10 Haziran 2018 Pazar

Öğretmen, Öğrencisinin Vücutça Büyümüş Şekli

Yalova Esenköy HİE'nde tüm illerden ortaöğretim müdürlerinin kursiyer olarak katıldığı isteğe bağlı bir seminerdeyim. Okulunda geciken öğretmene ve öğrenciye niçin geciktiklerini sorgulayan müdürlerin çoğunun, planlanan saatte seminer salonuna gelmediklerini ve gecikmeli olarak içeriye geldikten sonra kürsüde konuşmacı sunumunu yaparken yanındakiyle koyu bir muhabbete daldıklarına çokça şahit oldum. Hatta bir defasında Ortaöğretim Genel Müdürlüğünde Şube Müdürü olarak görev yapan konuşmacı, "Arkadaşlar, öğretmeniniz toplantıya sizden sonra gelse, geldikten sonra da sizi dinlemeyip yanındakiyle konuşmaya devam etse bu durumda ne yaparsınız" demişti. Üzülmüştüm bu lafları işittiğime.
*
Okul müdürü sene sonu toplantısını yapıyor, gündemle ilgili konuşuyor. Salonda bulunan öğretmenler konuşan bizden biri, dinleyelim demiyor. Habire yanındakiyle sohbet edeceğim diye uğraşıyor. Okul müdürü, nezaketinden kimseye bir şey söylemiyor. Gürültüye rağmen hafif duraklıyor, insanların gözünün içine bakıyor...Nafile. Koltuğa oturmuş öğretmenimiz keyif çatmaya devam ediyor. Konuştuğu sanki aylarca görüşmediği veya az sonra ayrılıp bir daha görüşmeyeceği biri. Hiç istifini bozmadan kelam etmeye ve gülmeye devam ediyor. Haydi müdür saatlerce konuşsa, ara vermese de öğretmenimiz sıkılsa diyeceğim. Toru toplamı 45 dakika süren bir toplantının başı da bu şekil, ortası da, sonu da.

İki tanesini anlattığım örneğin yüzlercesiyle karşılaştım öğretmenlik hayatımda; kimi zaman öğretmen, kimi zaman da müdür pozisyonundayken. Böylesi durumlarda her defasında meslektaşlarım adına mesleğimden utandım. Diyelim ki konuşmacı, hepimizin bildiği rutin konuşmasını yapıyor. Farz edelim ki bu işleri müdürden daha iyi biliyoruz. Konuşan müdür de olsa, şube müdürü de olsa bizden biri. Bir meslek erbabı kendi meslektaşına eziyet eder mi? Onu dinlemeyerek o kimsenin onurunu incittiğimizin farkında mıyız? Biz birbirimizin konuşmasına tahammül göstermez, biz bize saygı duymazsak kim bize saygı duyar? Niçin bir empati yapmıyoruz? Düşünün ki kürsüde konuşan kendimiziz. Salondakiler bizi dinlemeden yanındakiyle konuşuyor. Ne hissederiz bu durumda? Sınıfta ders işlerken bizi dinlemeyen öğrenciye tepkimiz nasıl olur? Konuşun çocuklar, ne de güzel konuşuyorsunuz mu diyoruz. Yeri geldiği zaman yeni nesil söz dinlemiyor, bizi iplemiyor, çok şımartıldı, hiçbir şey yapamıyoruz, öğretmenliğin itibarı kalmadı diyoruz. Biz dinlemeden kendimizi dinletmeyi, saygı göstermeden bize saygı duyulmasını nasıl sağlayacağız? Unutmayalım ki bir meslek grubunda itibar kaybı varsa bunda payın büyüğü o meslek grubunun kendisindedir. Hiç sağa sola kızmaya, gönül koymaya kalkmayalım.  Merak ediyorum Allah bize konuşmamız için bir dil, dinlememiz için iki kulağı niçin verdi? Bir konuşun, iki dinleyin diye değil mi? Ya hayır konuşsak, ya da sussak nasıl olur?

