5 Ağustos 2018 Pazar

Acınası Amerika! *

Bana dünyada en acınası devlet hangisi dense ABD derim. Niçin derseniz ki sen dünyanın en güçlü devleti ol, nice devletleri bir bir sıraya getir; istediğini yap, sana kimse ne yapıyorsun demesin. Bir emriyle arkasında el pençe sayısız devlet olsun. Suyumu bulandırdın diyerek istediği devleti işgal etsin, istediği terör devletini desteklesin, istediği ülkede terör yaptırsın, istediği yere istediği dizaynı versin. İstediği ülkeye silah satsın, istediğine ambargo uygulasın. Aleyhine olan bir karar olduğu zaman BM’in beş daimi üyesinden biri olarak veto edip uygulatmasın. Aldığı her kararda dünya etkilensin. Kimse ona bir şey diyemesin.

Bir eli yağda, diğeri yağda, güllük ve gülistan bir şekilde hep kazanan bir ülke iken birçok ülke gibi avucunun içinde olan, her yerde emir eri gibi kullandığı Türkiye; avucunun içinden çıkıp gidiyor. İşte bu yüzden çıldırıyor. Tekrar avucunun içine almak ve istediği şekilde kullanmak için her yolu deniyor. Kah 15 Temmuz gibi bir darbenin en göbeğinde rol alıyor, kah dövizle oynuyor, kah yaptırımlarla Türkiye’yi tehdit ediyor, kah bizim ülkemizin insanını kendi ülkesinde yargılıyor, kah bakanların mal varlıklarına el koyuyor, içimizde terör yaptırıyor, PKK’ya, İŞİD’e operasyon yaptırıyor. Neler yapmıyor neler! Denemediği yol kalmadı. ABD’nin tüm yaptırım ve yaptıklarına rağmen avucunun içine girmemekte direnen ve diklenen bir Türkiye kendisini çıldırtıyor. Nasıl çıldırmasın ki! Eti ne, budu ne bu Türkiye’nin! Daha düne kadar ABD’nin her kararında gönüllü ve gönülsüz safında yer alan bir Türkiye, kendisine biçilen rolden çıkmaya çalışıyor. Kah “Ona minute” diyor, kah “Dünya beşten büyüktür” diyor. Çıldırmayıp da ne yapsın ABD laf anlamayan, söz dinlemeyen, başına buyruk hareket eden, yeri geldiği zaman “Sende kimsin, ben istediğim silahı dilediğim yerden alırım” diyen, “Burnumuzu sürtmek, geri adım attırmak, korkutmak, cezalandırmak…” amacıyla bize karşı uygulamaya kalktığın yaptırımlarına aynıyla yaptırım, aynıyla iade” deyip adrese teslim iş yapan bir Türkiye var karşılarında. Türkiye, kaba kuvvetle her ülkeye had bildiren dünyanın en güçlü devletine dünyanın sessiz çoğunluğuna rağmen meydan okuyor.  ABD çıldırmayıp da ne yapsın! Gücü-kuvveti arkasındaki halk desteğinden, birlik ve beraberliğinden ibaret bir Türkiye’ye karşı acziyet içerisinde ABD. Ne yapacağını bilemiyor. Saldırdıkça saldırıyor.

Türkiye azim ve gayret içerisinde akıllıca hareket ederek pes etmesin. Bu tavrı ABD’nin -gücünün- sonunu getirecektir. Çünkü pes etmeyen ve diklenen bir Türkiye, ABD’nin hegemonyasından ve kıskacından kurtulursa tüm dünyaya örnek olacaktır. Her ülke “Bu, inancın zaferi” diyecektir ve kendileri de ABD baskısından kurtulmaya çalışacaktır. İşte o zaman ABD’nin haksız yere Türkiye’ye yaptıklarına seslerini çıkarmadıkları için utanacaklardır. Aslında dünya ödlekliği, bana dokunmayan bin yaşasın sessizliğini bir tarafa bırakıp “Türkiye’ye karşı yapılan yaptırımları tasvip etmiyor ve onaylamıyoruz” desin; ABD’nin gücü daha erken havlu atar. Ama dünya haklının yanında yer almıyor, alamıyor. Çünkü “ya iktidarımız elden giderse” diye korkuyorlar ve ABD’nin korku imparatorluğuna boyun eğmiş durumdalar. Zaten insanın zoruna giden de dünyanın bu aymazlığı.


