21 Ekim 2018 Pazar

Ürküttüğümüz Kurbağaya Değecek mi? ***


---Haberin vardır umarım Andımız geri geliyor.
---Maalesef haberim var!
---Maalesef diyorsun, iyi olmadı mı? Çocuklarımız göğsünü gere gere sabah erkenden “Türküm diyecek, “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek and içecek. Böylece çocuklarımız Türklüğünü unutmayacak.
---Bana göre iyi olmadı.
---Niye ki? Sevineceğini sanmıştım. Sonra sen Türk değil misin?
---Aslını inkar eden haram zadedir. Türküm, hem de Türkoğlu Türküm!
---Eee o zaman?
---Sen, ben, o Türk’üz de yüzölçümü bakımından küçücük olan ülkemiz koca bir dünya oldu artık! Ülkemizde yok yok. Bizimle birlikte yıllardır içimizde yaşayan Suriyelisi, Afganlısı, Somalilisi, Etiyopyalısı, Kürdü vs var. Anlayacağın Türkiye, bünyesinde dünyayı barındırıyor ve bunların çocukları okullarımızda eğitim ve öğretim görüyor. Okullarımızı gez dolaş, her sınıfta farklı ırktan insanlar görürsün.
---Olsun! Onlar ve tüm dünyaya haykıracağız kim olduğumuzu!
---Haykıralım haykırmaya da… Bu sözler sosyal barışı zedelemeyecek mi? Birlik ve beraberliğimize halel getirmeyecek mi? Ben “Ne mutlu Türküm diyene” diyeceğim. Yanımdaki ise “Ne mutlu Kürdüm/Afganlıyım/Arabım diyene” derse ne yapacağız. Ya da “Biz Türk olmadığımız için mutlu değil miyiz, mutluluğa hakkımız yok mu diye düşünmeyecek mi? Sonra kimse ırkını, anne veya babasını seçme hürriyetine sahip değil. Beni Türk, bir başkasını Kürt, Arap, İngiliz, Ermeni, Rum vs yaratmış.
---Dikkatini çekerim, burada geçen Türk “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olanları kastediyor, bir ırkı kastetmiyor.
---Biz öyle diyoruz, Anayasamızda da öyle yazıyor. Ama bir başkası burada geçen Türk’ü bir ırk olarak anlıyor. Bence birlikte yaşamak zorunda olduğumuz toplumsal barışa katkı sağlamaz bu sözler.
---İşin bu yönünü hiç düşünmemiştim.
---Valla düşünsek iyi olacak. Sadece sen, ben değil; hepimiz düşünmeliyiz. Özellikle bu kararı alanların iyi düşünmesi lazım. Her ne kadar biz Türk kelimesini kullanırken “Ne mutlu Türküm diyene derken ayrıştırıcılığı kastetmiyoruz ama bir başkası yanlış anlayabilir. Bir şeyi yapmak isterken attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değecek mi bunu iyi hesaba katmak gerek. Benden söylemesi!


