20 Mayıs 2018 Pazar

"Bize Ne Filistin'den?" ***


İçimizde yaşayan milliyetçi arkadaşların dış politikaya bakış açıları garibime gidiyor. İşin garibi söylediklerinde samimiler ve fikirlerini hiç değiştirmeden, başka fikirlerden etkilenmeden bildik görüşlerini serdetmeye devam ediyorlar. Kısaca "Filistinliler geçmişte bize ihanet etti, KKTC'yi tanımadılar, PKK'yı savunuyorlar, onlar bizim Afrin Hareketini desteklemedi. Niçin biz onlar adına miting yapıyoruz..." diyorlar. Daha neler demiyorlar neler! Konu anlaşıldı sanırım.

Filistinliler İngilizlerle bir olup bizi arkadan vurmuş, bugün bizi yeterince desteklemiyor olabilirler. Şimdi biraz beyin jimnastiği yapalım: Araplar bizi ne zaman arkadan vurdu? Bildiğim kadarıyla aradan yüz yıl geçti. Biz hala yüz yıl öncesi olup bitenin kinini gütmüyor muyuz bu durumda? Daha bu kin ne zamana kadar devam edecek? Devletlerarası hukukta bildiğim kadarıyla kin ve intikam duygusu yerine çıkara dayalı ilişkiler söz konusu. Aralarında yüz yıl savaşları yapan İngilizler ile Fransızlar bugün sırt sırta verip birçok karara birlikte imza atıyorlar. Onları bir arada tutan menfaat ilişkisidir. Yine Kurtuluş Savaşını yaptığımız Yunanistan ile barış anlaşması yapmışız. Diyebilirsiniz ki savaş ayrı, arkadan vurma ayrı. Üstelik bizi arkamızdan hançerleyen kişiler Müslüman. Eyvallah! Belki de kızgınlığımız bundandır. İyi de bu kızgınlığımızın faydası var mı? Eğer faydası olacaksa buyurun hep birlikte gece gündüz kızalım. Arapların veya Filistinlilerin bizi arkadan vurmasına bir başka açıdan bakmak istiyorum: Baştan söyleyeyim; her ne olursa olsun, sayıları ne kadar olursa olsun Araplar bizi arkadan vurmamalıydı. Bunun hiçbir haklı gerekçesi olamaz.

Araplar bize ne zaman isyan etti? Osmanlının en zayıf ve kendi kendini idare edemez bir noktada olduğu bir zaman diliminde. 1789 Fransız İhtilali’nin etkileri mutlaka Araplara da gelmiş olmalı. Çünkü ulus devletler ön plana çıkmış, her ırkın kendi devletini kurma hayali tüm dünyayı kasıp kavurmuştu. İngiliz Lawrence, Arapların içine giderek kendisine verilen ev ödevini iyi yapmış, alttan alta Arapları Osmanlıya karşı iyi işlemiş. Şimdi burada bir soru daha soralım: Arapları bize karşı kışkırtan Lawrence’ye mi kızalım, yoksa Lawrence’yi Osmanlı topraklarına sokan ve onun çalışmalarına engel olmayan Osmanlı yöneticilerine mi? Eğer kızılacaksa ilk önce Filistin, Suriye, Hicaz ve Irak’ta görevini tam yerine getirmeyen Osmanlı yöneticilerine kızmak gerekmiyor mu burada? Unutmayalım ki tabiat boşluk kabul etmez. Sen eğer boşluk bırakırsan birileri gelir doldurur. Durumdan vaziyet çıkaran Lawrence buralara gelip rolünü iyi oynamış, Arapları da kandırmış. Burada Araplara kızalım, Lawrence’ye de kızalım. Ama ilk önce ve en fazla da görevini yapmayan Osmanlı yöneticilerine kızalım.

Burada bir başka soru daha soralım: Osmanlıya yüz yıl önce isyan eden Araplar hala yaşıyor mu? Sanırım hiçbiri kalmamış, hepsi öbür dünyayı boylamış ve isyanlarıyla baş başa kalmışlardır orada. Bugünkü yaşayan Araplar onların kaç göbek sonrası torunlarıdır. Yani isyan edenler bunlar değil, dedeleridir. Ne zamandan beri dedelerinin yaptıklarını torunlarına sorar ve onları suçlar olduk. Eğer Araplara kızacaksak mazlumların yanında yer almadıklarına, keyfine düşkün olduklarına, güçlünün yanında durduklarına, inisiyatif almayıp edilgen durumda olduklarına kızalım. Ki hakkımızdır. Bugün Filistin’de olup bitenlere Türkiye ses çıkartıyor, onlardan tık yok. Zaten bu yüzden onlardan ne köy olur, ne kasaba! Dünyada itibarları da yok.

Şimdi gelelim Türkiye’nin Ortadoğu’da inisiyatif almasına. Beğenir veya beğenmezsiniz Türkiye, kim olduklarına bakmaksızın mazlumların sesi olmaya çalışıyor. Bu durum erdemli insanın bir özelliğidir. Erdemli insan: Vermeyene verir, gelmeyene gider ve zulmedeni affeder. Ne işimiz var Filistin’de, ne işimiz var Suriye’de diyenlere de bir sözüm olacak: Deniz ötesinden ABD, burnumuzun dibinde oyun üstüne oyunlar kurarken bizim kendi içimize kapanmamızı kimse istemesin bizden. Unutmayalım ki futbol oyunu oynanırken top rakip alanda çevrilir. Maçı kazanmak veya büyük devlet veya bölgesel güç olmak istiyorsak savaşı rakip alana yıkmak gerekiyor. Bu durum aynı zamanda kendi ülkemizin güvenliğini de garanti altına almak demektir.