Dünya değişik saiklerle sessizliğine devam etsin, Türkiye bu duruşunu değiştirmesin. Bu onurlu direnişi er veya geç ABD’nin dişlerinin döküldüğünü tüm dünyaya gösterecektir. Belki de ABD, şimdiden sonuna hayıflanıyor: “Daha dün ben ne idim bu dünyada” diye.



* 13/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Ağustos 2018 Perşembe

Ekonomide Gidişat Hayra Alamet Değil *


Faiz, döviz ve borsa üçgenine veya kıskacına bağlı 'üçkâğıt' ekonomisi piyasayı istediği şekilde dizayn ediyor. Yani bozuyor. Kimini batırıp kimini çıkarırken bu üçkâğıt ekonomisini elinde bulunduran güç, paraya para demeden kazanmaya devam ediyor. Nedense hep kendi kazanıyor. Olan da alın teriyle evine ekmek götürmeye çalışan orta ve dar gelirli insana oluyor.

Dolar, borsa ve faiz piyasaya göre şekilleneceği yerde piyasayı bu üçkâğıt belirliyor. Daha doğrusu yıkıp geçiyor.  Dolardaki kritik eşik aşıldı diyor görsel medya. Kaç kritik eşik aşıldı bugüne kadar.

Bir yerde dursun artık diyoruz. Fakat o, almış başını gidiyor. Kronometre çalışır gibi yukarı doğru bir trend izliyor durmadan. 

Zam görmeyen ürün kalmadı, hem de kaç defa. Zaten döviz oynamayı görsün, zam kapıda demektir. Çünkü yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, bindiğimiz, kullandığımız her şey dövize endeksli. Kara kara düşünüyoruz şimdi. Çünkü elimizi, ayağımızı her şeyimizi bağlıyor. 8-10 senedir fiyatların artmadığı, hatta düştüğü tek haneli enflasyon döneminden sonra yeniden çift haneli enflasyonlu hayatı yeniden yaşamaya başladık. Bu demektir ki cebimiz daha fazla yanacak. Merkez Bankası yüzde 8 olan enflasyon tahminini 5 puan birden artırarak yüzde 13,4'e çıkardı. Ardı arkasına gelen zamların etkisi açıklanan tahminin çok üstünde.

Dövizin yükselmesiyle birlikte akaryakıta arka arkaya gelen zamlar dolayısıyla hükümet, vatandaş etkilenmesin diye akaryakıt zammını yansıtmadı. Çözümü de akaryakıttan dolayı devlete ödenmesi gereken vergiden kesintiye giderek buldu. Bu da bütçenin daha fazla açık vermesi anlamına geliyor. Zamlardan 1 Ağustos'tan itibaren elektrik ve doğalgaz da nasibini aldı.

Son yılların en kırılgan ekonomi hayatını yaşıyoruz. ABD'nin olur olmaz yaptırımlar alması ve arkasının gelecek olması dövizi fırlatıyor. Dış güçlerin özellikle ABD'nin burnumuzu sürtmek için elindeki para kozunu oynuyor. Derdi ekonomimiz sürdürülemez olsun, batsın ki Türkiye'nin burnu sürtülsün. Çıkar yol bulunmaz tedbir alınmaz, piyasalara güven verilmez, sıcak para bulunmaz ise bizi ekonomiyle vurmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş olacağız.

Olağanüstü bir durum var şu an karşımızda. Milletçe ne bedel ödenecekse kararı alınsın, yeter ki dövizin ateşi söndürülsün. Umarım ekonomideki bu çalkantı durulur/durdurulur, iflaslar görmeyiz, paramız iyice pul olmaz, likidite sıkıntısı yaşanmaz, cari açık iyice açılıp bizi zora sokmaz. Dış borçların ödenmesi, piyasaların rahatlaması/rahatlatılması veya dışarıdan yeni borç alınmaması için Malezya'da olduğu gibi devlet vatandaştan bağış alma yoluna gidebilir.

