7 Kasım 2018 Çarşamba

Yasallık Ahlaki Olmalı **


Benim de dahil olduğum bazı insanlar vardır ki ağzından bal damlar. Doğruluğu, dürüstlüğü kimseye vermez. Hak ve adaletin ne olduğundan dem vurur. Herhangi bir yere yapılacak atamalarda aranan kriter olarak herkesin hoşuna giden ehliyet ve liyakatların esas alınması gerektiği hususunda öneriler sunar. Buraya kadar sorun yok. Amenna!

Sorun nerede derseniz böyle diyenlerin, yazıp çizenlerin, mangalda kül bırakmayanların büyük bir kısmının göz ardı ettiği bir husus var: Kendilerinin bulunduğu yere ne şekilde geldikleridir. Bence esas sıkıntı burada. Eğer bir kişi geldiği yere hakkaniyet ölçüsü içerisinde gelmemişse bu kişinin durumu kafasını kuma gömen devekuşuna benzer. Sanır ki geldiği yere ne şekilde geldiğini kimse bilmiyor.

Bir koltuğa gelen o koltuğun ehli ve koltuğunun hakkını veren biri olabilir. Geliş şekli de yasal diyelim. Atama usulü sakat olduğu için toplum nezdinde asla inandırıcı olamaz. Böylelerini dinleyen bıyık altından güler. Çünkü giydiği gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiştir. Başı yanlış iliklenen bir gömleğin diğer düğmeleri hesaba katılmaz. Ayrıca bir şeyin yasal olması o işin hakkaniyete uygun olduğu anlamına gelmez. Yasal olanın toplum nezdinde bir kıymeti harbisinin olması yasal olanın adalete ve objektif kriterlere uygun olmasıyla orantılıdır. Eğer bu tip kişiler doğru sözlü olmak, hakkı savunmak istiyorlarsa mevcut pozisyonlarını içlerine sindiremeyip koltuğu bırakmakla samimiyetlerini gösterebilir. Çünkü kem âlât ile kemâlât olmaz. Hem ele talkın verip hem de salkım yemeye devam ettikleri müddetçe hiç ikna edici olamazlar. 

Bulunduğu makama objektif kriterle gelmeyenler "Biz aslında bulunduğumuz makama hakkıyla gelmedik. Çok da önemli değil. Bizim için önemli olan bir makama gelmekti" deseler alınlarından öpeceğim. Çünkü bir hakkı teslim ettikleri için kendilerini daha doğru sayacağım.

Gücünü koltuktan alan, koltuğa bir güç vermeyen kerameti kendilerinden menkul bu kişiler hiçbir şey yapamıyorlarsa en azından konuştuğu zaman ayet-hadis okumasın, din ve diyanetten  bahsetmesin. Çünkü olduğuyla yaptığı veya geliş şekli örtüşmüyor. Çünkü bu millet din-diyanetten bahsedip de haksızlığa göz yumanları asla affetmez. Keşke milletin affetmediğiyle kalsalar Allah da affetmez. Çünkü Allah insanları kendisiyle aldatanları hiç mi hiç sevmez.

** 02/12/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



6 Kasım 2018 Salı

Ufukta Yine Bir Başkanlık Gözükmüyor

2019 mahalli seçimler yaklaşırken partiler resmi olarak açıklamasa da partilerinden belediye başkan adayı olmak isteyenler tek tük de olsa ortaya çıkmaya başladı. Acaba bu işi bu sefer kotarabilir miyim diye hepsi bir heyecanlı bekleyiş içerisinde. 

Aday adayı olup ortaya çıkanlar heyecan duya dursunlar bende de var bu heyecanlı bekleyiş. İlgi alanıma girsin veya girmesin ne zaman bir koltuk boşalsa o koltuğa kimin geleceği konuşulsa o koltuğu doldurup dolduramacağımı düşünmeden neden olmasın diye benim içim kıpır kıpır eder. Anlayacağınız bitmez tükenmez bir enerji var bu konuda bende. Çünkü işin içerisinde koltuk var. 