*** 23/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Arbedede Darbe Almak! **


—Üstat! Şu dünya ne garip değil mi?
—Ne varmış dünyada?
—Kimi doğarken kimi ölüyor…
—Hayatın bir gerçekliğidir bu. Bir taraftan doğacağız, bir taraftan da öleceğiz.  Nasıl ki doğum haksa ölüm de haktır. Her canlı doğar, büyür ve ölür. Her nefis tadacaktır bunu. Baki olan odur sadece.
—Ölmeye öleceğiz de Allah hayırlı ömür ve hayırlı ölümler verse keşke! Çünkü ölümler de epey çeşitlendi.
—Ölüm değil mi? Öldükten sonra ha hayırlı olmuş, ha şer! Yüzü soğuk zaten ölümün, ne fark eder?
—Öyle deme! Öyle ölümler var ki yürek dağlar! Ölen acı çeke çeke öldüğü gibi geride kalanlara da unutulmaz acı verir.
—Ben öldükten sonra geri tufan olmuş bana ne? Katılmıyorum bu görüşüne. Ayrıca senin hayırlı ölüm dediğin ne?
—Eşinle dostunla helalleşerek kimseye yük olmadan, gözün arkada kalmadan son iki üç günü yatakta geçirmek, iraden ve bilincin yerindeyken kelimeyi şahadet getirerek son nefesi vermektir en iyi ölüm bana göre.
—Böyle ölenin sayısı azaldı iyice. Ölümler çeşitlendi.
—Evet öyle oldu. Kimi kalp krizinden, kimi teröre kurban gidiyor. Kah canlı bomba oluyor; üzerindeki pimi çekiyor, kimi mayına basıyor, kimi pusuya düşürülüyor. Bazısı taammüden, bazısı işkence ile öldürülüyor. Kimi tedavisi mümkün olmayan bir hastalık sonucu ölüyor. Kimi de arbedede aldığı darbelerle can veriyor.
—Arbedede can vermek…Bu nasıl olur, olur mu böyle şey?
—Oldu bile! Haberin yok galiba! Bir konsoloslukta meydana geldi.
—Nasıl yani?
—İlgili ülke tarafından yapılan açıklamaya göre “Konsolosluğa gelen Kaşıkçı orada bulunan o ülke vatandaşlarıyla girdiği tartışma sonucu çıkan arbedede hayatını kaybetti.”
—Bir insan bir arbedede bu şekilde can verir mi? Bu nasıl açıklama böyle? Hiç ikna edici gelmedi bana. Kamuoyunu keriz yerine mi koyuyor bunlar?
—Yersen…Noktası virgülüne açıklama bu şekilde.
—Diyelim ki arbede çıktı. Kişi kafasından, burnundan darbe alır. Kafa yarılır, burun kırılır. Ötesi var mı?
—Var, olmaz mı? Ölüm var işin ucunda!
—Adam neresinden darbe almış bu arbedede?
—Nereden darbe aldığı belli değil.
—Niye?
—Çünkü ceset yok ortada!
—Nere gitmiş bu ceset?
—Malum hengamede ceset de kaybolmuş olmalı.
—Eee?
—Eeesi ceremesini Türk polisi çekiyor. Günlerdir ceset şurada olabilir, burada olabilir arayıp duruyor.
—İlgili konsolosluk ne yapıyor?
—Ne yaptığını bilmiyorum ama sanırım devletiyle birlikte gerekçe üstüne gerekçe hazırlıyordur.
—Nasıl?
---Kaşıkçı’nın öldürüldüğü haberini bir 18 günde verdiler. Cesedin nerede olduğunu açıklamaları da sanırım bir 18 günü bulur.
---Ne yapmak istiyor bunlar? Dünyayla dalga geçiyor olmalılar. Aymazlığın böylesi! Yahu ceset nereye gider?
---Dedim ya işin ucunda arbede var. Arbede deyip geçme! Hem ölüm var hem de cesedinin kaybolması.
---Arbede?
---Evet arbede! Basite alma arbedeyi. Hem canından ediyor, hem de cesedin uçup gidiyor, sırra kadem basıyorsun. Sana dedim hayırlı ölüm diye. Ama sen ne fark eder ben öldükten sonra şu ya da bu şekilde ölmem dedin durdun. Al sana ölüm.
---Haklısın! Allah’tan hayırlı ölüm istemek lazım tıpkı hayırlı ömür istediğimiz gibi. Özellikle arbedesiz ölüm istemek lazım.
---Allah kimseye böyle acılar vermesin! Böyle devletlerin de vatandaşı etmesin!

** 21/11/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.





Ürküttüğümüz Kurbağaya Değse Bari!

İnsanın iki tür kaderi var: Kendi eliyle yapıp ettiği kaderi, diğeri de kendi iradesiyle dışında oluşan kaderi. Hangi anne ve babadan doğacağım, rengimin ne olacağı, hangi millet ve milliyetten olacağım benim iradem dışında gelişen bir kaderimdir.

