1 Haziran 2018 Cuma

Mesleki Çalışmalara Verilen Önem Eğitim ve Öğretime Verilmiş Olsaydı...*


Öğretmenlerin öğretim yılının başında ve sonunda ikişer haftalık yaptıkları seminere Milli Eğitim Bakanlığının, özellikle Din Öğretimi Genel Müdürlüğünün atfettiği önem kayda değer. Gerçekten Bakanlık öğretmenlerin mesleki gelişimine katkı sağlamak amacıyla planlayıp gönderdiği program büyük bir emek mahsulü ve takdire şayandır.

Her saatinde neler yapılması gerektiğini inceden inceye düşünerek hazırlanan mesleki çalışma, hazırlanış amacına uygun bir şekilde yürüyor mu? Maalesef yürümüyor. Seminer çalışmasının istenildiği gibi yürümemesinde:
* MEB'in taşra teşkilat olan il ve ilçe müdürlüklerinin yeterince hazır olmaması, ne yapacağını bilememesi, Bakanlığın atfettiği önemi anlayamaması; bundan dolayıdır ki koordine edememesi ve eş güdüm sağlayamaması, zamanında konunun uzmanlarını eğitim, bilgilendirip görevlendirememesi seminer çalışmalarının önündeki en büyük handikaptır.
*Okul müdürlüklerinin seminer çalışmaları konusunda yeterli bilgi, donanıma sahip olmaması,
* Bakanlık, il, ilçe ve okul müdürlükleri arasında yeterli eş güdümün olmaması. Tek yapılan; bir el tarafından hazırlanan yazının, plan ve programın yukarıdan aşağıya bir hiyerarşi şeklinde "gereği" denilerek birbirine forward edilmesi,
* Öğretmenlerin seminer dönemlerini angarya olarak görmeleri, konunun üzerine ciddiyetle eğilmemeleri, sorumluluk almaktan kaçınmaları, işin ciddiyet ve önemini kavrayamamaları veya kavramak istememeleri...(Sene başı seminerinde uzun yaz tatilinin rehavetini atamayıp tatil modundan çıkamamaları, sene sonu seminerlerinde ise bir yılın yorgunluğunun üzerilerine çökmesi ve tatil havasına girmeleri,
* Tayin, nakil vb. iş ve işlemlerin seminer döneminde devam etmesi...
* Hazırlanan mesleki çalışmaların formaliteden öteye geçmemesi...

Her seminer dönemi sonunda aşağıdan yukarıya hazırlanan raporlar, alttan üste doğru resmi yazı ile veya dijital ortamda gönderilir. Raporlara bakılırsa her şey tıkırında! Her şey çok güzel! Amaçlanan hedefe ulaşılmış. Halbuki her şey formalitenin yerine  getirilmesinden ibarettir. MEB bu durumun işleyişini bilmekle beraber her şey yolundaymış gibi  bir çeki düzen vermeden seminerlerin planlamasını yapıyor. Gelen raporlar bir üste gösterilmek üzere arşivleniyor. Seminerlerin belki de işe yarayan tek yönü burasıdır. Yani bir formalitenin yerine getirilmesinden ibarettir. Hasılı herkes körler ve sağırlara oynuyor ve birbirini ağırlıyor. MEB'in önem atfettiği bu seminerlerin önemine taşra inanmadığı müddetçe bu çalışma havanda su dövmekten ibaret olacak ve kadük kalacaktır.

Her geçen yıl istediği ve beklediği verimi alamasa da seminer çalışmasına daha bir önem atfeden MEB, keşke seminer dönemlerine verdiği önemin milyonda birini eğitim ve öğretime ve eğitim ve öğretimin gelişmesine önem verseydi maarifimiz bugünkü durumunda olmazdı. Bunun için alttan-üste seminer çalışmalarının bir yerinde olan iç ve dış MEB paydaşlarının kafalarını kumdan çıkarıp meseleyi bir güzel irdelemesi, öz eleştiri yapması gerekir.