* 08/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Pazarcı Esnafı ve Maarif Sistemimiz



Son yıllarda uygulanmakta olan eğitim ve öğretim sistemimizin durumunu semt pazarlarında esnaflık yapan pazarcı esnafının durumuna benzetirim. İçinizden ne alaka diyebilirsiniz. Görüntüsü ve iş alanları itibariyle bir bağlantı göremeyebiliriz. Her ikisinin de sattığı/ortaya çıkardığı ürün dolayısıyla aradaki bağlantıyı anlatmaya çalışayım efendim! Önce pazarcı esnafı kimdir, özelliği nedir sorusuna cevap arayalım. Bilenler için tekrar olsun. Hemen hemen her ilimizde semt pazarları kurulur. Ben burada Konya semt pazar esnafından bahsetmeye çalışacağım. Baştan söyleyeyim anlatacağım pazarcı esnafının istisnaları var. Kastım hepsi değil. Ama bir algıyı ortaya koyamaya çalışacağım.

Pazarcı esnafı her gün satacağı meyve veya sebzeyi pazarın kurulacağı semte taşır. Sabahın erken vaktinde tezgahını açar, görenleri hayran bırakacak şekilde tezgahını bir güzel istifler. En öne ürünün en iyisini koyar. Satış yapmaya başlar. Müşteri öndeki ürüne bakar, malı beğenir, pazarcı tezgahın arkasından verir. Çünkü seçmece yoktur. Müşteri ön taraftan istese de pazarcıya göre önü de aynı, arkası da aynı malın.

Pazarcı, müşterinin istediği kiloyu vermek için poşete malı koyar, arka taraftaki terazi ile tartar ve poşetin ağzını -onca işinin arasında- bir güzel bağlayarak sana teslim eder. Beğendiğin ürünü en uygun fiyata alarak -üstelik- senin doldurmana imkan vermeden kendi doldurup bir de poşetin ağzını kapatması seni memnun eder. İyi alışveriş yaptım diye evinin yolunu tutar, mutfağa koyarsın. Yorgunluğu atmak için hafifçe uzanırsın. Az sonra eşinin çığlığını duyarsın. Hanım, ne oldu demeye kalmadan. Poşetten çıkan ürünleri gösterir: “Şuna bak! Ne kadar çürük çarık varsa doldurmuş içine, görmedin mi alırken…” der eşin. Görmek ne mümkün efendim! El çabukluğuyla tezgahın ardından öyle itina ile poşete koyar ki sen birinci sınıf malı aldım sanırsın. Üstelik pazarcı yalan söyleyecek değil ya. Ona göre hepsi aynı.

Anlatmak istediğim; pazarcı, halden aldığı sebze ve meyvenin ezik ve çürük çarığını, irili ve ufaklı olduğunu ayırmadan akşama kadar müşteriye satar. Elindeki malı tüketerek kalan çöpü -nasılsa belediye temizliyor diyerek- olduğu yere boşaltır ve evinin yolunu tutar. Farkındaysanız pazarcı; malın eziği çürüğü diğer sağlamları çürütür, bozar demeden hepsini satar. (Hakkını yemeyelim, üç-beş ezik ve çürüğün yanında birkaç tane de sağlam koyuyor. Milli servet atılır mı? Ya da daha düşük fiyata verilir mi?)

Sadede gelelim…pazarcı esnafının satışının maarifimizle alakasına. Türk Milli Eğitim sistemine okumak için giren her bir öğrenci; ana sınıfından liseyi bitirinceye kadar hedefi olsun veya olmasın, notu yüksek olsun veya olmasın, dersi zayıf olsun veya olmasın, sorumlu olsun veya olmasın, okulun beyefendisi/hanımefendisi olsun, okulun altını üstüne getirsin… aynı sınıf ortamında fire vermeden hepsi mezun olur. Yani bizim eğitim sistemimiz çürüğü çarığı, eziği, sorumlulara zarar vereni, ders yaptırmayanı da mezun eder. Herkese diploma verir ve üniversite kapısına yığar. Hoş üniversiteye girenler de kolay kolay sınıfta kalmaz. Sonra hepsi birden şu okuldan diplomam var deyip toplum içerisine çıkar.

