüzde 10 indirime giderek bu kampanyaya destek verdi.

Firmaların fiyatlarını aşağıya çekmesini ben birçok esnafın başvurduğu pazarlık usulüne benzetiyorum. Konya'da yaşayanlar bilir. Çünkü alışverişlerde pazarlık yapmak Konya'da daha yaygındır.  Gelen müşterinin pazarlık yapacağını bilen esnaf fiyatı yüksek tutar, müşteri de esnafın fiyatı yüksek çekeceğini bilir. Ürün alınacağı zaman "En son kaça olur" pazarlığı yapılır. Esnaf söylediği fiyattan biraz indirim yapar, müşteri de "Söylediği ilk fiyata göre baya indirdi" diyerek ürünü alır. Bu tür alışverişten esnaf da müşteri de memnun kalır. Esnaf zaten belirlediği fiyata satar, müşteri de kendisine özel indirim yapıldığını sanarak sevinir.

Şimdi bu alışverişte indirim yapılmış mıdır? Bence indirim falan yok. Kim ederinden daha düşüğüne verir? Bu alışverişte olsa olsa taraflarda psikolojik bir rahatlama olur. Enflasyonla Topyekûn Mücadele kampanyasını da ben pazarlık payı olsun diye fiyatı yüksek tutup ardından indirim yapan esnafa benzetiyorum.

Esnaf böyle de devlet nasıl? Aslında aralarında pek fark yok. Çünkü enflasyonla mücadele kapsamında devlet de KDV ve ÖTV oranlarında indirime gitti. Demek ki devlet de zamanında vergiyi yüksek tutmuş, alması gereken verginin ötesini tahsil etmiş. Yok aslında bir farkları. Esnaf veya firma da işin fahişinde, devlet de. Halbuki zamanında olması gereken vergi oranları ve kar marjının makulü olmalıydı. Bu örnekten anlaşılacağı üzere hem devlet hem de sektörler vurgun peşinde, hala daha fazla nasıl kazanırım derdinde. Zamanında vuruyorlar, sonra ihsan bahşeder gibi indirim yapmak veya vergi oranlarını düşürmek suretiyle milli olduklarını ve milleti düşündüklerini bir kampanyayla cümle aleme duyuruyorlar. Sormazlar mı adama, bugün indirdiğiniz KDV ve ÖTV oranlarıyla tahsil ettiği devlete yetiyorsa, firma sahipleri fiyatlarda indirime gitmek suretiyle kazanmaya devam ediyorlarsa ne diye zamanında vergi oranlarını ve kar marjlarını yüksek tuttular? Bu açgözlülüğün ceremesini kim çekiyor? Tabii ki orta ve dar gelirli halk çekiyor ve hayata tutunmak için de çekmeye devam edecek.

Ne diyelim? Daha fazla kazanma hırs sahiplerinin gözlerini ancak toprak doyurur.

* 14/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Parti Disiplini Denen Şey! ***


Ne zaman bir yazımda cemaat ve tarikatlara yer versem bazıları durumdan vazife çıkarır: Cemaat ve tarikatlar öyle değil der ve özellikle tarikatların ne olduğunu anlatmaya çalışır. Durum yazılarımdan vazife çıkaranların dediği gibi olsa da biz zahire göre davranır, onları öyle biliriz. Çünkü birçok cemaat ve tarikatlarda aykırı ve farklı söze yer verilmez, tek ses çıkar. Her şey askeriye mantığı gibi yukarıdan aşağıya emir komuta zinciri çerçevesinde cereyan eder. Bu durum sadece cemaat ve tarikatlarda değil; vakıf, dernek, STK'larda da üç aşağı beş yukarı böyledir. Yani hepsinde bir disiplin vardır.  O disiplinin dışına kolay kolay çıkılmaz. Bu disipline uyulmadığı takdirde ilgili kişi en basitinden dışlanır, yok kabul edilir, o yapıyla bağı koparılır. 