Yok mu içimizde kral çıplak diyecek bir deli?

* 11/06/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Ben Vekil Olmak İstiyorum!

—Keyfin yok gibi hayırdır?
__Öyle!
__Hiç şansım yok.
__Hangi yönden?
__Her yönüyle...
__Nasip değilmiş demek ki!
__Öyle de. Bazıları doğuştan şanslı.
__Mesela?
__Arkan kalın olacak bir defa.
__Şu ağzındaki baklayı çıkar hele! Ne demek istiyorsun?
__Bende pek kapasite ve donanım yok biliyorsun.
__Estağfurullah! Her insanda kapasite vardır. Kimi geliştirir,  kimi de köreltir. Yetenekler de farklı farklıdır. Kimsede olmayan yetenek sende olabildiği gibi başkasında olan da sende olmayabilir.
__Öyle de gel sen onu bana anlat. Zaman yönünden de hiç şansım yok.
__Pekiyi ne olmak istedin de olmadın veya ne zaman yaşamak isterdin?
__Bir ara alim olayım istedim, fakat olmadı.
__Niçin?
__ Babam ulema değildi.
__Ne alaka?
—Beşik ulemalığı kontenjanından faydalanmak istiyordum.
—Beşik ulemalığı?
—"Alimin çocuğu alimdir" demekti Osmanlı'da. Ah babam alim olsaydı...Bugün alim etiketi taşıyor olacaktım.
—Başka?
—Vekil olmak isterdim mesela?
—Senin baban uzun yıllar vekillik yapmış biri mi?
—Hayır!
—Sen bir şeyhin, bir cemaatin veya bir aşiretin ileri geleni veya bunların torunu, damadı veya oğlu musun?
—Hayır!
—Avukat veya serbest meslek veya önünde etiketi olan bir akademisyen misin?
—Hayır!
—Parası olan zengin biri misin?
—Hayır, kimseye muhtaç olmadan evimi geçindiren biriyim.
—Arkasında oyu çok olan sülalesi kalabalık bir aileden misin?
—Hayır!
—18 yaşında çiçeği burnunda lise sonda okuyan bir geç misin?
—55 yaşındayım ama benim yarım asrı aşan bir tecrübem var.
—Tecrübe karın doyurmaz.
—Bayan mısın?
—Hayır!
—Engelli misin?
—Hayır efendim, hiçbiri yok bende.
—İyi de güzel kardeşim! O yok, bu yok sende. O halde ne diye vekil olmaya hevesleniyor, kendi kendine gelin-güvey oluyor, bir yerlere göz kırpıyor, kendini darı ambarında görmeye devam ediyorsun. Bu görüntünle sana niye vekillik verilsin? Vekillik kim, sen kim? Vekillik isteyeceğine biraz yerini, yurdunu; kim olduğunu ve haddini bilsen, ağır-azam yerinde otursan olmaz mı?
—Yani?
—Sen vekillikleri belirleyen biri olsan, bu mevcut durumunla kendini vekil olarak seçer misin?
—Seçmem tabi!
—O zaman otur, oturduğun yerde. Bırak seçilmeyi, seçmenliğini bil. Senden sadece belirlenen adaylara oy veren iyi bir vatandaş olur. Ötesi lüks olur.
—Verdiğin tavsiye ve güzel moralden dolayı teşekkür ediyorum sana.


Pireye Kızıp Yorgan Yakmak ***

Mini Anayasa değişikliğiyle birlikte cumhurbaşkanlığı sistemine geçtik. Seçimlere daha bir buçuk yıl kala seçimi önümüzde bulduk. 24 Haziran'da yürütmenin başı olan cumhurbaşkanımızı ve yasamaya milletvekilleri seçeceğiz.

24 Haziran'da ülkeyi bir beş yıl yönetecek Cumhurbaşkanını ve yaşama da söz sahibi olacak vekillerimizi seçmek için sandık başına gideceğiz. Cumhurbaşkanlığı için altı adayımız var. 