İçimdeki bu koltuk beklentisi nelere göz kırpmadı ki Diyanet İşleri Başkanlığı boşalır, kendimi o koltuğa atarım. Milli Takım Teknik Direktörü arayışına girilir, kendimi o koltuğa layık görürüm. Vekillik seçimleri olur, 600'de bir şansım var derim. Cumhurbaşkanı seçimi olur, şartlarım tutuyor, neden olmasın derim. Cumhurbaşkanlığı olmazsa yardımcılık da olabilir, bakan ve bakan yardımcılığı olmazsa kurul ve ofislerde başkanlık da olabilir diyorum. Tüm bunlar göz göre göre gözümün önünde kayıp giderken umudumu yitirmeden kendimi belediye başkanlığına hazırlıyorum.

Nerede hazırlıyorsun, aday adaylığı müracaatın var mı veya hangi il veya ilçenin başkanlığını düşünüyorsun diye sormazsınız biliyorum. Farz edin ki sordunuz o zaman cevaplayayım. Herhangi bir il veya ilçe diye bir tercihim yok. Hepsi benim kabulümdür. Ha orası ha burası! Koltuk olduktan sonra ne fark eder? Hasılı herhangi bir partiden, herhangi bir yere adaylık müracaatım yok. Ağlamayan çocuğa emme verilmez, önce istenen gerek derseniz işte bu bana ve prensiplerime aykırı. Bir defa koltuğa beni bir başkası önerecek, sensiz olmaz Allahaşkına denecek. Ben de madem ısrar ediyorsunuz o zaman kabul diyeceğim. Yani istemem yan cebime koy gibi bir şey bendeki bu arzu ve istek. Şu ana kadar size yapılmış bir teklif var mı derseniz ima yoluyla da olsa maalesef olmadı. Ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Sonra benim acelem yok. Gideceğim yer kara toprağa girmeden kendime teklif yapılacağını umutla bekleyeceğim. Bu umutla yaşayacağım. 

Ben kendimi ucunda koltuk olan her şeye hazırlarken kedi olalı hiç fare tuttun mu bari derseniz birkaç yıl sınıf başkanlığı yaptım. Yani bu konuda tecrübeliyim. Bugünkü başkanlıklardan farkı bir koltuğu yoktu sınıf başkanlığının. Bu işi meccanen yapıyorsun. Koruman yok, makam aracın yok. Yetkisi olmayan bir sorumluluk anlayacağınız. Sınıf başkanı olmak için özel bir gayret sarf etmeniz gerekmiyor. Sınıfın en yaşlısı ve biraz iri olman yeterli.

Bana sınıf başkanlığı dışında herhangi bir koltuğu teklif etmeyenler bu inatlarından bir gün vaz geçmek zorunda kalacaklarına yürekten inanıyorum. Siz gülseniz de gülmeseniz de er veya geç o koltuk buraya gelecek. Ben de sabreden derviş misali muradıma ereceğim.


5 Kasım 2018 Pazartesi

Tır Şoförlüğü Hayali Kurarken


TVnet’te Ayşe Böhürler ile Türk Kahvesi programında anlatılanlardan alıntılardır: “Beş yaşında ilkokula başladığında okul önlüğü olarak ağabeyinden ablasına, ablasından da kendisine miras kalan eski bir siyah önlüğü giydirir annesi. Kullanıla kullanıla cepleri eskidiği için annesi cebin birini söküp atar, diğer cebi de yerinden sökerek ters çevirip önlüğün ortasına diker. Babaannesinin yanında kalarak ilkokula gider ama sadece 17 gün gider okula. Gerisini kaçmış.

İkinci sınıfı okumak için ailesi kendi yanına Ankara’ya alır. Gittiği okulda iki öğretmen akademik yeterliliği yok diyerek kendisini öğrenci olarak almaz. Emekliliği gelen yaşlı bir öğretmen kendisini kabul eder.

Köyden gelen biri olarak sınıf arkadaşları kendisini pek kabullenmek istemez. İlk günlerde okulda yalnızlara oynar. Kimsenin bilemediği bir soruya cevap verdikten sonra öğretmen sınıfta kendisini alkışlatınca sınıf arkadaşları yanına yaklaşmaya başlar.