Türkiye sınırları içerisinde Ahmet ile Hatice'den doğan ben, Türkoğlu Türküm. Aslımı asla inkar etmem. Zaten aslını inkar eden haram zadedir. Türk olduğumu söylemekten asla gocunmam. Mazlumların sesi olacak, ülkeme ve dünyaya adalet başta olmak üzere tüm insani ve ahlaki ilkelerde öncü olacak güçlü bir devletim olsun isterim. Ülkemin ve milletimin kalkınması için elimden gelen gayreti göstermeye çalışırım. Bu yönümle kendimi milliyetçi görürüm. Türk olmam benim için ne bir övünç kaynağıdır ne de yergi sebebidir. Bir başkasını da ırkından dolayı yermem. Kendi ırkımı veya bir başka ırkı yekdiğerine üstün görmem. Çünkü milliyetim benim irademle oluşmuş değildir. Allah vergisidir. Pekâlâ, başkalarını Arap, İngiliz, Ermeni, Rum, Kürt, Çingene vs bir başka ırktan yarattığı gibi beni de bir başka ırktan var edebilirdi. Rab Teala farklı kavimlerden yaratılmamızı birbirimizle tanışmamız için olduğunu, Allah katında esas üstünlüğün sorumluluk bilinciyle oluşacağını Hücurat süresinde açıklar.

Bu kısa açıklamadan sonra konuyu Andımıza getirmek istiyorum. Malumunuz ilk ve ortaokullarda derse girmeden önce öğrenciler tarafından okunan Andımız beş sene öncesinde Yönetmelikten çıkarılmıştı. Danıştay 8.Dairesi kaldırılan bu madde hakkında iptal kararı verince bu karar üzerinden son günlerde Andımız okunsun/okunmasın tartışması başladı. Anladığım MEB farklı bir düzenleme yapmaz ise Andımız yeniden okunmaya başlanacak.

Burada Andımız'ın kaldırılması yanlıştı, Danıştay'ın verdiği iptal kararı yerinde ve okunması gerekir tartışmalarına girecek değilim. Andımız -okunur veya okunmaz- içeriğinde tüm halkımızda olması gereken güzel değerler var: Doğruluk, çalışkanlık... yurdumu, milletimi özümden çok sevmek, yükselmek, gibi. Bunlar her hâlükârda çocuklarımıza işlenmesi gerekir. Fakat metnin içerisinde -olmayan- birlik ve beraberliğimize halel getirecek -olmayan- barış ortamına zarar verebilecek kelime veya yargılar var. Mesela “Türküm…Ne mutlu Türküm diyene!” gibi.

Aranızdan ne var bunda? Biz Türk değil miyiz? Türklüğümüzden utanacak mıyız? Göğsümüzü gere gere “Ne Mutlu Türküm diyene” diyemeyecek miyiz gibi eleştiri getirecekler çıkacaktır. Andımızdaki bu ibareleri gören bazı kimseler şimdiden “Ne mutlu Müslümanım diyene demeye başladı bile! Haydi bunu da geçtim, Türkiye tamamen Türklerden oluşmuyor. İçimizde Suriyeli var, yüzyıllardır bizimle birlikte yaşayan Kürtler var, Afgan var, Somalili vs var. Bunların okulları ayrı değil, hepsi Türklerle beraber aynı okullarda okuyor. Sınıflarımızda farklı ırklarda çocuklar eğitim ve öğretim görüyor. Andımızı söylerken Türk olmayan kişiler “Türküm” diye başlayacak, “Ne mutlu Türküm diyene” diye bitirecek. Bunları kenara alıp siz söylemeyeceksiniz, zira siz Türk değilsiniz mi diyeceğiz? Haydi söylediler. Bu söyleyiş içten olacak mı? Arkadaşlarının içinde bunlar kendilerini dışlanmış hissetmeyecekler mi? Söylemeleri konusunda kendilerine baskı yapılmayacak mı?

“Burada kastedilen Türk bir ırkı ifade etmiyor, vatandaşlık kastediyor” denebilir. Biz böyle desek de bunu bu şekilde olduğunu kabul etmeyen ve bizi asimile edecekler diyen milyonlar var bu ülkede. Bana göre bu sözler pamuk ipliğine bağlı birlik ve beraberliğimize katkı sağlamaz. Ürküteceğimiz kurbağaya değmez. Ayrıca burada maksat çocuklarımıza güzel değer ve ilkeleri aşılamak ise bunu başka türlü yapalım derim. Sonra bu değerlere sadece çocukların değil hepimizin ihtiyacı var. Eğer bu değerler okumakla kazandırılacaksa bunu tüm kamu-özel her kurum ve kuruluşta günlük büyüklerimiz de söylemelidir. Söylemekle kalmayalım, hayatımızın her safhasında bunu uygulayalım.