Partiler vekil olacak adaylarını önce belirledi, sonra tanıtımını yaptı ve seçim beyannamelerini açıklayarak meydanlara indi. Piyasa kızıştı. Seçimle yatıp seçimle kalkıyoruz. Neredeyse manevi iklim olan ramazanı unuttuk seçim konuşmaktan.

Partiler ve cumhurbaşkanı adayları propaganda döneminde kesenin ağzını açtı. Seçmene verdikçe veriyor. Hiç seçmenden şunu alacağım diyeni göremedim. Neredeyse hepsi cennet vadediyor. Siyasilerin vermekte bu kadar cömert olmaları hoşuma gitse de çoğu vaatlerin ülke gerçekleriyle bağdaşması mümkün değil.

Partilerin vaatlerinden en tehlikeli gördüğüm bir husus seçim beyannamelerinde "yeniden parlamenter sisteme dönüşü vadetmeleri. Beğensek de beğenmesek de ülke Anayasa referandumuyla birlikte yeni sisteme geçit verdi. Yeni deneyeceğimiz bu cumhurbaşkanlığı seçimi ne getirir, ne götürür, bünyemize uygun mu uygulamada görülecek. Eski sisteme dönüş sinyali demokrasiyle bağdaşmaz. En azından referandumda evet diyen seçmenin tercihine saygı duymamaktır.  Bir sistemi, daha uygulamadan kaldırmayı vadetmek olacak şey değil. Ülkelerin devlet kültüründe devamlılık esastır.

Siyasi partiler vaatleriyle seçmenin oyunu almak için kılıktan kılığa girerken oy verecek bazı seçmenlerde de garip davranışlar sezilmektedir. İlinde vekil listesinde istemediği kişinin vekil adayı yapıldığını gören kimi seçmenler, "O varsa partime oy vermeyeceğim" serzenişlerini sosyal medya aracılığıyla yüksek sesle dillendirdiğini hayret ve ibretle izlemekteyim. Çünkü sağlıklı bir bakış açısı değil bu. Bu bakış açısı pireye kızıp yorgan yapmaya benzer. Sevmediği veya istemediği bir aday yüzünden partisini cezalandırması demektir. Adaylara bakarken bardağın boş tarafından ziyade dolu tarafından bakmakta fayda vardır. Bir kişiyi cezalandıracağım derken istediği siyasi partiye oy vermeyerek hiç istemediği bir partinin ekmeğine yağ sürmektir bu. Bir taş atarken ürküttüğümüz kurbağıya değecek mi? Küsüp gönül koyarak kimi üzüp kimi sevindireceğimizi hesaba katmalıyız. Çünkü üç-beş günlüğüne aday seçmiyoruz. Seçeceğimiz kişiler -dile kolay- bir beş yıl ülke yönetiminde söz sahibi olacaktır.

Adayları bire bir inceleyerek kendi partimize eleştiri getirmek ve kişi siyaseti yapmak yerine ilke siyaseti bakış açımıza hakim olmalıdır. Partilerin genel siyasetini hesaba katmalıyız. Vizyon ve misyonları önceliğimiz olmalıdır. Çünkü partilerde parti disiplini vardır. Beğenmediğimiz aday beğendiklerimiz arasında iyi bir sinerji oluşturabilir. Yine adayları değerlendirirken parti liderlerinin kendilerini yarı yolda bırakmayacak, sorun olmayacak kişilere öncelik verdiği dikkate alınmalıdır.

Seçmen, "benim bir oyumla bir şey değişmez" diye düşünmemeli. Çünkü bir oy bir başka partinin vekilinin seçilmesine sebebiyet verebilir. Listedeki bir adayı cezalandıracağız derken ülkeyi bir beş yıl ehliyetsiz insanların eline teslim etmiş oluruz. Bu durumda o kişi mi ceza alacak, yoksa ülke mi? Aman dikkat! Bu işin şakası olmaz, geriye dönüşü hiç olmaz. Ali'ye kızarak Veli'yi cezalandırmayalım! 