Sanırım derdimi anlatabildim. Pazarcı da tüm ürününü satar, cebini ve mutfağını yakar. Okullar da önüne gelen herkesi kapasite ve yeteneğine bakmadan, bilgisini doğru dürüst ölçmeden piyasaya sürer. Piyasa ehil veya değil, işe yarar veya yaramaz diplomalı insanla dolu. Pazardan aldığın üründen kolay kolay yemek olmaz. Okullarımızdan mezun olanlara da kolay kolay iş veremezsin. Öyle zannediyorum toplum hem pazardan aldığı üründen, hem de herkesi diplomalı yapan insan kaynağından şikayetçi. Ne zaman farkına varacağız pazardan alınan malın içindeki çürüklerin sağlam ürünlere zarar verdiğini…Ne zaman kafamıza dank edecek okullarda okumam/okumayacağım diye direnenlerin, sorumluluğunu bilen öğrencilere zarar verdiğini…   

Semt pazarlarını ve esnafını beğenmesek de pazarlara alışverişe gitmeye devam ediyoruz. Maarifimizin içinde bulunduğu durumu, okullarını ve mezun ettiği öğrencileri beğenmesek de okullara çocuklarımızı göndermeye devam ediyoruz. Büyük çoğunluğumuz bu durumdayız. Çok azımız pazar yerine manav ve marketlerden alışveriş yapar, çünkü imkanı yerindedir. Yine çok azımız çocuğunu alıp özel okulda okutuyor. 

İşte ben pazarcı esnafıyla maarif sistemimiz arasında böyle bir bağlantı kurabildim. Çok mu zorlama oldu yoksa?


1 Ağustos 2018 Çarşamba

Niçin Hep PKK'ya Kızıyoruz?

Hakkari'de görev yapan bir astsubayımız terör örgütünün yola tuzakladıkları  bombayı patlatmaları sonucu eşini ve on bir aylık çocuğunu teröre kurban verdi. Aynı anda iki canını kaybeden astsubayımızın başı sağ olsun. "Vatan sağ olsun" diyerek metanetini koruyan astsubayımızı tebrik ediyorum. Allah kendisine yeni hayırlı bir eş ve çocuklar versin. İnşallah bu menfur olayın benzeriyle Rabbim insanımızı  bir daha karşı karşıya getirmez.

Terör genelde asker ve polisimizi hedef alır. Sıkıştı mı çoluk çocuk demeden pusu kurar. İşte bu defa da elinde silahı olmayan bir kadını ve on bir aylık yavrusunu hedef aldı. Gözü dönmüş, kalleş ve kahpe bir örgütten de başkası beklenmez zaten. Mert değildir bir defa. Görünür değildir. Ne zaman, nerede, kimi vuracağı belli olmaz. 

Bu menfur olay olduğu zaman da tıpkı diğerleri gibi milletçe kenetlendik, teröre lanet ettik. Başka da elimizden bir şey gelmiyor.  Kızdık, kızmaya devam ediyoruz. "Ne isterler kadından ve on bir aylık çocuğundan" diyoruz. Kime kızıyoruz? Başkasının maşası taşeron bir örgüte kızıyoruz. Bence bu örgüte kızmaktan ziyade bu örgütü besleyen, üzerimize salan arkasındaki güce kızmamız lazım. Çünkü hiçbir terör örgütü arkasında bir devlet olmadan operasyon yapamaz ve yaşayamaz. 

Polisimiz ve askerimiz bizim huzurumuz için bu alçak ve hain sürüsüyle uğraşırken devlet aklı, bu örgütü üzerimize salan gücü tespit ederek işi masada halletmesi lazım. PKK'nın bu alçaklığı ne ilk ne de son olacağa benziyor. Her olaydan sonra "Kanı yerde kalmayacak, bu terör örgütü bunun bedelini ödeyecek" demek ve operasyon üzerine operasyon yapmak çözüm değildir. 

Askeriye ve polisiye tedbirlerle devlet terörün rahat operasyon yapmasının önünü kesti. Bitirebilir mi? Bitmez. PKK, pes der mi? Demez. Çünkü PKK'nın elinde bir irade yoktur. Ne zamanki nefretimiz ve oklar PKK'ya değil de arkasındaki güce yönelirse bir mesafe kat ederiz. Yoksa her olaydan sonra şimdi olduğu gibi bir maşaya kızar dururuz. Bu da bataklığı kurutmaktan ziyade sivrisineklerle uğraşmaya benzer.