Bir tespit yapayım diye verdiğim bu örnekler yine beni bir başka tespite götürüyor: Öğretmen, öğrencinin vücutça büyümüş şekli. Yeter ki sıraya oturmaya görsün. Durum değişmiyor. Daha sorumluluğunu tam üstlenmemiş, doğru ve yanlışı tam ayırt edemeyen öğrencinin konuşmasını bir yere kadar dinleye dinleye "sıkılmıştır" diyebilir ve yanlış da olsa makul görebiliriz. Ya ev-bark sahibi olmuş, sorumluluk sahibi büyüklerin konuşmasına ne diyelim? Sanırım bunun makul tarafı olmadığı gibi izahı da yok...


Konya'da Oruç

Ramazan dolayısıyla işimden evime, ev ile cami arasında mekik dokuyorum. Çarşı-pazar dolanmıyorum. İhtiyacımı giderdik tek sonra kendimi eve hapsediyorum. 

Bugün işten sonra eve uğramadan üç km' lik bir yere bir görüşme için yürüdüm. Bir pastanenin önünden geçtim. İşletme, içerideki kısımdan daha büyük bir kısmı kapsayacak şekilde dışarıya masa sandalye atmış, ramazan olmasına rağmen bir kısım insanımız dışarıya oturmuş; çayını yudumluyor, dondurmasını yiyor, sigarasını içiyor. Az daha ilerledim bir kafe. Bu da dükkanın önünü kapatmış. Müşterileri sigarasını tellendiriyor, çayını içiyor ve nargile keyfini gideriyor. Tam gideceğim yetin yanında baktım yine bir oturan topluluk. Burası neresi diye kaçanı kaldırdım. Bir muhallebici dükkanı. İnsanımız tatlı yiyip tatlı tatlı sohbetini yapıyor.

Gördüğüm her üç işletme zevke hitap eden yerler. Buralar açık olmasa, insanımız çayını-sigarasını içmese, muhallebesini yemese acından ölmez. Adımladığım yer bir hastane civarı ve otogar veya gar mevkii değil. Güpegündüz ihtiyacını giderenler ne yolcu, ne de hasta anlayacağınız. Çarşı merkezi hiç değil. Kendi halinde sakin bir mahalle.

Gördüğüm bu manzara, insanımızın kendini aştığını gösteriyor. Allah'ın bildiğini kuldan niye saklayayım. Sen orucunu tutarsan tut, ben senin için zevkime ket vuramam dercesine aleni bir şekilde istifini bozmadan yaşantısına devam ediyor.

Bu gördüğüm üç manzara "Ah ben de oruçlu olmasaydım" dedirtti mi bana? Canımı çekti mi? Orucuma halel mi getirdi? Hayır. Onlara ne gıpta ettim, ne de heveslendim. Aksine garipsedim. Mahallemize oruç gelmemiş, belki bugünler daha iyi günlerimiz, dedim. Sanırım böyle giderse biz oruç tutanlar azınlıkta kalacağız, muhitimizde ramazanın manevi iklimi hakim olmayacak. Gördüğüm bu manzara Konya'da muhafazakar bir semt. Varın ötesini siz düşünün.

Eski Konya'da açık olan lokantaların cam ve kapısı gazete kağıdı ile kapatılır, kapısı hafifçe açık olur, oruç tutmayan girer, içeride ihtiyacını giderirdi. Şimdilerde gazete kağıdı ile kapatılmış lokanta vb yerler kalmadı. Bari içeride yeseler diyorum. 

İsteyen oruç tutar, isteyen tutmaz. Tutan kendisine tutar. Kendimi bildim bileli orucumu tuttum. Allah sağlık verdiği müddetçe tutmaya devam edeceğim. Belki eskiden de oruç tutmayanımız çoktu. Ama toplum içinde oruçlu görünürdü. Şimdilerde aynı hassasiyeti göremiyorum. Ne oldu dünkü hassasiyetlerimize? Dünküler yanlış düşünüyordu da bugünküler doğruyu mu buldu? Merakım bu! 