*** 05/06/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros ismiyle yayımlanmıştır.





31 Mayıs 2018 Perşembe

Sahur ve Davul ****


Ramazan yaklaştı, geldi geliyor derken yarısını geride bıraktık. İnişe geçti bile.  Uzun ramazan günlerinde kimimiz susadı, kimimiz acıktı, kimimiz uyku sorunu yaşadı. Fakat geldi gidiyor. Bu seneki ramazanın öncekilerden farkı, içerisine bir de seçim çalışması sığdırmamız olacaktır. Ramazanlarımız uzun-kısalık, serin-sıcak durumuna göre farklılıklar gösterse de her ramazan farklı konuları tartışıyor olsak da ramazanların değişmeyeni sahura davul ile kalkmamızdır. 

Zaman, ortam ve teknolojinin değişmesiyle birçok örf ve adetlerimiz rafa kaldırılırken nasıl bir adettir ki ihtiyaç olmaktan çıkmasına rağmen davul adetine bir türlü  veda edemedik. Kime dert yansan "Efendim adetlerimizdendir" cevabı alıyoruz. Başka devam ettirecek adetimiz kalmamış gibi her sene davul sesini duymaya devam ediyoruz.

Günümüz ramazanlarında davul çalmanın devam etmesi adetin de ötesinde rahatsız ediyor artık. Çünkü günümüz insanının çalışma saatleri eski insanımızın çalışma saatleri gibi değildir. Eskiden 08.00-17.00 arası çalışan insanımız bugün vardiya usulü çalışıyor.  Gündüz yatıyor, gece çalışıyor. Kimi sabah erkenden işe gidiyor. Anlayacağımız sahurlarımız aynı saatte olmuyor. Kimi yatmadan önce sahurunu yapıp yatıyor, kimi sahura kadar yatmıyor. Sahura kalkan da davulcu ile kalkmıyor. Çünkü herkesin davulu, bugün cep telefonudur. Üstelik davulun sesinden daha garanti! Sen uyanıp kapatıncaya kadar çalmaya devam ediyor. Üstelik sahura kaldırdığı gibi mahalleyi sese boğarak ayağa kaldırmıyor.

Çağın dışında kalmış ama her ramazan sahurlarda gece sahura kaldırmak, haftalık iftar vakti davul çalmak ve zile basmak suretiyle ekseriyetin rahatsız olduğu bu uygulamadan ne zaman vazgeçilecek? Bu davul çalmadan kaç kişi memnun? Bu davulcuları kim tutuyor? Bunlar cevapsız sorular...

Bu davul çalma adeti devam edecekse bu davul sadece istekliler ve davulcuyu tutanlar için çalınsa nasıl olur? Hatta sadece davul ile yetinmeyip kalkmada ağır davrananlara davulcu, birer de tokmak vursa hiç fena olmaz.

Yazımı Fatma Barbarosoğlu'nun tweetiyle nihayete erdirelim: "Davulcu geçiyor. Sokakları yıka yıka geçiyor. Davulun sesi cümle canlıları, melekleri bile incitecek kadar hoyrat bir ses gecenin bu vaktinde. Davul sesi şehrin ruhuna uygun değil. Bu ilkelliğe bir son verelim artık."

**** 04/06/2018 günü haberladik.com adresinde yayımlanmıştır.



Astroloji Okuyan İlahiyatçı

Tıraş olmak için kuaförde bekliyorum. Benden önce sıra bekleyen yaşlı bir beyefendi hararetli hararetli konuşuyor: "Adamı Arapça bilmiyor diye eleştiriyorlar. Bilmez olur mu? Bir defa ilahiyatı bitirmiş, hukuku bitirmiş ve astrolojiyi bitirmiş. 
Yedi yaşında babasından hafız olmuş, ilkokul ve ortaokulu dışarıdan vermiş bir ilim adamıdır. Böyle adamın neresini eleştiriyorlar anlayamadım." 