Tarikat, cemaat, vakıf, dernek, ve STK'lar böyle de çok partili hayatın vazgeçilmezi ve demokrasinin olmazsa olmazı dediğimiz partiler nasıldır? Gördüğüm hiç farkının olmadığıdır. Yok aslında birbirinden farkları. Çünkü partilerde bunun adı parti disiplinidir. Birinde "Vardır bir hikmeti" mantığı çerçevesinde içine sinse de sinmese de mutlak itaat ve bağlılık varken öbüründe bunun adı parti disiplinidir.

Parti disiplini olsun elbet. Önemli kararlarda partinin aldığı karara uyulsun. Ama bir TV kanalına çıkmak bile parti disiplinini ihlal kapsamına giriyor ve vekil orada kendi özgür görüşlerini açıklayamıyor, açıkladığı takdirde "Kesin ihraç talebiyle" parti yüksek disiplin kuruluna sevk edilebiliyor ise bu parti disiplini denen şey gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Bu durum devlet memuru mantığıyla aynıdır. Devlet memuru da izin almadan basın açıklaması yapamaz, TV'ye çıkamaz. Haydi devlet memurundaki mantığı anladık diyelim. Her türlü imkanı sunarak seçip gönderdiğimiz vekil bir devlet memuru muamelesi görebiliyor, çalışma alanı daraltılabiliyor ve her şey parti liderinin isteği doğrultusunda olacaksa biz ne diye vekillere bu kadar imkan sunuyoruz? Bu görüntüyle vekil, özgür iradesiyle ne kanun teklifi verebilir ne içine sinmediği bir hususta görüşünü açıklayabilir.

Parti disiplini denen şey tüm partilerde var ve vekillerin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmakta. Bu parti disiplini dedikleri lider sultasından başka bir şey değildir. Maalesef bu ülkenin veya tüm doğu ülkelerinin kaderi bu olsa gerek. Bu durum partilerde böyle, cemaat ve tarikatlarda böyle; vakıf, dernek vb. STK'larda hakeza. Baştaki yani bir oluşumun en tepesindeki ne derse o olur. Diğerlerinin görevleri bu emre uymaktır ve uyan kalabalık ne kadar fazla olursa boruyu öttürenin gücüne güç katmaktır.

Sonuç olarak bir STK'da veya partide değerin belirlenen kural ve disipline uymaktan ibarettir. Böyle hareket etmediğin takdirde değerin sıfırlanır, gözden düşer, kapı önüne konursun. Gerisi yalandır.



*** 15/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Kasım 2018 Cuma

Önceliğimiz Ne Olmalı?****


İnsanoğlunun rahat ve kolay bir hayat sürmek için öncelikleri vardır. Kişiden kişiye bu öncelikler değişse de genelde insanoğlu atım-arabam olsun, evim-barkım olsun; gezeyim tozayım, kimseye ve hiçbir şeye muhtaçlığım olmasın, kimseye bağlı olmadan özgür bir şekilde yaşayayım, isteklerimi zamana yaymadan bir an evvel halledeyim çabası içerisindedir. Aslında tüm çaba ve gayret mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek içindir.

Diyelim ki kafamıza koyduğumuz tüm isteklerimiz gerçekleşti. Sonuç? Mutlu olabiliyor muyuz? İnsanoğlu olarak her yolu denesek de maalesef bir türlü mutlu olamıyoruz. Olsak da geçici oluyor. Çünkü bir müddet sonra çekip gidiyor bu mutluluk. Tıpkı yalancı bahar gibi. Tüm isteklerimizi elde edip düze çıkınca içimizde hala bir eksiklik hissederiz. Nasıl olur? Ne eksiğimiz kaldı ki? Her şeyimizi elde ettik. Hissettiğimiz eksikliğin huzur ve mutluluk olduğunu nice sonra anlarız. Halbuki tüm çaba ve gayretimiz rahata kavuşmak suretiyle huzur ve mutluluk değil miydi? İsteklerimiz gerçekleşince bu da arkasından gelir diye düşündük hep. Ama gelmiyor bir türlü. Çünkü mala-mülke, ata-arabaya, eve-barka, paraya-pula sahip olmak tek başına mesut ve bahtiyar olmak için yeterli değildir. Şayet öyle olsaydı tüm zenginlerin sürekli mutlu, huzurlu ve hiçbir dertlerinin olmaması gerekirdi.