Sahi kaç kişi kaldık yüzde 99'u Müslüman olan bu ülkede? Aleni bir şekilde zevk ve keyfimizi gidererek neyi amaçlıyoruz? 

Cami mi yoksa Dilenci Merkezi mi?

Eskiye oranla camilerimizde şu ya da bu yer adına yardım toplamak için açılan sergilerde bir azalma söz konusu. Son haftalarda bir haftada olmasa da iki-üç haftada bir, cumalarda yardım yeri dikkatimi çekiyor: "Muhtelif cami inşaatı ve Kur'an Kurslarına yardım." Eskiden cami adı belirtilirdi. Şimdilerde adı muhtelif oldu. 

Sanırım yapımı başlanan camilerin ve Kur'an Kurslarının ihtiyacı var ki sergiye ihtiyaç duyuluyor. İnsanımızın cebindeki bozuk paraları atmak suretiyle ihtiyaçlar tam karşılanmıyor olmalı ki bu iki yere belirli periyotlarla yardım toplanmaya devam edilmektedir.

Cami, Kur'an Kursu vb yerleri inşa etmek ve buraların işlevini yerine getirebilmesi için camilerde sergi açmanın dışında başka yol bulunamaz mı? Bugün cami veya Kur'an Kursu yapımına ihtiyaç var mı? Mevcutları yeterli gelmiyor mu? İllaki her dört evin bulunduğu mahalle, bir cami kondurmak zorunda mıyız? Mevcut camilerimizin doluluk oranı nedir? İbadet yapmak isteyen vatandaş, mesafesi biraz uzak olan camiye gidemez mi? Mevcut Kur'an Kurslarının sene içerisindeki doluluk oranı nedir? Camilerimiz ibadet edilen yer dışında Kur'an öğrenilen yer şeklinde daha profesyonel bir işlevi yerine getirecek şekilde planlanamaz mı? Bu soruların netameli sorular olduğunu ve yanlış anlaşılmaya ve başka taraflara çekilme ihtimalinin olduğunu biliyorum. Yine de bu konuda düşüncelerimi serdetmek istiyorum.

Öncelikle planlama yapılmadan cami ve Kur'an Kursu yapılmamalıdır. Mevcutlar geniş bir kitleye hitap edecek şekilde planlanmalıdır. Mevcut Kur'an Kursları sekiz yıllık kesintisiz ve on iki yıllık zorunlu eğitimin ardından önceki işlevlerini yerine getirmekten uzaktır ve neredeyse yılın on ayını öğrencisiz geçirmekte ve atıl durumdadır. Bu kursları amacına uygun şekilde işlevsel hale getirmek için DİB ile MEB, ortak bir protokol imzalayarak mevcut Kur'an Kurslarını İHO okullarına dönüştürmelidir. Buralardaki mevcut öğreticiler Kur'an derslerine ve hafızlık eğitimi alan çocukların derslerine girmelidirler. Yine buralar yaz dönemlerinde kısa dönem Kur'an eğitimi almak isteyen geçici öğrenciler için müftülüklere planlama ve organize yapma görevi verilmelidir. İHO'ya dönüştürülemeyecek şekilde küçük olan Kur'an Kursları, öğrencilerin barınmaları için tahsis edilmelidir. Yaz dönemlerinde mevcut Kur'an Kursları talebi karşılamada yeterli gelmediği takdirde MEB'in okullarından müftülükler yararlanmalıdır. 

Camilerimiz, günlük toplamda 2-3 saatlik ibadet için açılıp kapanmanın ötesinde namaz vakitleri dışında örgün eğitim verecek şekilde Kur'an talimi için açık tutulmalıdır. Cami görevlileri namaz vakitleri dışında en az altı saat daha camiyi açık bulundurmak suretiyle yeni bir işleve kavuşturulmalıdır. Bina ve derslik ihtiyacı olan okullarda Kur'an ve din dersleri camilerde işlenmelidir. 