19 Ekim 2018 Cuma

Andımız Geri mi Geliyor? *


1933 yılından itibaren okullarda öğrencilerin derse girmeden önce okudukları “Andımız” 2013 yılında İlköğretim Kurumları Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle kaldırılmıştı. Türk Eğitim Sen'in ilgili Yönetmelik maddesinin iptali hakkındaki başvurusunu 18 Ekim 2018 tarihinde görüşen Danıştay 8.Dairesi, İlköğretim Kurumları Yönetmeliği'nin kaldırılan 12.maddesinin kaldırılmasını iptal etti.

Danıştay'ın bu kararı 5 yıl önce yürürlükten kaldırılan Andımız'ın ilkokul ve ortaokullarda yeniden okunmaya başlanacağı anlamına geliyor. Burada niyetim Andımızın kaldırılması isabetiydi/değildi değildir. Kaldırılan Andımız hakkında mahkemenin 5 yıl sonra karar vermesi. Yine bu karar demektir ki 5 nesil 5 yıl boyunca Andımızı okumaktan mahrum kalmıştır.  Bir Yönetmelik maddesinin görüşülmesi için herhalde 5 yıl beklenmez. Maalesef mahkemelerimiz “Geciken adalet adalet değildir” sözüne bir defa daha muhatap oldular ve sağ olsunlar bizi yine yanıltmadılar.

Şimdi gelelim Andımız meselesine! Nice zamandır kamuoyu oluşturmak için uğraşanlar, görünür yerlere “Milletimizin Birliği, Vatanımızın Bütünlüğü İçin Andımızı Geri İstiyoruz” afişleri asanlar Danıştay’ın bu kararına çok sevinecekler. Kazandık, başardık diyecekler. Bu karara sevinenler olduğu gibi üzülenler de olacak elbet. Özellikle öğrenciler bu karara üzülecek. Çünkü her gün içtima olacak demektir bu. Nice zamandır öğrenciler pazartesi dışında diğer günlerde sıraya girmeden direk sınıflarına geçiyordu. Erken gelen öğrenci sınıfına girdikten sonra zil ile birlikte tekrar dışarıya çıkacak. Soğuk, sıcak ve karanlık demeden Andımızı söylemek için dışarıya çıkacak. Mikrofon vasıtasıyla söylenecek Andımızdan mahalleli uykusundan uyanacak. Çünkü birçok yerde halen ikili öğretim devam ediyor. Öğretmenlerin çoğu da bu yeni durumdan pek memnun olmayacak. Çünkü daha önceden sınıflara giren öğrencileri boşaltacak ve onları sıraya alacak. 

Andımız konusu netameli bir konu. Umarım yazım yanlış anlaşılmaz. Bu konuyu ele almam Andımızın kendisine, içeriğine ve okunmasına karşı olmak değil. Okunur veya okunmaz. Mahkeme karar verdiğine göre sanırım MEB Karara uygun yeni bir düzenleme yapacak.

Andımız okunacak okunmaya. Sonuç? İçeriğindeki “...doğruyum, çalışkanım... küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir...” sözlerini 1933’den beri son beş yıla gelinceye kadar okumayanımız kalmadı. Biz bugün bu sözlerin ne kadarını özümseyip hayatımıza tatbik ettik? Çok doğru ve çalışkan olmadığımız, büyük-küçük konusundaki tavrımız, yükselme ve ileriye gitmediğimiz hepimizin malumu. 5 yıllık bir aradan sonra okumaya başladığımız zaman da yukarıda saydığımız değerlerin yerine getirilmesinde pek bir değişiklik olmayacak. Maalesef bu değerleri veremedik, veremiyoruz. Yine burada Andımızın geri gelmesi için kamuoyu oluşturmak amacıyla bastırılan afişlerde yazıldığı gibi Andımızın okunmasının “Milletimizin birliği ve vatanın bütünlüğüne” pek katkısı olmayacaktır. Andımız okunurken birlik ve bütünlüğümüz ne ise okunmayan zaman diliminde de aynı. Bu demektir ki sadece okumuş olacağız.