Lisede okurken iki ay kadar okuldan kaçar ve sınıfta kalır. Babası “Okumayıp da benim gibi dolmuş şoförü mü olacaksın” diye bir güzel döver. Babasına “Hayır, ben tır şoförü olacağım” cevabı verir.
Üniversitede okurken aynı zamanda dolmuş ve taksi şoförlüğü yapar.”

Sanırım bu profilin kim olduğunu anladınız: Milli Eğitim bakanı Ziya Selçuk’tan bahsediyorum. Bakan’ın anlattıkları beni 80 öncesine götürdü. Çünkü yukarıda anlatılanlar aslında 80 öncesi okuyan çoğu kimsenin ortak yönüdür. O dönemin çocukları şu ya da bu şekilde bu hayatı yaşamıştır. Her şeyden önce yokluk var o dönemde. Hem okuyup hem çalışma var. Elbise, kitap, önlük ağabeyden ablaya, abladan veya okulu bitiren bir komşunun çocuğundan mirastır geriden gelenlere. Öyle yeni önlük alma falan yok. Alırken bol ve uzun alınır, birkaç nesli mezun ederdi. Önlük eskirse eskiyen yere yama yapılır, yine giyilirdi. Okul çantası olarak kullanılan ise annelerimiz tarafından basma kumaştan dikilen ve boyna takılan Kur’an’ı Kerim çantasının biraz genişine benzer bezden bir çantaydı. Cepte ne harçlık olurdu ne de okulda kantin. Evden beslenme katardı anneler.

Şimdi gelelim günümüze… Kaç kişi giyer ağabeyinden kalan okul kıyafetini veya elbiseyi. Ne uzun ne kısa tam üzerimize göre alıyoruz. Az bir kilo veya boy alınca işimize yaramıyor. Eskimeden ve kimseye yar etmeden ya gardırobumuzda yer işgal eder ya çöpe koyuyor ya da hayır olsun diye yapılan yardım kampanyalarına veriyoruz. Anlatmak istediğim ne ders kitabı ne okul kıyafeti kimseye yar oluyor. Çünkü ya beğenmiyoruz ya da beğenen olsa bile kitaplar da kıyafetler de sık sık değişiyor. Kullan, at projesi günümüzde uygulanan sistem.

Her şeyin bir kıymeti ve değeri vardı eskiden. Yokluktu belki de bunları anlamlı kılan. Bugün her şey var ve sıfır yani kullanılmamış. Olan da alıyor, olmayan da. Her şeyimiz yeni ama eskisi gibi anlamlı değil.

Bakan’ın geçmişine baktığımız zaman hayatında yokluk var, yoklukla mücadele var, hem okuyup hem çalışma var, baba dayağı var, sınıf tekrarı var, tır şoförü olma hayali var. Ziya Selçuk her ne kadar hayalini gerçekleştirme başarısı gösteremeyip Bakan olabilse de çocukluğu ve öğrenciliği hep hayatın içinden olmuş, mücadeleyle geçmiş, günümüzde olduğu gibi sosyal hayattan kopma yok. Kendisini köyden geldi diye öğretmen kabul etmemiş. Babası “Nasıl almazsınız” diye soluğu yetkili mercilerde almamış. Babası dövmüş ama çocuğu şikayet yolunu seçmemiş. Aşırı korumacılık yok anlayacağınız. Sıra dışı biri olması da belki bundandır. 

Bakan'ın bu hayat hikayesi bugünün aşırıcı korumacı biz ailelerinin kulaklarına küpe olsun. 



4 Kasım 2018 Pazar

Enflasyonla Topyekûn Mücadele Ettim Bugün

Zaruri bir ihtiyaç olmasa da birkaç kalem ihtiyacım için bir markete uğradım. Bazı ürünlerde "Enflasyonla Topyekûn Mücadele" logosu vardı. Madem topyekûn mücadele edilecek, hiç ihtiyacım olmamasına rağmen bu mücadeleye katkım olsun diye bazı mamüllerden aldım. 