Mevcut cami ve Kur'an Kurslarından azami derecede faydalanıldıktan sonra ihtiyaca cevap vermezse yeni cami ve Kurs inşaatına başlanmalıdır.

Cami ve Kur'an Kurslarının gider ve ihtiyaçlarını karşılamak için camilerde sergi açmanın dışında vicdani sorumluluk çerçevesinde bir yardım şekline geçilmelidir. Bunun için Batı'da Hıristiyanların maaşlarından otomatik kesilen kilise vergisi bize uyarlanabilir. Kendisini Müslüman kabul eden kişilere "Din hizmetleri" vergisi konabilir. Bir fonda biriken bu vergi; cami yapımı, cami giderleri, Kur'an eğitimi, öğrenciye burs, Kur'an Kursu inşaat ve giderlerinin karşılanmasında kullanılabilir. Böylelikle cami ve kursların ihtiyaçları tek elden karşılanabileceği gibi bu yöntem camilerimizi dilencilik merkezi olmaktan da kurtaracaktır. İmamlarımız her hafta dilenci gibi hutbede cemaatten para istemeyecektir. Önerdiğim bu yöntem din hizmetlerinde bizi profesyonelleştirebileceği gibi toplanan paralar, daha şeffaf olacaktır. Kimse durmadan para toplanıyor, bu para nereye gider diyemeyecektir.

Var mısınız camilerimizi ve Kur'an Kurslarımızı daha işlevsel hale getirmeye ve buraların giderlerini tek elden karşılamaya?

9 Haziran 2018 Cumartesi

Hangi İnsanlara Bu Dünyada Yer Yok?

Canın tez mi? Muhatabının leb demeden leblebiyi anlamasını, ya da sen bir şey demeden karşındaki veya yanındaki kişilerin halden anlamasını, senin hassasiyetini kavramasını mı istiyorsun? Çok beklersin? Çünkü karşında seni anlamamak ya da seni kendilerine çekmek isteyen, kendileri gibi olmanı isteyen binler var. Koca bir duvar veya bir ordu. Bu durumda ne duvarı aşabilir, ne de bu koca orduya galip gelebilirsin.

Mağlup olacağını bile bile bu binlerin içinde yaşamaya devam edeceksin. Çünkü elin mahkum. Çekip gitsen nere gideceksin? Sanki bu dünyadan başka bir dünya mı var? Sonra başka yere gidince yeni karşılaşacakların mevcutlardan daha mı iyi olacak? Naçar bu deveyi gütmeye devam edeceksin. Başka da çaren yok zaten. Bu durumda yine ezilen, horlanan, ayıplanan sen olacaksın. Adın sabırsıza, sinirliye çıkacak. Sana geçimsiz, anlaşılmaz diyecekler. Diyecekler oğlu diyecekler ve bu dünyadan anlaşılmadan gideceksin. Üstelik gidişin daha hızlı olacak. Çünkü kızgın sirke ancak küpüne zarar verir. Sana bu dünyayı dar edenler ise gailesiz, dertsiz bir şekilde bu dünyada kalabalık etmeye devam edecekler. Bu dünyanın kanunu bu. Sen yırtınacaksın, onlar şen-şakrak yaşayacak. Çünkü top patlasa, dünya yıkılsa umurunda olmuyor böylelerinin.

Kimsenin seni anlamadığı bu durumlarda keşke Eyüp gibi sabırlı olaydım diyorsun. Ama olmuyor. Çünkü herkes Eyüp gibi sabır küpü olamaz. Keşke sağır-dilsiz olaydım da top patlasa, insanlar çatlasa...hiç olmazsa ruhum duymazdı diyorsun. Bir yere kapanıp kimseyle iletişim kurmayayım diyorsun. Ama bu sosyal varlık olan insanın yaratılışına ters. 