Allah bu milleti terör belasından kurtarsın. Bu ülkeye karşı kötü emelleri olanların tuzaklarını kursaklarında bıraksın, birlik ve beraberliğimizi bozmasın. Terör en kısa zamanda köpeklerini üzerimize salanların boynuna dolansın, tıpkı bumerang gibi. Allah bu milletin yardımcısı olsun.

Öğrenci ve Öğretmen Karnemiz *



ÖSYM, 2017 KPSS ÖABT (Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi) sınavının ortalamasını yani öğretmen olmak için öğretmen adaylarının her birinin kendi branşından yaptığı net sayısını yayımladı. Her adaya ÖABT ile ilgili 50 soru sorulmuş ve dersler bazında (yuvarlama yapılmıştır) ortalama şu şekildedir:
Rehber öğretmenler 35,
Türkçe 30,
Din Kültürü ve Okul Öncesi 29,
Coğrafya, Sosyal Bilgiler ve İngilizce 24,
Sınıf Öğretmenliği 23, Biyoloji ve Tarih 21,
Türk Dili 18,
İlköğretim Matematik 17,
Fizik 16,
Kimya 14,
Lise Matematik ve Fen Bilimleri 12,
-Bu istatistiklere göre üniversitelerimiz sınıfta kalmıştır.

ÖSYM, 2018 TYT(Temel Yetenek Testi) sonuçlarını açıkladı:
Türkçe 40 soruda 16,179 ortalama, 
Sosyal bilimler 20 soruda 6,003 ortalama, 
Temel matematik 40 soruda 5,642 ortalama, 
Fen bilimleri 20 soruda 2,828 ortalama.
ÖSYM, 2018 AYT(Alan Yeterlilik Testi) sonuçlarını açıkladı:
Türk dili ve edebiyatı 24 soruda 4,743 ortalama, 
Tarih-1 10 soruda 1,617 ortalama, 
Coğrafya-1 6 soruda 2,271 ortalama, 
Tarih-2 11 soruda 1,465 ortalama, 
Coğrafya-2 11 soruda 2,856 ortalama, 
Felsefe grubu testinde 12 soruda 2,017 ortalama, D
Din kültürü ve ahlak bilgisi veya ek felsefe grubu testinde 6 soruda ortalama 2,098,
Matematik 40 soruda ortalama 3,923, 
Fizik 14 soruda 0,467 ortalama, 
Kimya 13 soruda 1,109 ortalama, 
Biyoloji 13 soruda 1,669 ortalama.
-Bu istatistiklere göre liselerimiz de sınıf tekrarıdır.

İstatistikler bize sınav odaklı ders çalışan, eğitim ve öğretim yapan üniversite adaylarımızın ve üniversiteden öğretmen olmak için mezun olan öğretmen adaylarımızın karnesini gösteriyor. 2018 yılında yapılan LGS (Liselere Geçiş Sınav” istatistiklerini MEB yayımlamadığı için ortaokulların ortalamasını veremiyorum. Bu kademede de durumun çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Öğretmen adaylarına kendi branşlarından yapılan sınavdan bir tane de mevcut öğretmenlere yapılsa ortalamanın ne olacağını sizin takdirlerinize bırakıyorum. Gördüğümüz gibi öğrenci ve öğretmeniyle karnemiz zayıf. Bir yerde hata yapıyoruz ama nerede?

* 06/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Meslek Liselerinin Kontenjanları Niçin Dolmadı? *


Ortaokulu bitiren öğrencilerden kimi LGS sınav sonucuna göre merkezi, büyük bir çoğunluğu da adrese dayalı olarak puansız olarak yerleştirildi. 91 bin çocuk herhangi bir okula yerleşememiş. Okul mu yok? Var. Üstelik 342 bin kontenjan boş kalmış. Yani tercih edilmemiş. Kontenjanı boş kalan okullar mesleki ve teknik liseler ile imam hatip liseleri. 