Bana göre tüm bunların arkasında yatan sebep beklentilerimizdir. Bu beklentiler farklı farklı olabilir: Ayağımızı yorganımıza uzatmadan çıtayı yüksek tutmak, imkânı olan başkalarından beklenti içerisine girmek, isteklerimizin gerçekleşmesi için gece-gündüz kendimizi şartlandırmak, elde etmek istediğimizle yatıp kalkmak, olmamasını dert edinmek gibi durumlar mutsuzluğumuzu tetikleyen sebepler olabilir diye düşünüyorum. Olanı kabullenemiyor, mevcut halimize şükredemiyor, olmayan şartlarımızı zorluyoruz. İstek ve beklentilerimizin olması için çırpındıkça sıkıntıya giriyor, dert sahibi oluyor, tabir yerindeyse insan kılığından çıkıyoruz. 

Çalışıp kazanmak güzeldir ve olması gerekendir. Çünkü  çabalamazsak bir başkasına muhtaç oluruz. Ama doğal akışı içerisinde tabiatı zorlamamak lazım. Biz çoğu zaman küpe girmeden sirke olmaya kalkıyoruz. İsteğimiz hemen olsun istiyoruz. Bunun için boyumuzdan büyük borcun altına giriyor, gerekirse kredi çekiyoruz. Kendimizi gerdikçe geriyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadan zamana yaymadan iyi bir hesap ve kitap yapmadan kalkıştığımız borç yükünün altında eziliyoruz.

Kanaatime göre rahat ve konforlu bir hayat sürmek için yine mutlaka hedeflerimiz olmalı. Ama bir an evvel rahat edeceğiz diye huzurumuzu kaçırabiliriz. Önceliğimiz huzurumuz olmalı. İnsan az ile mutlu olabildiği gibi çok ile mutlu olamayabilir. Belki de kişinin mutluluğu azdadır. Çünkü variyet kişiyi azdırabilir ve şımartabilir de. En iyisi huzurumuzu kaçıracak yüklerin altına girmemektir. Yoksa üç günlük dünyada hayat burnumuzdan fitil fitil getirir.

**** 10 Kasım 2018'de haberladik.com sitesinde yayımlanmıştır.





8 Kasım 2018 Perşembe

"Kur'an'ı Niçin Arapçasından Okuyoruz?" *


Dün bir öğrenci "Kur'an'ı niçin Arapçasından okuyor, Türkçesinden okumuyoruz" dedi. Öğrenciye “Senin adın Orkun değil mi” dedim. “Evet” dedi. İsminin anlamını biliyor musun? Dedim. “Biliyorum kentin yöneticisi demek” dedi. “Sana Orkun diye değil de ‘Kentin yöneticisi’ diye hitap etsek nasıl olur, kabul eder misin” dedim. “Kabul etmem” dedi. “Niçin” dediğimde “Çünkü beni tam karşılamıyor” dedi. Ardından  "Kur'an'ın orijinal dili Arapçadır. Anlamak için mutlaka Türkçe anlamını da okuyacağız, ama yüzlerce meal var, bazı ayetlere farklı anlamlar verilebiliyor. Farklı meallerin hangisinin doğru olduğunu tespit etmek için orijinal metne müracaat ederiz. Orijinalinden okumak Kur'an'ın aslını korumak demektir. Tıpkı isminin anlamını bildiğimiz gibi yine sana Orkun diye hitap edelim, olmaz mı" şeklinde bir açıklama getirdim. 

Bana bu soruyu soran öğrenci 5.sınıf bir öğrenci. Sorusu da çok masum. Verdiğim cevaba ikna oldu öğrenci. Anladığım kadarıyla zaman zaman ateşi sönse de ev ortamında ve ekranlarda sık sık “Bu Kur’an’ı Türkçesinden okusak, ezan Türkçe okunsa da anlasak” tartışmalarından öğrenci de etkilenmiş. Ki etkilenmemesi mümkün değil.
***
2000’li yıllarda çalıştığım bir Anadolu Lisesinde bir öğrenci parmak kaldırdı. Kendisine söz verdim. “Hocam! Kur’an bugün ihtiyaçlara cevap vermiyor. Yenisi yazılsa nasıl olur” dedi. “Kur’an yeniden yazılamaz. Çünkü Allah kelamıdır. Üstelik her ihtiyaca cevap verdiği gibi her asra da hitap eder, yeter ki biz okuyup anlayalım ve hayatımıza tatbik edelim” dedim.