Burada bir öneride bulunmak istiyorum: Andımızın okunması konusunda mücadele eden, Yönetmeliğin kaldırılan 12.maddesini geri getirmek için mahkemeye müracaat eden ve afiş bastıran vatandaşlarımızı evlerine yakın okullara giderek çocuklarıyla beraber Andımızı okumalarını istiyorum. Hep birlikte sesimiz sabah sabah daha gür çıkar. Madem bir öneri getirdik. Bir öneri daha getirelim:  Eğer sakıncası yoksa 1930’larda yazılmış Andımızın içeriğinde birlik ve beraberliğimizi pekiştirecek  değişiklikleri de yapalım.

* 22/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



18 Ekim 2018 Perşembe

“Bu, Kur'an’da Yazıyor” *


Bugün öğle namazına gittim. Sünneti kıldıktan sonra imama uymak için ikinci safta saf tuttum. İmamın komutlarıyla birlikte tekbirimi aldım, ruküya gittim, ruküdan doğruldum, secdeye vardım, kıyama kalktım, tahiyyata oturdum. Dört rekatı bu şekilde bitirdim ve selamla beraber son sünneti kılmak için arka tarafa doğru yöneldim.

Uygun bir yerde durarak öğle namazının son sünnetini kılmak için hazırlık yaparken 25-30 yaşlarında biri yanıma geldi. Bana “Amca! İmamdan önce hareket ediyorsun, imamdan önce oturup kalkıyorsun.  Bu işi imamdan sonra yapman gerekiyor. Bu şekil namazın olmaz. Bu, Kur'an'da böyle yazıyor” dedi. “Bu, Kur’an’da böyle yazıyor” demese tamam deyip geçecektim. Bu cümleyi duyunca “Bak kardeşim! Ben ne yaptığımı biliyorum, imama da uydum, namazımda da bir sıkıntı olmadı. İmamdan önce hareket etmedim. Eğer gördüğün rükudan secdeye gitmeden önce ayakta imamın komutunu beklerken hafif eğilmem ise bunun namaza bir manisi yoktur. Ayrıca Kur'an'da böyle bir şey yazmıyor ve ben ilahiyat okudum” dedim. Delikanlı “öyle mi, tamam” dedi yanımdan uzaklaşıp gitti.

Son sünnet için tekbirimi aldım ve namazımı kıldım ama nasıl namaz kıldığımı, ne okuduğumu gelin bana sorun. Değişik bir atmosfer yaşadım. Üzüldüm daha doğrusu. Niçin üzülmeyeyim ki? Üzülmem gencin beni uyarmasına değil. Varsa hatam elbette biri uyaracak. Orta yerde imamdan önce rükuya, secdeye giden, tahiyyata oturan yok. En azından ben böyle yapmadım. Çünkü en az o genç kadar imamdan önce hareket etmemin imama uymak olmadığını bilirim. O genci işkillendiren ve hakkımda namazımın olup olmadığı hakkında hüküm verip fetva vermeye iten tek şey şu olsa gerek: imam semiallahü limen hamideh dedikten sonra rükûdan doğruldum, içimden Rabbena leke’l hamd dedim. Secdeye gitmek için imamın Allahü ekber komutunu bekledim. İşte bu esnada bazen hafifçe eğildim. Hepsi bu. Rüku veya secdeye gittiğim yok yani. Bunun sebebi de bazı imamlarımızın tadili erkana riayet edeceğim diye secdeye gitmeden önce ve iki secde arasında normalinden fazla beklemeleridir. Eğer aynı camiye sürekli gitmiyor iseniz imama uyum sağlamanız biraz zaman ister. Bu konuda tüm imamlarımız tek düze değildir çünkü. Uzun bekleyeni var, kısa bekleyeni var, tam kıvamında yapanı var.

İçimden bu adamlar iyi ki caminin görevlisi değil, iyi ki müftü falan olmamışlar dedim. Eğer öyle olsaydı iki ayağımızı bir pabuca girdirir, kıldığımız namazları olmadı deyip tekrar  tekrar kıldırtırlardı. Biz yatıp kalkıp mevcut imam ve müftülerimize teşekkür etsek azdır.