Hikmetinden sual olunmaz ama Allah belki de sana Ulül Azm peygamberlerinden Musa peygamber gibi sinir verdi. Hani o, İsrailoğullarına bakarak olsun diye kardeşi Harun'u bırakmıştı başlarına. Kırk gün sonra kavminin arasına gelince bıraktığının yerinde yeller estiğini görünce öfkelenip  bu ne hal dercesine kardeşi Harun'un yakasından tutmuştu. Belki de Allah seni bu şekilde imtihan ediyordur.

Karneye Bakın, Hizaya Geçin!

Eğitim ve öğretimimizin hal ve ahvalini sormaya gerek yok. Hiç eğitimin içinde olmayan bile eğitim ve öğretim alanında bir şeylerin iyi gitmediğini bilir. Yan tarafta elde ettiğim iki karne bile maarifimizin içler acısı durumunu ayan beyan göstermektedir. Her iki karne de sekizinci sınıfı bitiren iki öğrenciye ait. 

İlk karnede öğrenci ilk dönem sadece Türkçe dersinin ilk sınavına girmiş ve 13 puan almış. Beden Eğitimi ve Müzik öğretmenleri muhtemelen öğrenciyi hiç görmeden 100'er puan vermiş. Öğrenci diğer derslerden sınava girmediği için başka da not almamış. Büyük bir ihtimalle okula da devam etmedi bu öğrenci. Sınıf öğretmeni hiç not almayan ve doğru dürüst devam etmeyen bu öğrenciye davranış notu olarak "çok iyi"yi döşemiş.

İkinci dönem hiçbir dersten not almamış ve sınav notu girilmemiş. Çünkü öğrenci okula gelmemiş. Yıl sonunda İlköğretim Kurumları Yönetmenliğine göre bu öğrenci şube öğretmenler kuruluna kalmış. Sonuç, öğrencimiz 13.1250 puan ile 8.sınıftan ŞÖK ile geçerek ikinci kademeden mezun olmuştur. 

İkinci karnedeki öğrenci karnedeki yazana göre ilk dönem 51, ikinci dönem ise 64 gün devam etmemiş okula. İkinci dönem hiçbir sınava girmemiş ve dönem notu oluşmamış. Bu öğrencimiz de şube öğretmenler kurulu kararıyla 41,9657 puanla 8.sınıftan mezun edilmiştir.

Size karneden tespit ettiğim iki örnek. Milyon kere kalmayı hak etmiş, okumamak ve geçmemek için direnmiş bu iki öğrenci gibi kaç öğrencimiz mezun oldu ve liseye devam etmeye hak kazandı? Varın gerisini siz düşünün. 

Okul yönetimleri bu şekil öğrencileri seneye başıma bela olmasın, mezun edeyim benden gitsin, ne halleri varsa görsünler, benim çektiğim yeter, biraz da başkası çeksin diye bu tip öğrencileri geçirmek suretiyle okulunda bir güzel temizlik harekatı yapıyor. Güya hem kendine, hem okuluna, hem de öğrenciye iyilik yapmış bu okul idaresi. Problem bitecek mi? Bitmeyecek. Bu öğrencilerin doğru dürüst okula gelmeden, sınava girmeden mezun olduğunu gören arkadaşları, "Alemin kerizi biz miyiz? Baksana arkadaşlarımız hiç yorulmadan, çalışmadan, sınava girmeden nasılsa mezun oluyorlar, biz niye devam edelim" deyip önümüzdeki sene aynı yolun yolcusu olma ihtimalleri yüksek. Burada ne şiş yanmış, ne de kebap. Herkes halinden memnun. 