Önce esas fiyatı yazıp sonra üzerini çizmiş, altına da indirimli yeni fiyatı yazmışlar. İndirimli olsun veya olmasın tüm ürünler küsuratlı. Hiç yuvarlama yok. Herhalde ürünlerini piyasaya süren firmalar maliyet, masraf, pazarlama, nakliye, devlete gidecek vergi ve kâr marjını koyduktan sonra ortaya küsuratlı bir fiyat çıkmış. Nasıl olduysa virgülden sonraki küsuratlar hep 90, 99 şeklinde bitiyor. Zaman zaman düşünürüm son rakamı 99 etiketiyle biten üründen bir tane alıp kasaya geçmeyi. Kasiyer paraüstünü verirken bakalım bir kuruşu üste verecek mi diye. İnadına isteyeceksin. Yok derse o zaman böyle fiyat belirleme diyeceksin.

Ödemeyi yapmak için kasaya yürüdüm. Bir kızımız kasada, diğeri de poşete doldurmak için ayakta bekliyor. Kasiyer aldıklarımı okuttuktan sonra hesabı kapatmadan, 
—Bu ürün indirimli. 8.99 almak ister misin? Yarın Bu ürün 14.00 TL" dedi. 
—Nedir o dedim.
—Şu 6'lı su bardağı. 
—Evde dolu var ondan, düğünlerden gelen. Ne yapayım? Evli misiniz siz?
—Hayır, niçin sordun?
—Evlendiğinizde çokça gelir bu şekilde. Suyu doldurur doldurur içersiniz. Sanırım sizin bu sattıklarınızı bazıları alıyor. Gideceği düğüne götürüyor. 
—İyiymiş biz de götürelim.
—Zaten çoğu öyle yapıyor. Ben yandım o da yansın türünden.

Ödemeyi yapıp çıktım. Evimin ihtiyaçlarını karşılarken enflasyonla topyekûn mücadele kampanyasına katıldım. Siz de durmayın, kalkın alışveriş yapın. Başımızın belası enflasyonla mücadele sadece devletin, sadece firmaların görevi değil, sizin de göreviniz aynı zamanda. Sağ olsunlar ne de çok indirip yapmışlar. Gözlerim yaşardı doğrusu. Onlar kardan ödün verirken bizim canımızı ortaya koymamız lazım.

Bu arada size bir müjde vereyim. Üzerinde enflasyonla topyekûn  mücadele etiketi olmasa da 20 gün önce 49 liraya aldığım 9 kiloluk deterjan 46 liraya inmiş. Bu indirim bana garip gelmedi. Çünkü ben het daim fiyatlar hep zirve yapınca alırım. Benden sonra fiyatlar aşağıya bu şekilde iner. Deterjanınız bittiyse kaçırmayın derim.

Evlilere, Evleneceklere ve Anne-Babalara... ***

Fıkra seversiniz umarım? Kim sevmez ki hele hazırcevaplılığıyla nam salmış Nasrettin Hoca’ya aitse sevilmez mi? İçinde zeka kokan espri yüklü, güldürürken düşündüren bu fıkralar yerinde ve zamanında kelamı kibar bir şekilde taşı gediğine koyarcasına anlatılırsa tadına doyum olmaz. Kıssadan pay almak isteyen herkese Hoca’nın söyleyecek sözü vardır. Tabi almak isteyenlere! Almak istemeyenlere davul zurna bile azdır.

Malumunuz bugünlerde aile içi kavgalar, şiddet olayları gündemde. Her alanda olduğu gibi bu alanda da Hoca’nın okunmaya değer fıkraları vardır. İzninizle yazımı Hoca’nın doyumsuz fıkralarına bırakacağım:

Bir gün Hoca’nın evlendirdiği kızı evine küs gelir. Biricik kızı iki gözü iki çeşme ağlamaktadır. Aralarında şu konuşma geçer:
---Kızım ne oldu?
---Kocam bana tokat attı.
---Niçin dövdü?
(Anlattıklarından kızının suçlu olduğunu anlayan Hoca, hiç beklemediği anda kızına bir tokat atar ve)
---Git o kocana söyle: O benim kızımı döverse ben de onun karısını döverim.
(Umarım bu fıkradan koca ve Hoca şiddet uygulamış, biz şiddete karşıyız sonucu çıkarılmaz. Tıpkı sizin gibi ben de şiddete karşıyım ama burada Hoca, yangına körükle gitmemiş, kızına karşı korumacılık yapmamış ve evliliğin devamından yana bir tasarruf ortaya koymuştur.)
***
Nasrettin Hoca iki kızını gurbete vermiştir. Bir gün hanımı “Hocam! Kızlarımı bir ziyaret etsen, ne yerler ne içerler, durumları nasıldır bir öğrensen” der. Hoca biner eşeğine. Kızının birinin evine varır. Damat yoktur evde. Hoca ile kızının arasında şu diyalog geçer:
---Kızım! Ne yer, ne içersiniz, geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
---Babacığım! Biz çiftçilik yapıyoruz. 100 dönüm ekin ektik, hasadın iyi olması için şimdi bol bol dua ediyoruz, yağmur bekliyoruz. Şayet yağmur yağmazsa işimiz kül, anam ağlar…
---Kızım! Allah yardımcınız olsun, der Hoca ve diğer kızının meskun mahalline gitmek için yola çıkar ve o kızının evinde de o kızıyla aynı diyalog geçer:
---Kızım! Ne yer, ne içersiniz, geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
---Babacığım! Biz çömlekçilik yapıyoruz. Şu kadar çömlek yaptık. Bunları kurutup satacağız. Geçimimizi bu şekil sağlıyoruz. Şayet çömlekler kurumadan yağmur yağarsa anam ağlar…
---Kızım Allah yardımcınız olsun, diyerek evine döner ve hanımı sorar:
---Bey! Kızlarım nasıl?
---Hanım! Kızların iyi olmaya iyi. Ama bu aralar yağmur yağsa da sen ağlayacaksın, yağmur yağmasa da sen ağlayacaksın, der.

(Anne ve babalar için evliliklerde asıl olan çocuklarının mutluluğudur. Onlar mutlu olmazlarsa bunun ceremesini “Ağlarsa anam ağlar, başkası yalan ağlar” sözünde de ifade edildiği gibi tarafların anne ve babaları çeker. Evliliklerini devam ettirmeyi düşünmeyen ya da sürekli kavga edip birbirini huzursuz eden çiftler, kendileriyle beraber kimleri de mutsuz edeceklerini hesaba katmalılar. Kavga edilecekse ondan sonra yapmalılar.)

Bu iki fıkra başta evliler, evlenecekler, tarafların anne-babaları ve yangına körükle giden üçüncü şahıslara gelsin.

*** 13/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Bunun Adı Trafik Kazası mı, Evlilik Kazası mı yoksa İntihar mı? **

İnternet haberlerine bir göz atarken “Karı koca kavgası böyle bitti! Yara almadan çıktılar” başlığı dikkatimi çekti. Haberin detayını okuyunca “Seyir halindeyken sebebi bilinmeyen bir nedenle aralarında tartışma çıkan çift yol kenarındaki su kanalına uçar, arabaları yan yatan çift yara almadan çıkar ve sağlık kontrolü için götürüldükleri hastanede birbirinden şikayetçi olurlar. Bunun üzerine polis çifti karakola götürür.” (internethaber) Normal bir aile kavgası, neresi dikkatinizi çekti diyebilirsiniz. Bana göre haber baştan sona ilginç ve bir o kadar da ibretlik. Üzerinde durulması gerekir.