Şimdi tekrar gelelim namazdan sonra beni uyaran kardeşimize! Biliyorum iyi niyetli. Namazım fesada uğramasın istiyor. Merak ettiğim beni nasıl gördüğü? Yanımda mıydı, arkamda mıydı bilmiyorum. İnşallah önümde değildir. Herkesten önce rukü veya secdeye varsam eh dikkat çeker diyeceğim. Garibim namaz kılmak için mi camiye geliyor yoksa ben bu işi biliyorum, bilmeyenleri uyarayım, bu vesileyle biraz sevap kazanayım veya huzur bozayım diye mi camiye geliyor. Ancak bu işi yapacaksa “İmamdan önce hareket etmek namazı bozar” desin. Bundan öte “Kur'an'da bu böyle yazıyor” demesin. Çünkü Kur'an'da böyle bir şey yazmıyor. İçeride fısıltılı bir şekilde konuştuk. Dışarıda konuşabilseydim eğitim durumunu sormak isterdim. Tanımadığı birine “Bu, Kur'an'da böyle yazıyor” şeklinde cesurca fetva verdiğine göre din konusunda uzman biri olmalı.  İşin garibi 3 yıl Kur’an Kursunda Kur'an eğitimi aldım, 3 yıl imam hatip ortaokulunda, 4 yıl İHL’de okudum, üstüne 5 yıl ilahiyat tahsili yaptım. 27 yıldır da İHL, Anadolu Liseleri, ilköğretim, ortaokullarında Din Kültürü anlatarak görev yapıyorum. Ben hala kendimde fetva verecek cesareti bulamıyorum. Vatandaş bu cesareti nereden buluyor anlayamadım gitti.

İyi de kardeşim! Bunu gidip adama söyleseydin ya diyebilirsiniz. Doğru ona söylemem lazımdı. Ama adamı kaçırdım. Şimdi bir daha görsem tanımam. Buraya yazıyorum ki siz siz olun tanımadığınız bir adamı camide olur-olmaz/bilir bilmez uyarmaya kalkmayın. Kesin bildiğiniz bir konuda rehberliğinizi yapın. Uyarırken de kendinize destek bulmak için Kur’an’da var diye yaptıklarınıza Kur’an’ı alet etmeyin. Sözüm meclisten dışarı!

* 20/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Karma Eğitime Bakışım *

Bir okul arkadaşım Whatsapptan "Abi! Hemen hemen her konuda yazıp çiziyorsun. Bugüne kadar karma eğitim konusunda bir yazına rastlamadım. Bu konuda ne düşünüyorsun" şeklinde bir soru sordu. Kendisine kısaca "Karma eğitim konusunda kafam net değil. Kız ve erkeği ayırmak da bir sorun, bir arada tutmak da. Danışman öğretmen sistemiyle denetimli serbestliği savunuyorum" diye yazdım.

Karma eğitim konusunda siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum. Bu konuda kafam net olmamakla beraber bu konuda kendimin ne düşündüğünü izah etmeye çalışacağım. Baştan söyleyeyim bu konu çok su götürür. Baltayı taşa vurmak da var işin içinde. Her ne kadar 1739 Sayılı Kanunda "Okullarda eğitim ve öğretim kız-erkek bir arada verilir. Eğitimin türüne, imkan ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir" dese de bu konuda devleti yönetenlerin de kafası net değil. 

Kadın ve erkek toplumsal bir gerçekliktir. Bu yüzden kadın ve erkek toplumda iç içe geçmiş durumdadır. Ayırsan bir problem, bir araya getirsen problem. Okullar da böyledir. Kız kıza, erkek erkeğe eğitim ve öğretim yapan okullar da sorun eksik olmadığı gibi kızın ve erkeğin karışık olarak eğitim yaptığı okullarda da sorun eksik olmuyor. İnsandır ne de olsa buralarda eğitim ve öğretim yapanlar. Sorun olacak. Çünkü insanın olduğu yerde sorun eksik olmaz. Bundan kaçış yok. Önemli olan sorunu çözme irade ve azmine sahip olmaktır.