Bir ay sonra Kur’an-ı Kerimi tanıtmak amacıyla sınıfa birkaç mealli Kur’an-ı Kerim ile birlikte girdim. Kitapla ilgili biraz açıklama yaptıktan sonra daha yakından görmeleri için en ön sıralara birer tane koyarak “İnceledikten sonra arka sıralara verelim” dedim. Öğrenciler Kur’an’a göz gezdirirken bir ay önce “Kur’an’ı yeniden yazsak nasıl olur” diyen Cenk isimli öğrenciye “Bu Kitap’tan evinizde var mı” dedim. “Bilmiyorum, vardır herhalde” dedi. “Bu Kur’an-ı mealinden hiç okudun mu” dedim. “Hayır okumadım” dedi. “Pekiyi içinde ne yazıyor biliyor musun” dedim. Yine “hayır” dedi. “Mübarek! Hiç içine bakmadan, ne yazdığını bilmeden bu asra hitap edip etmediğini incelemeden niye yeniden yazmaya kalkıyorsun o zaman” dedim. “Tamam hocam, yeniden yazmayalım o zaman” dedi. Gülüştük.

5.sınıf öğrencisi gibi lise üçüncü sınıfta okuyan Cenk de açıklamamdan ikna oldu. Geri kalan zamanda dersimize kaldığımız yerden devam ettik. Çünkü sorun masumane soru soran öğrencilerde değil biz büyüklerde. Keşke tartışmalarımızla kafalarını karıştırdığımız küçüklerin ikna oldukları gibi büyüklerimiz de ikna olsa bu konular bir daha açılmayacak şekilde kapanır gider, ısıtılıp ısıtılıp önümüze tekrar tekrar konmaz. Keşke biz büyükler de bu çocuk ve gençler gibi masum olsak inanın aramızda bu şekil suni bir tartışma hiç olmazdı.

İşin garibi “Kur’an Türkçeleştirilse, namazda Arapça değil Türkçesini okusak, ezan Türkçe okunsa da ne dediğini anlasak” tartışmalarını başlatan büyüklerin çoğunun namazda, niyazda, Kur’an’da ve ezanda gözü yok. Onları ne camide görürsünüz ne de cemaatte.  Gözü yok ama kaşımayı iyi beceriyorlar maalesef. (Az sayıda da olsa bu tiplerin içinde namaz kılan ve Kur’an okuyan samimi kimseler var. Bu hakkı da burada teslim edelim.)

* 10/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


7 Kasım 2018 Çarşamba

Adamın Arapça Bilgisine Hayran Kaldım *

Her akşam bir kanalda yapılan tartışma programlarının öğretim görevlisi gediklileri var. Kambersiz düğün olmaz misali her türlü tartışma programında bunlar boy gösteriyor. Kimi doçent, kimi profesör, kimi de rektör.

Ekranda oturdukları yerden hangi görüşte oldukları belli bu öğretim görevlilerinin anlamadıkları ve bilmedikleri bir konu yok maşallah! Gecenin geç vaktine kadar sürüyor programları. Her konuda söyleyecek sözleri olmalı. Merak ediyorum bunların evleri, barkları yok mu? Her gün evlerimize misafir oluyorlar. Ertesi günü dersleri yok mu? Derslerine giriyorlarsa öğrencilere ne anlatıyorlar? Çünkü bir kişi sahasında ne kadar yeterli olursa olsun dersine bakarak girmesi gerekir. Programların sürekli müdavimi olan bu tipler herhalde katıldıkları programdan ücret alıyor olmalılar ki tüm eforlarını ekranda sarf ediyorlar. Tüm birikimlerini orada boşaltıyorlar. Bunların yeni bilgi ve konuyu öğrenme ve araştırma zamanları da olmamalı. Çünkü ne zaman bakacaklar? Herhalde geçmiş bilgilerini yeni bilgi almaksızın satmaya devam ediyorlar. Zaten sürekli konuşan kendisi bir şey almaz, sürekli verir. Öyle zannediyorum tam veremiyorlar ki her gün çıkıyorlar. Konuştukları ve tartıştıkları bir incir çekirdeğini doldursa gam yemeyeceğim.