Su kanalına uçtuktan sonra yara almadan kurtulan çiftin ne çektiğini bir Allah bir de kendileri bilir. Çünkü ateş düştüğü yeri yakar. İzin verirseniz ben buzdağının görünen kısmını ele almaya çalışacağım:

Ne hayallerle bir araya gelip hayatlarını birleştiren çiftimiz anlaşılan mutlu değil, kaç yıldır evliler, çocukları var mı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, evlilikleri kavga ve gürültü üzerine yürüyor. O kadar çok kavga ediyor olmalılar ki ev ve barkta, park ve bahçelerde, ayakları yere basan yerlerde yaptıkları kavgalar yeterli olmamış olmalı ki ayakların yerden kesildiği, canlarının dört tekere emanet olduğu arabanın içinde ve seyir halindeyken kavgalarını devam ettiriyorlar. Neyi paylaşamadılar da bu şekilde ölüme davetiye çağırırcasına seyir halindeyken kavgaya tutuşuyorlar? En ufak bir dikkatsizliğin kazalara sebebiyet verdiği bir ortamda aynı yastığa baş koymuş, evliliklerini başa kadar sürdüreceklerine dair şahitler huzurunda verdikleri sözü bir tarafa bırakarak intihara kalkışıyorlar. İntihar diyorum çünkü seyir halindeki bir araç içinde kavga etmenin bir başka izahı olamaz. Keşke kavga nedenleri incir çekirdeğini dolduran bir kavga olsa yine gam yemeyeceğim. İçlerinden bir tanesi de aklını kullanıp aracı sağa çek, önce kavgamızı yapalım demiyor.

Çiftler aracın içinde kendilerini kaybetti, sinirleri tavan yaptı, kavga ettiler diyelim. Kaza yapıyorlar, araçları su kanalına uçup yan yatıyor, görenlerin haber vermesiyle hastaneye götürülüyor. Yaşadıklarından dolayı “Biz ne yaptık böyle! Şükür yaşıyoruz, burnumuz bile kanamamış, demek ki verilmiş sadakamız varmış, büyük bir facia atlattık, Allah bizi birbirimize bağışladı, bundan sonraki hayatımızı birbirimizi üzmeyecek şekilde devam ettireceğimize gel söz verelim, bizim bu araçtan sağ çıkmamız bize bir uyarıdır. Zira bir musibet bin nasihatten iyidir” deyip birbirlerine sarılacakları, birbirinden özür dileyecekleri, sevinç gözyaşı dökecekleri, ‘bir daha mı tövbe’ diyecekleri yerde çiftimiz hiçbir şey olmamış gibi hızlarını alamayıp birbirinden şikayetçi oluyorlar.

Başlarına gelen bu musibetten hala ders almayıp dediğim dedik, ben haklıyım kavgasını yapanlar, birbirlerini şikayet ettikleri zaman toz liman olan hayatları, sütliman mı olacak? Bugüne kadar göremedikleri ya da birbirlerinden esirgedikleri mutluluğu polis mi verecek, adliye mi verecek? Bu kadar gözü dönmüşlük neyin nesi? Yazık gerçekten! Başta bu çift olmak üzere bu yolun yolcuları şunu bilsinler ki kendilerinden başka kimse kendilerine mutluluk dağıtmaz. Hele karakol ve adliye hiç vermez, sorunu çözmez. Yaptıkları sadece anlaşamadıklarının tespitini yapar. Bunu zaten çiftler beceriyor. Sonuç, başlarının belası çözümsüzlükle yine kendileri karşı karşıya kalırlar.

Şunu anladım ki insan denen varlığın kendine ve evlendiği eşine yaptığı kötülüğü kimse kendilerine yapmaz.  Hayatlarına kıyacak kadar kavgaya tutuşup ölüme koşan çiftler merak ediyorum bu hayat sadece kendilerinden mi ibaret? Anne-baba ve çocukları bu işin neresinde? Kendilerinin mutluluğunu görmek istemenin ötesinde hiçbir beklentisi olmayan anne ve babalarını da mı düşünmüyorlar? Bu kadar mı bencilleşti bizim insanımız/çiftlerimiz? Hayatı bu şekil kendilerine ve ailelerine zehir edeceklerine “dinin yarısı denen evliliğe” hiç adım atmasalar daha iyi olur. Çünkü boy ve bosları, yaşları büyüse de sorumluluklarını taşıyacak yaşta değiller. Yok illa evleneceklerse ilk önce büyümeleri gerekiyor. 