Anlatmak istediğim kızları ve erkekleri ayrı ayrı binalara koymak suretiyle eğitim yapmak problemi çözmüyor günümüzde. Bu sadece pansuman tedbir olur. Çözüme neşter vurmaktan uzaktır. Çünkü binaları ayırmak geçici bir çözümdür. Ben ortaokul ve lise öğrenimimi kız erkek ayrı binalarda yapmış birisiyim. Erkekler kızları, kızlar da erkekleri görmezdi. Karşıt cinsin görülme durumu olan pencereler varsa oraları da buzlu camlarla kapatmak suretiyle uzaktan görme durumunun da önüne geçilmeye çalışılırdı. Kız arkadaş veya erkek arkadaş edinmek isteyenler ise öğle veya akşam dağılma zili çalınca çakışma noktalarında veya otobüs duraklarında birbirini tavlama yoluna giderdi. Okul idaresi bu durumu tespit ettiği zaman erkek öğrenciye baskı uygular ve öğrenci ilçelerde bulunan okullara gönderilirdi. Buna rağmen kız-erkek ilişkisinin önüne kolay kolay geçilemedi. Günümüzde ise kız ve erkek öğrencinin otobüs durağında veya okul yolunda buluşmasına gerek kalmadı. Kâh cep telefonu marifetiyle konuşuyor kâh mesajlaşıyor kâh sosyal medyada arkadaş oluyor kah bir arkadaşının aracılık yapması sonucu buluşabiliyor. Anlatmak istediğim ayrı binalarda veya ayrı okullarda kız kıza veya erkek erkeğe eğitim ve öğretim yapılan yerlerin çoğunda kız ve erkeğin iletişimi gizli-kaçak olarak hız kesmeden devam ediyor. Âcizane ben karma kız ve erkek olmak üzere binaları ayırmayı biraz polisiye tedbirlere benzetiyorum.

Karma eğitim ve öğretim yapılan yerlerde sorun yok mu? Olmaz olur mu? Buralarda da kız ve erkek ilişkileri sağlıklı değil, problem çok. O zaman ne yapacağız? Günümüz teknolojisinde kızları erkeklerden, erkekleri de kızlardan tecrit edemeyeceğimize göre başka çözüm yollarını düşünüp devreye koymamız gerekiyor.

Kızın erkeğe, erkeğin kıza ilgi duyması tabiatın bir gereğidir. Bundan kaçış yok. Gizli-kaçak buluşmalar çocuklarımızı tehlikeye duçar etmektedir. Bir arada oldukları zaman da seviyeyi kaçırmaktadırlar. Yine gördüğüm karma eğitim yoluyla mezun olmayan kız veya erkeğin daha sonraki yaşantılarında karşıt cinsle iletişim kurmakta zorlandıkları, sağlıklı ve seviyeli bir iletişim kuramadıkları yönündedir.

 

Eğitim ve öğretimde ister karma, ister ayrı bir eğitim yapılsın büyüklere ve sorumlulara düşen çocuklar arasında denetimli serbestlik vermektir diye düşünüyorum. Bunun için gönüllü öğretmenler arasında danışman öğretmenlik veya koçluk sistemi düşünülebilir. Bu öğretmen, uhdesine verilen öğrencileri ders başarısı, ahlaki yönü, iletişim vb. yönlerde rehberlik yapar. Okul boyunca çocukların hem anası, hem babası, hem öğretmeni olur. Çocukların ailesiyle sürekli bir iletişim halinde olur. Öğrencileri ders yönünden gerileyince veya öğrencilerin arkadaşlarıyla iletişiminin sağlıklı yürümediğini görünce danışman öğretmen yerinde ve zamanında usulünce müdahale eder. Bunun için ikna yolunu kullanır.

Sonuç olarak çocuklarımızı kötülüklerden kaçırma korumacılığından ziyade onlara kötülükler içerisinde kendilerini korumayı, kötülüklerle mücadele etmeyi ve ayakta kalma yollarını öğretmemiz lazım diye düşünüyorum. Çünkü dağda evliya* yetiştirmekten ziyade her türlü kötülüğün kol gezdiği şehrin içerisinde, kötülüklerle mücadele edip ayakta kalmak, ayakları yere basan bir çözüm gibi geliyor bana. Çünkü uçan kuştan koruduğumuz çocuklarımız, kötülüğün ne olduğunu, nereden geleceğini yaşayarak ve görerek pişmesi lazım.