İşte onlardan biri: Bir kanalda Andımız üzerine yine bir tartışma var. Ana Muhalefetten bir vekil, "Andımız okunmalı, burada bir ırkçılık yok." derken doçent unvanlı biri "Bu Andımız 1933 Türkiye’sinin Andı." şeklinde bir şeyler söyledi. İkisi arasında söz döndü dolaştı ezanın Türkçe okutulmasına geldi. Vekil "Niçin başka dilde okunuyor, Türkçeye bu kadar düşmanlık yapmayalım, insanlar okunandan anlasın" dedi. Doçentimiz "Sen Tanrı uludur diyebilirsin. Bunun önünde bir engel yok. Hatta bir cami yaptırıp namazı da Türkçe kıldırtabilirsin. Bana kimse Tanrı dedirtemez... Benim ezanım ‘Allah’ü ekber’ şeklinde başlamalı. Sen bilir misin ‘Allahü ekber’ ne demek? Ben biliyorum. Çünkü ben Arapça biliyorum. ‘Allah’ü ekber’ demek ‘Allah birdir’ demek..." dedi. Videodan izlediğim bu kadar. Ardından kapattım, gerisini dinlemedim. Çünkü yaptıkları horoz dövüşünden başkası değil.

Burada bir kısmını alıntıladığım konuşmada kendisinin Arapça bildiğini söyleyen doçentin ‘Allahü ekber'e ne anlam verdiği dikkatinizi çekmiş olmalı. ‘Allah en büyüktür’ anlamına gelen ‘Allah’ü ekber’ cümlesine hukukçu doçentimiz ‘Allah birdir’ şeklinde anlam veriyor. Programın devamında düzeltme yapan oldu mu bilmiyorum, dil sürçmesi mi onu da bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, akademisyenin Arapçası mükemmel! Bilgisine hayran kaldım doğrusu!

Sayın doçent Arapçayı biliyorum demese dil sürçmesi deyip geçeceğim. Ama öyle hararetli tartışıyor ki ağzından çıkanı kulağı duymuyor. İnşallah dil sürçmesidir. Olabilir. Çünkü irticalen konuşuyor. Eğer gerçek Arapça bilgisi bu ise işte o zaman yandık demektir. ‘Allah’ü ekbere’ şu ana kadar ‘Allah en büyüktür’ anlamı veren bizim gibilerin bilgisi yanlış ise bunu da bilmek isteriz. Hatta bu durumda kendisinden ders almak isteriz.

Arapça bildiğini hava atan bu hukukçu doçentin hukuk bilgisi umarım Arapça bilgisi gibi değildir. Eğer böyleyse bu bilim adamı şu ana kadar hep işkembeyi kübradan atmış ve bize yutturmuş demektir. 

TV'ye çıkıp her konuda söz söylemeye çalışan ve ben bu işi biliyorum diyen ekranların bu gediklileri şunu bilsinler ki ilmin yarısı edep ise yarısı da bilmiyorumdur. Yani haddini bilmektir. Bilgi ise bunlardan sonra gelir. Yine bilim adamı demek birinin, bir kesimin silahşörü, kalemşörü, basın sözcüsü olmak değildir. Kendisini ilme verir, sahasında konuşur, ötesinde susar. Konuşurken de kimseden çekinmez, olması ve söylenmesi gerekeni söyler. Alanı kendisine dar geliyor, kabına sığmıyorsa cübbesini çıkarıp siyasete girmelidir. Kimsenin bilim adamlığını ayaklar altına alma gibi bir hakkı yoktur.

* 09/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.