** 04/11/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

Şiddet Sarmalından Nasıl Kurtuluruz? ***


—Azizim! Biliyorsun bu ülkede kadına, çocuğa, doktora, öğretmene şiddet ve öğretmenin öğrenciye şiddeti var, trafikte şiddet var. Var oğlu var maalesef. Gün geçmiyor ki ajanslar bu şiddetten birini  haber olarak vermemiş olsun. Özellikle kadına şiddet çok revaçta. 
—Şiddet her tarafımızı sarmış durumda. Yediğimiz, içtiğimiz şiddet dense yeridir.
—Şiddetle bu şekilde iç içe olmamızın sebebi nedir?
—Bu işin uzmanı değilim. Ama tecrübelerime dayanarak bunun birkaç nedenini söyleyebilirim. Bunlardan ilki küçüklükten itibaren ev ortamında, sokakta, okul vb. yerlerde ya şiddete maruz kalmamız ya şiddete maruz kalanı görmemizdir.
—Şiddet görmemiz ne alaka?
—Alakası, şiddet gören şiddet uygular. Çünkü gördüğümüz şiddet bilinçaltımıza yerleşir. Sıkışıp darda kaldığımız zaman "Bunu uygula" dercesine imdadımıza yetişir.
—İkincisi nedir?
—Dar bir kelime hazinesine sahip oluşumuz.
—Yani?
—Toplumumuzun geneli ortalama 200 kelimeyle konuşur. Kendimizi ifade etmekte zorlanırız. Yerine kullanacağımız kelime aklımıza gelmeyince çoğu zaman imdadımıza "şey" yetişir. Şey de olmasa işimiz kül. Neredeyse her birkaç cümlemizde şeye yer veririz. 
—Kelime hazinemizin kıtlığının şiddetle bağını kuramadım.
—Bence alakası büyük. Çünkü kelimeler kendimizi ifade etmemiz için birer araçtır. Mevcut dağarcığımız kendimizi ve derdimizi anlatmakta yeterli gelmiyor, bir müddet sonra aynı kelimelerle kendimizi tekrarlamaya başlıyoruz. Karşımızdakine de meramımızı anlatamayınca yani aciz kalınca önce sesimizi yükseltip rakibimizi susturmaya çalışıyoruz. Aslında kabul etmesek de sesimizi yükseltmemiz bir nevi şiddet uygulamaktır. Gerildiğimizin dışa vurumudur. Ardından şiddete başvurmamız gelir.
—Başka?
—Bencilliğimiz, empati yapmayışımız, başka fikir ve görüşlere açık olmayışımız gururumuz vs. Bu da şiddeti tetikleyen nedenlerdendir. İlla benim dediğim olacak bencilliğidir bu. Kendi aklımıza aşık olmamız da diyebiliriz buna.
—Başka var mı?
—Şiddete başvuranlara verilen cezanın caydırıcı olmaması.
—Başka?
—Karşı tarafı dinlemek istemeyişimiz ve ona önem vermeyişimiz.
—Başka kaldı mı?
—Bu kadar neden yetmez mi? Şiddet ortamında büyümemiz, kendimizi ifade etmede zorlandığımız kıt kelime hazinemiz, bencilliğimiz, gururumuz, iletişim yollarını kapalı tutmamız, hatamızı kabul etmek istemeyişimiz, karşı tarafı suçlamamız, sinirimize hakim olamayışımız ve yapanın yanına kar kaldığı ceza sistemimiz tüm bunlar bizi patlamaya hazır bir bombaya dönüştürüyor. 
—Şiddetin tedavisi yok mu?
—Zor ama imkansız değil. Bunun için yukarıda saydığım nedenleri yok etmekle ve birbirimizi dinlemekle işe başlayabiliriz. Karşı tarafın da haklı olduğunu düşünebilmeliyiz, birbirimize empati yapabilmeliyiz. Kısacası her şeyi ayrıntısına varıncaya kadar sakin bir ortamda konuşabilme becerisini hayata geçirebilmeliyiz. Tek çare iletişime açık olmamız.
—Aslında bu saydıklarını yapmak çok kolay!
—Kolay da biz zoru seçiyoruz. Hayatı hem kendimize hem çevremize zehir ediyoruz.
—Zor adamız vesselam!



*** 10/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.