Meslek liseleri niçin kontenjanını dolduramaz? Çok mu kötü bu okullar? Aslında bu okullar bu ülkenin geleceğidir. Hatta meslek lisesi memleket meselesidir. Günlük öğünlerde vazgeçilmezimiz olan ekmek gibidir bu okullar. Özellikle -eski adıyla- EML’ler. Durum bu iken bu okullara veli ve öğrenciler niçin burun kıvırarak bakıyor? Bunun nedenini 28 Şubat’ın aktörleri daha iyi bilir. Onların tuzu kuru olduğu ve kendilerine hiç hesap sorulmadığı için konuşma, öz eleştiri yapmak gereksinimi duymazlar. Zaten bu ülkede kim, ne yaparsa yanına kar kalıyor, mağdurlar da mağdurluğuyla.

Meslek liselerinin içinin boşaltılmasında, itibar kaybetmesinde niçin 28 Şubat’ın aktörlerini suçladığımı merak ederseniz kısaca değineyim: Dönemin aktörleri önce zorunlu eğitimi kesintisiz olarak sekiz yıla çıkararak bu okulların orta kısmını kapattılar, ardından bunu yeterli görmeyip katsayı ucubesini icat ettiler. Bu adaletsizliği bin yıl devam ettiremediler ama yıllar yılı uygulattılar. Amaçları ne idi, bu adamlar meslek liselerine düşman mıydı derseniz, öyle zannediyorum dönemin gücünü elinde bulunduranlar meslek liselerine değil, İHL’lere düşmandı. İHL’lere tek başına katsayı engeli getirirsek tepki çekebiliriz diye düşündüler. İşin içine tüm meslek liselerini de kattılar. Yani EML, KML ve TML okullarının içinin boşaltılmasının tek nedeni İHL’lerin önünü tıkamaktı. Maalesef post modern darbenin figürlerinin gözlerini kör eden İHL düşmanlığı, diğer meslek liselerini de bitirdi. Bu okulları tırpanlamak suretiyle bu okulları kapısına kilit vurmaktan beter duruma düşürdüler. Keşke o gün sadece İHL’leri kapatsalardı bu ülkenin geleceğine ve bu okullara bu kadar zarar veremezlerdi. Yani meslek liseleri İmam hatiplere kurban gitti.

Bugün “katsayı engeli yok, herkes eşit bir şekilde yarışabiliyor. Ama yine tercih edilmiyor” derseniz evet bugün katsayı adaletsizliği yok. Ama bu okulların itibarını yok ettikten ya da bu okulları öldürdükten sonra yeniden diriltmek çok zordur. Tıpkı yıkmak kolay da yapmak zor dendiği gibi. Çünkü meslek lise mezunlarının üniversite kapılarında önleri tıkanınca herkeste “Bu okullardan bir şey olmaz, bu okullara başarılı öğrenci gelmez” algısı oluştu. Öğrenci kaçtı bu okullardan. Kayıt yaptırıp gelen de hevesli okumadı. Sonuç, başarı gelmedi ve bu okullar başarı sıralamasında en sonlarda yer aldı.

Bugün katsayı yok ama geçmişin izi hala silinemedi ve bu okullar hala belini doğrultamadı. Zaten kontenjanları da bu yüzden dolmuyor. Bu anlayış olduğu müddetçe –devlet istediği kadar teşvik versin- çok düzeleceğe de benzemiyor.

Katsayı engeliyle büyük darbe yiyen meslek liseleri içerisinde imam hatip liselerinin bugün kontenjanlarını dolduramamasının bir başka yönü daha var: Öyle zannediyorum, bu okulların ihtiyaçtan daha fazla açılmış olmasıdır. Bu okullarla ilgili etki ve tepki durumu söz konusu bugün. Dün nefret edip kapatmayı göze alanlarla bugün sevip fazlaca açmayı düşünenler -niyetleri farklı olsa da- aynı amaca hizmet ediyor. Zira nefret insanın gözünü kör ettiği gibi aşk da insanın gözünü kör eder.

* 04/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Kaçak Yapılaşma Nereye Kadar? ***


Bu sene ülkemiz doğru dürüst kış görmedi. Ama yağmurumuz eksik olmadı. Önce nisan yağmurları, ardından kırkikindi yağmurları yüzümüzü güldürdü. Yüzümüz gülmeye güldü ama yağmurlar çoğu zaman normal yağmadı. Çünkü çoğu zaman toprak kayması, sel baskınları gibi afetlere yol açtı.
Ne zaman şiddetli bir yağmur yağsa ülkemiz daha doğrusu belediyelerimiz sınıfta kaldı. Çünkü alt yapı iflas etti böylesi afet durumlarında. Üstüne üstlük ihata duvarları yıkılıyor, binalarımız çöküyor. Her yıkıntı ve çöküntüden sonra “Bereket ölen yok” deyip şükrediyor, “Cana geleceğine mala gelsin” diyoruz.