Sonuçta olan eğitim ve öğretimimize oluyor, hep beraber topuğumuza sıkıyoruz. Geleceğimizi tüketiyoruz. Öğrenci, daha bu yaşta emek sarf etmeden yatarak sınıf geçebileceğini öğreniyor. Büyüyünce niye çalışsın. İçinizden suç okul idaresi ve öğretmenlerin, bu tip öğrencileri geçirmeyin olsun bitsin diyebilirsiniz. Böyle diyenler haklı. Fakat karşımızda herkesi okutmayı ve mezun etmeyi kafasına koymuş zorunlu bir eğitim var. Elin mahkum geçirmeye. Bu sene olmazsa öbür sene bu çocukları mezun edeceksin ve bu çocuk yarın ortaokul mezunuyum diye toplumda caka satacak. Belki liseyi bitirecek. Çünkü bizim eğitim sistemimiz diploma basıyor sadece. Hiç elek kullanmadan unu eler, eleği duvara artırır türdendir. İçerik hiç de önemli değil. Önemli olan kaç insanımızın ortaokul ve liseyi bitirdiğinin istatistiklere girmesidir.

Sonuç, bizim eğitim sistemimiz diplomalı cahil yetiştiriyor. Emek sarf etmeden kazanmayı vadediyor. Okumamak için direnenleri mezun edeceğim derken okumak isteyenlere kötülük yapan bir sistem dense yeridir. Sizce elemenin olmadığı bu sistemden bir cacık olur mu?

8 Haziran 2018 Cuma

İlkokulda Eğitim ve Öğretim

Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri iktidar oldukları zaman başarılı icraatlara imza atmak isterler. Her hükümetin başarılı olduğu icraatlarının yanında çok istemesine rağmen başaramadığı icraatları da vardır. Gelmiş geçmiş hükümetlerin isteseler de başarılı olamadığı tek alan eğitim ve öğretimdir. Mevcut hükümet de bundan nasibini alanlardandır.

Mevcut hükümet, öncekilerden farklı olarak eğitim ve öğretime bütçeden daha fazla pay ayırmış; bina ve derslik ihtiyacını minimize etmiş, okulların alt yapı ve fiziki yönden sorunlarını çözmüş, öğretmen ve personel ihtiyacının çoğunu karşılamış; elektrik, su, telefon, internet ve yakıt ihtiyacını gidermiş, farklı sınav sistemleri uygulamış, müfredatlarda gerekli değişikliği yapmış, okulları teknolojiyle donatmış, mevcut yöneticilerle bu iş olmuyor diye hemen hemen tüm yöneticileri değiştirmiş...Fakat istenilen başarıyı bir türlü yakalayamamıştır. Helva yapacak her türlü malzeme olmasına rağmen niçin iyi bir helva yapılamıyor? Öyle zannediyorum sorunu iyi teşhis edememiştir. Teşhis doğru olmayınca tedavisi de olmuyor.