Konuşmanın öncesi var, ama yakalayamadım. Konuşma ne şekilde bitti onu da bilmiyorum. Çünkü bir başka tanıdığım yanıma gelerek konuşmaya tuttu beni.

Beyefendinin biyografisini verdiği bu kişiyi tanıyabildiniz mi? Tanıdıysanız tanıtımda garip olan bir şeyler tespit edebildiniz mi?

Benden önce ilim adamı hakkında bilgi veren beyefendinin kim olduğunu kendisini iyi bilen berbere sorayım istedim. Sıtmadan önce de "Allah vere de bu kişi öğretmen olmasa" dedim içimden. Maalesef korktuğum başıma geldi: Öğretmen emeklisiymiş.


Teravihte Neredeyse Yanımdaki Cemaate Uyacaktım! *


Ön safta bir boşluk oluşunca arka saftan öne geçtim. Sağ yanımda benimle omuz omuza teravih kılan 30-35 yaşlarındaki cemaati gayri ihtiyari dinlemekten doğru dürüst ne imamı takip edebildim, ne de kendimi namaza verebildim. Çünkü rükû, secde ve tahiyyatlarda duaları içinden okuması gereken yanımdaki, benim duyacağım şekilde dışından okuyordu. Bir an için imama mı uyacağım, yoksa bu adama mı diye düşünmeden edemedim. Hatta bazen keşke imam hep kıyamda durup okusa rükû-secde yapmasa tahiyyata oturmasa dedim durdum kendi kendime. Bereket kıyamda imama uyduğu için kendimi namaza verebildim. Mübareğin öyle bir amin deyişi var ki duymaman mümkün değil, öyle bir "Eşhedü en lâ ilahe..." deyişi var ki kaç elif miktarı okuduğunu işitmemen mümkün değil. Saftan çıkıp geriye gitsem olmayacak. Çünkü sırıtıp kalacağım. Şu adam keşke sekiz kılıp çekip gitse dedim, gitmedi. Nasılsa benim gibi bir dinleyen buldu. Niye gitsin. Teravih bitti, hele şükür dedim.

Teravihin bitiminde vitir kılmak için kalktık. Yine aynı. O okudu, ben dinledim. Nihayet üçüncü rekatta imamımız Fatiha’dan sonra bir istikrar abidesi olarak yine ihlas süresini okudu, tekbirle birlikte hep beraber Kunut dualarını okumaya koyulduk. Hayret! Bizimkinin pek sesi duyulmadı. Anladığım kadarıyla Kunut duasını okumakta biraz zorlanıyordu. Zaten her adam net bir şekilde Kunut dualarını kolay kolay okuyamazdı. İşte bu da onlardan biriydi.

Namaz arasında zaman zaman "Kardeşim! Biraz içinden okusan" demek istedim. Dedim, sabredeyim. Çünkü sesli okuduğunu kabul etmeyebilirdi. Hatta tepki de gösterebilirdi. Sabır sabır sabır Ramazan dedim. Sonunda tespih dualarına kalmadan dışarı attım kendimi.

Bu muhterem namaz kılmayı kimden öğrendiyse kim buna böyle okuması gerektiğini öğrettiyse iyi yapmamış.  Aslında bu adamı akıl hocasının yanına verip birlikte namaz kılacaklar. Bakalım ne kadar dayanacak talebesinin namaz kılışına. İnşallah bu adam beş vakide değil de sadece teravihe geliyordur. Eğer tüm vakitlere geliyorsa sağındaki ve solundaki cemaatin çekeceği var. Onun okuduğunu dinlemekten insan kendi okuduğunu şaşırıyor. Bırakıp onu dinliyor. Keşke bu adam teravihi kendi evinde kılsa hiç olmazsa kimseyi rahatsız etmemiş olurdu. Ama o zaman okuduğundan kimsenin haberi olmayacaktı. 