24/07/2018 günü İstanbul Sütlüce’de önceden boşaltılan dört katlı binanın yıkılışını canlı yayında izledik, yıkılan binanın yanındaki kaç tane bina da göçük tehlikesine karşı boşaltılmış durumda. Ertesi günlerde yapılan hafriyat çalışmasında meydana gelen göçük dolayısıyla park halindeki kaç aracın çukura yuvarlandığını ve yeni bina yapımı için temel açma nedeniyle yanındaki binalara zararların verildiğini maalesef fazlasıyla seyreder olduk bugünlerde.

Binalarımızın çökmesi bu ülkenin bir kaderi midir? Maalesef kaderimiz haline getirdik. Çünkü plansızlığımızın; söz, kural ve kanun tanımazlığımızın sonuçlarını yaşıyoruz.  “Doğayla nasıl mücadele edilir, nasıl ayakta kalınır” hesabına kulak tıkamamızın sonuçlarını görmeye devam edeceğiz, şayet sağ kalırsak.

Çöken, yıkılan binalarımızın geneli kaçak bina çıkıyor. Ülkemizdeki kaçak bina sayısı üç-beş değil ki! Bunlar yıkılsa da kurtulsak desek. Bu ülkenin binalarının yüzde 60’ı kaçakmış. Yazık bu ülkeye! Bu haliyle bu ülke iyi ayakta duruyor maalesef.

Devlet kaçak binaları yasal hale getirmek amacıyla adına “İmar barışı” dediği yöntemle 31/10/2018 gününe kadar bina sahiplerinin e-devlet üzerinden başvurmasını şart koştu. Devletin uzattığı bu zeytin dalına kaç vatandaş el uzatacak bunu da ilerleyen zamanlarda öğreneceğiz. Umarım devletin bu imar affı son olur diyeceğim ama bu anlayışımız devam ettiği müddetçe daha nice aflar çıkar.

Kaçak bina veya imara aykırı bina niçin yapılır bu ülkede? İnsanımız niçin kaçak bina yapar? Haydi, vatandaş kaçak bina yapmaya yeltendi, belediyelerimiz niçin görmez bunu, niçin göz yumar? Burada suçlu sadece vatandaş mı? Devletin ve devletin taşradaki eli-ayağı olan belediyelerin hiç mi suçu yok? Bu kaçakçılık anlayışı/aşkı bizde böyle devam edip gidecek mi? Yok mu gecekondulardan kurtulmanın yolu? Böyle gelmiş, böyle gider mi diyeceğiz?

Soruların hepsine cevap vermeyeceğim burada. Sadece vatandaş niçin gecekondu yapmaya başvuruyor? Yüksek maliyetlerden kaçınmak için. Çünkü ev yapmaya kalkan bir vatandaş daha arsasına baltayı vurmadan belediyeden imar ruhsatı almak için epey bir para harcaması gerekiyor. Bunun yolu, imar ruhsatlarını makul seviyeye indirmek ve prosedürü kolaylaştırmaktır. Eğer devlet/belediyeler inşaata başlamadan önce evrak üzerinden vatandaşı soyup soğana çevirmezse hiçbir vatandaş ruhsatsız bina yapmaya yeltenmez. Yeter ki belediyeler imarı rant kapısı olarak görmesin.

Kural tanımazlık bizim milletin genlerinde var, yine kaçak yapar derseniz size bir örneği hatırlatmak isterim. Bu ülkede bir zamanlar ikinci el araç alım-satım işlerinde vatandaş aracını alır ve satar ama kolay kolay devrini üzerine almazdı. Niçin? Çünkü araç devrinde notere epey bir para ödemesi gerekiyordu. Devlet bu konuya el attı. Araç alım-satımlarındaki masrafı makul bir seviyeye indirdi. Şimdi herkesin aracı kendi üzerine kayıtlıdır. Aynı gün alıp satıyor ve devrini üzerine alıyor. Sanırım bu örnekten sonra başka söze hacet yok…

*** 27/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.