Bir defa hükümetler eğitim alanında halka şirin görünmekten, mavi boncuk dağıtmaktan, herkesi okutacağım demekten vazgeçip eğitimi adam akıllı masaya yatırmalı.  Burada eğitim ve öğretimle ilgili daha önce defalarca yazdığım görüşlerimin bir hülasasını ilkokuldan almak suretiyle tekrar yazmak istiyorum:
-Haftalık ders yükü 25 saat ile sınıflandırılmalı.
-09.00-13.00 arası ders, öğleden sonra oyun. Çocuklar oyun ile büyümeli. Öğle yemeğini okulda yemeli. Okulda okurken çocukluğunu yaşamalı çocuk.
-İlkokul öğretmeni dört yıl boyunca aynı sınıfa girmemeli. Her bir sınıfa branş sınıf öğretmeni derse girmeli. Sınıf öğretmenliğinden mezun olan bir öğretmen hangi sınıf seviyesinde derse gireceğini bilmeli.
-İlkokul boyunca öğrenci okuma-yazma, anlama ve anladığını anlatma, basit matematik bilecek şekilde mezun edilmeli.
-Oyunlarda öğrencinin kişilik kazanması esas alınmalı. Çocuk oynarken sosyalleşmeli, görgü ve etik kurallarını öğrenmeli: Paylaşmayı, oyun kuruculuğu, yerlere kağıt atmamayı, yalan söylememeyi, sıra ve duvarları çizmemeyi, arkadaş edinmeyi, nazik ve kibar olmayı, adaletli olmayı...
-Öğrenciye geldiği gün ve dört yıl boyunca yardımcı kaynak aldıran, ona test yaptıran, oyun oynatmayan, oyun saatinde ders işlemeye kalkan, bir an evvel okuma-yazma öğretmeye kalkan, diğer öğrencilerle yarıştıran öğretmene önce uyarı, ardından inceleme ve soruşturma başlatılmalı, hala söz dinlemiyorsa görevine son verilmeli.
-Bu kademede kesinlikle sınav yapılmamalı.
-Eve ödev verilmemeli.
-Seviyesine göre çokça kitap okumasına imkan verilmeli.
-Öğrencinin, okulun belirlediği tek tip forma yerine serbest giyinmesi sağlanmalı.
-Öğretmen ders ve oyun saatlerinde sürekli öğrencileri gözlemlemeli. Çocuğun kabiliyet ve istidatlarıyla ilgili rapor düzenlemeli.
-Dört yılın sonunda öğrenci, istenen kazanımlardan neleri öğrenebildiği, neleri öğrenemediği ile ilgili belge ile mezun olmalı ve kayıt alanına göre kaydı merkezi olarak ortaokula yapılmalı.

Ortaokulda eğitim ve öğretim ne şekilde olmalıdır sorusuna bir başka yazımızda değinelim.

Zırcahil Hatta Cahil mi?

Allah kimseye en büyük nimet olan akıl noksanlığı vermesin. Toplumda aklını kullanmayan, söylediği sözün nereye gideceğini kestiremeyen, senin ne dediğini anlamayan, anlamadığını kabul etmeyen, senin kastettiğini başka şekil anlayan; nerede, ne konuşulacağını bilmeyen ve cahil hatta zırcahil olduğunu bilmeyen kişiler çoğunluktadır. 

Bu tiplerle karşılaşmayı gör. Bunlara kendini anlatamazsın. Yenme gibi bir düşüncen varsa havanı alır, pes edersin.  Çünkü hep bunlar galip gelir. İnsana saç-baş yoldurur. Anandan doğduğuna pişman eder. Bu tipler geri zekalı mı? Değil. Aklını kullanmayan embesildir. Sıfır akılla yaşar. Çünkü zerre kadar aklını kullanmaz. Allah'ın kendilerine verdiği akıl nimetini hiç kullanmadan öbür dünyaya tekrar götürürler. Götürmeden önce seni gönderir. Uzun ömürlüdürler. Seni toprağa gömer yine yaşamaya devam ederler.

Cahilliğine bakmaz, bakamaz. Çünkü paçasından akan cahilliğinin farkında değil. Senin her hareketini ayıplar, burun kıvırır. Bok böceği gibi ortamı kirletir. Ama farkında değil. Her olayda zeytin yağı gibi suyun yüzüne çıkar. Altta kalan sen olursun.

İçinizden bu tiplerden bu kadar muzdaripsin, o zaman uzak dur bunlardan diyeniniz çıkabilir. El-hakk doğru der böyle düşünen. Uzak biri olsa eyvallah diyeceğim. Ya böylesi bir akraban ise sılayı rahim gereği görüşmen gerekiyorsa o zaman ne yapacaksın? Elin mahkum! Yatıp ağlayacaksın, kalkıp anlayacaksın. Çünkü karşında aşılması, geçilmesi zor bir duvar var. Ne o seni, ne de sen onu anlarsın. Allah böyleleriyle karşılaştırmasın. Karşılaşırsan da Allah Eyyüp peygamber sabrı versin.