İmamlarımız vaaz ve hutbelerinde belirli gün ve haftaları veya başka gündemlere değinmeden önce namaz adabından biraz bahsetse çok hora geçmiş olur. Umarım imamlarımıza bu tür şikayetler gitmiştir. Yoksa bu adam çok cemaat kaçırır bu gidişle.

* 02/06/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


30 Mayıs 2018 Çarşamba

"Bitti, Şunun Şurasında Ne Kaldı?"

Ramazan orucunun 12.günü iftarda bir aileyi misafir ettim. Orucun kolaylığından ve zorluğundan açıldı konu. Şeker hastası olduğu için oruç tutamayan biri, "Bitti, kalmadı. Şurada bitmesine ne kaldı" demez mi? Acı acı gülümsedim. Niçin mi? Çünkü ramazanın bitmesine daha 18 gün var. Bu sözü bayrama 2-3 gün kala söylese eyvallah! Makul bir izah, diyeceğim. Üstelik mübareğin kendisi oruç tutmuyor. Bunu oruç tutan biri söylese yine evelallah! Sayılı günler çabuk geçer diyeceğim. 

Daha bundan daha beteri var. Ramazanın ikinci günü iftarı açtım. Yanımda benimle birlikte iftarını açan, "Bitti, şurada ne kaldı" demez mi? Hoppala, dedim. Yahu daha var 28 gün. İki gün kalsa tamam diyeceğim, dedim. "Olsun, ne kaldı şurada" diye cevap verdi.

Bu iki "Bitti, şurada ne kaldı" cevaplarına benim serzenişim. Oruçla bir derdim yok. Zira sırtımızda taş taşıyarak, tarlada ekin kaldırarak, bedenen çalışarak oruç tutmuyoruz. Oturduğumuz yerde; gölgede, terlemeden oruç tutuyoruz. Keremi ne şükür! Hiçbir zorluğunu görmedim. Beyinde bitirirsen kolay bir ibadettir. Yok, gece-gündüz oruçla yatar, kalkarsak yani beyinde bitiremezsek böyle bir oruç, zor mu zordur! Ama ne olursa olsun nefse ağır gelen bir ibadettir oruç. Baktığın ve durduğun yere göre hem kolay hem de zor bir ibadettir.

Orucun büyük bir kısmı daha dururken ""ne kaldı" denmesinin izahı gelişigüzel verilen bir cevap olsa gerektir. Bu iki cevap bana, eski zamanın Erzurum'unda meydana gelen bir anekdotu hatırlattı: Kitle iletişim araçlarının yaygın olmadığı eski ramazanlarda ramazan orucu, imamın “Yarın ramazana başlıyoruz” anonsuyla duyurulurmuş. Yine imamın duyurusuyla bayrama girilirmiş. Oruca böyle bir ortamda başlandığı Erzurum’da ihtiyar bir kadın, ramazanın bitimine son üç-beş gün kala kapının önüne oturarak “Ey şehri ramazan! Dana dün geldin, ne çabuk gidiyorsun? Şöyle ne iyiydik…” şeklinde kendince bir tekerleme ile ramazanı uğurluyor. Kayınvalidesinin bu durumunu gören gelini, kaynanasına bir şaka yapmak ister: “Anne anne! Hoca, bu sene orucu yanlış başlatmış, daha bir hafta daha tutacakmışız, haberin olsun” demiş. Bunu duyan ihtiyar kadın: “Gidinin imamı! Orucu niye erken başlattın, şimdi ben bu halimle daha bir hafta nasıl oruç tutacağım” diyerek imama verip veriştirmeye başlamış.

Şimdi orucun daha başında “Bitti, şurada ne kaldı” diyenlere eski zaman olacak ki samimiyetlerini test etmek için tam şaka yapmanın zamanı. Merak ediyorum tavırları ne olurdu? Ama böyle bir ortam yok şimdi. Aylar öncesinden oruca ne zaman başlanacağını, ne zaman biteceğini cümle âlem biliyor. İlla hocadan işitmek gerekmiyor.