*Dağda yaşayan bir evliya, şehirde ayakkabıcılık yapan bir evliyayı ziyarete gider. Giderken de kerametini göstermek için mendilinin içine kar doldurur götürür ve ayakkabıcının duvarındaki askıya asar. Bu durumu gören ayakkabıcı veli de mendilinin içerisine süt doldurarak duvara asar. Yakıcı sıcağa rağmen mendildeki ne kar erir ne de süt akar.

Az sonra ayakkabı yaptırmak için dükkâna bir kadın gelir. Ayakkabı ustası veli, kadından ölçü için eteğini biraz kaldırmasını ister. Kadın eteğini biraz kaldırınca içi kar dolu mendilden su akmaya başlar ve keramet de burada sona erer.   

 *30/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 



Ölümlerden Ölüm Beğenmeye Var mısın? ***


—Azizim! Bana eşlik eder misin?
—Olur, seninle her yere gelirim. Nereye gidiyoruz?
—Suud Konsolosluğuna.
—Ağzını hayır aç! Ne işin var orada?
—Bir pasaport işim vardı da.
—Bence gitme oraya.
—Niye ki? Gelmezsen ben kendim giderim.
—Eceline susamış olmalısın!
—Ne ecelinden bahsediyorsun sen? Alt tarafı bir pasaport işi!
—Sürekli gidiyorsun o zaman.
—Ne süreklisi? Doğup büyüdüğüm memleketimi terk eder miyim? Bir Suud'a gidip gelmek niyetim.
—Niyetini gözden geçir!
—Niyeymiş o?
—Çünkü gidişin veya girişin olur ama çıkışın olmaz oradan.
—Savaşa gitmiyorum. Vize işim var sadece. Sonra konsolosluklar en güvenilir yerler.
—Haklısın ama gitmeyi göze aldığın yer Suud Konsolosluğu. Sana orada verseler verseler ahiret bileti verirler.
—Yahu manalı manalı konuşma! Geliyor musun gelmiyor musun?
—Senin için çiğ tavuğu bile yerim ama ben canımı yolda bulmadım.
—Ağzını hayır aç. Bu işin sonunda ölüm var gibi konuşuyorsun.
—Gibisi fazla! Ölüm var. Ama ölümün ötesinde daha vahim bir durum var?
—Ne?
—Ölümlerden ölüm beğeniyorsun. Daha doğrusu onlar seçiyor. Kim vurduya gidiyorsun. Ne şekilde, kim tarafından, nasıl öldürüleceğin sır gibi saklanır orada. Şeytanın aklına gelmez başına gelecek olanı. Haydi ölümü göze aldın gittin diyelim. Bir iyi yönleri var. Cesedin de sır oluyor. Yani temiz iş yapıyorlar.
—Haydi öldürdüler diyelim. Cesedi ne yapacaklar? Bunlar yamyam mı?
—Burası da muamma! Yiyorlar mı, et makinesinde çekiyorlar mı, asit marifetiyle cesedini eritiyorlar mı bilmiyorum. Dedim ya temiz iş yapıyorlar. Geride kalan sevenlerin için teçhiz, tekfin ve defin işi bile bırakmıyorlar. Ailen mezar taşı yaptırmak için masraf etmeyecek. Çünkü mezarın olmayacak. Yok edildikten sonra mezarı olmayan ikinci kişi olarak tarihe geçeceksin.
—Kabile devleti mi burası?
—Keşke kabile bari olabilselerdi! Kabile devletinden daha beter! Çöl kanunu geçerli orada diyeceğim ama çölün bile bir raconu olur. Olsa olsa sırtını petrole dayamış, defalarca Kabe duvarına işemiş, şımarık bedevi olabilirler.
—Allah ıslah etsin, yaptıklarından bin beter yapsın onları.
—Hala gitmeyi düşünüyor musun oraya?
—Deli miyim ben? Ne işim var orada? Pasaport da kalsın, vize de. Eğer bunların devlet yönetimi bu ise alsınlar o devleti başlarına çalsınlar!

*** 22/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.