Filistin konusunda samimiyetle “Bize ne Filistin’den” diyen arkadaşların olaylara biraz da çizdiğim perspektiften bakmalarında fayda vardır. Yine unutmayalım ki “Aslan düştüğü yerden kalkar.” Bu ülke nerede tökezletilmişse oralardan ayağa kalkacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.



** 22/05/2018 tarihinde Barbaros ULU adıyla Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.



19 Mayıs 2018 Cumartesi

Meyhaneler Sokağında Bir İftar


Ramazanın üçüncü iftarını ev sahipliğini Konya Kahveciler Odasının yaptığı bir iftar programına katıldım. İftar yeri; etrafı kahvehane, birahane ve gazinoların bolca olduğu sokak ortası idi.  Kalabalık bir misafir topluluğu vardı. Misafirler arasında Konya Müftüsünden görme engellilere, içki içeninden oruç tutmayanına, Suriyelisinden Somalilisine ve mahalle sakinlerine varıncaya kadar her kesimden insan vardı. 


Program; davetliler, iftar öncesi hazırlanan masalara oturduktan sonra Yasin okunarak başladı. İftar duasıyla birlikte yemekler yendi. Kahveciler Odası, hiçbir masraftan kaçınmamış, çayına varıncaya kadar her şeyi düşünmüş. Davete katılan davetli-davetsiz herkes bolca yedi ikram edilen düğün yemeğinden.

İftarımızı yanlarından geçerken bizi masalarına buyur eden üç tane Somalilinin masasında açtık. Dilimizi bilmiyorlardı. Pat-çat Arapça konuşarak işçi olarak çalıştıklarını anladım. Farklı bir yemek yeme kültürleri vardı. Konya dışından gelenler bizim ortak kaptan yediğimiz yemeği garipserdi, biz de Somalilerin yemek yemesini garipsedik. Büyükçe böldükleri ekmeği çorbanın içine batırıp yerlerken gördüm. Kaşıkla aldıkları çorbayı pilavın içine dökerek kaşıkladıklarına şahit oldum. İştahları da yerindeydi maşallah! Görevliler bizim ilerimize yemek servisi yaparken her gördükleri elemana bizim masaya koyun dercesine elleriyle işaret ettiler. Bitirdiler, tekrar istediler. Gördüğüm kadarıyla yoğurt çorbasını pek yemediler. Bamyayı daha bir iştahla yediler. Ekmeği bölüp bamyaya batırmaları görülmeye değerdi.

Sofradan kalktıktan sonra ilk başta ne olduğunu anlayamadığım bir hareketlenme oldu. Giyim ve kuşamından Somalili veya Suriyeli olduğunu sandığım çarşaflı kadınlar, aralarında anlaşmışcasına masalara dağıldılar. Hangi masada ne kalmışsa  işlerine yarayanı getirdikleri tabaklara ve poşetlere boşalttılar. Masalarda kalan ekmekleri aldıkları yetmediği gibi kenarda ekmek kasalarındaki ekmekleri de alarak poşetlerini doldurdular. Belli ki açlar, sokaktan bulduklarıyla geçiniyorlar. Belki de masalardan aldıklarıyla birkaç öğün savacaklar. Değilse kimse masalarda kalan yemeği alma yoluna gitmez. Üstelik ailecek gelmişler. Kim ne kadar alırsa kar düşüncesiyle.

Gideyim mi gitmeyeyim mi gidersem nasıl olur diye tereddütlü olarak katıldığım iftar beni üzüntüye gark etti. Üzülmemek de elde değildi zaten. Çünkü gördüğüm Konya'nın sadece bir bölgesinde bir manzara idi. Diğer mahalle ve sokaklarda belki onlarcası oluyordu bir akşamda. Belli ki toklar arasında açlarımız var. Üstelik sayılarını da bilmiyoruz. Allah yardımcıları olsun. Allah kimseyi açlıkla imtihan etmesin. Kimi kimseye muhtaç etmesin. 

Zengin, makam ve mevki sahibinin fazla olmadığı, her tip insanın davet edildiği bu iftar sofrasını düzenleyen Kahveciler Odasını tebrik ediyorum. Gerçekten bir ihtiyacı gidermiş oldular. 

18 Mayıs 2018 Cuma

Fil ve Nas Süreleri Arasına Sıkıştırdığımız Teravihlerimiz *


Hatimle teravih kıldıran camilerimizi hariç tutuyorum, camilerimizin çoğunda yirmi rekâtlık teravih namazında okunan süreler Fil-Nas arasında gidip geliyor. Yani 114 sürenin içerisinde toru topu 10 süre ile koca bir ramazanın teravihleri kılınıyor. Halkın namaz süreleri dediği süreler günlük ikişer defa okunuyor. Fatiha dışında kalan diğer 103 sürenin yüzüne bakan yok. Gören de namaz sadece Fil-Nas arasındaki süreler ile okunur sanır. Cami görevlilerimiz yeminli sanki. 

Haklarını yemeyelim, Vitir namazını kılarken bazıları ilk rekatta vel-asrı diye bildiğimiz Asr süresini okuyor. Maalesef din görevlilerimiz işin kolayına kaçıyor. Dönüp dönüp elem tera ve kul eûzü arasını talim ediyor namazda, "Ettekrâru ahsen, velev kâne yüz seksen" (180 kere de olsa tekrar etmek güzel) misali. Ne var böyle teravih kıldırmaya. Eğer teravihler halkın ekseriyetinin bildiği Fil ve Nas arasına sıkıştırılacaksa bunun için imam Hatip ve ilahiyat okumaya gerek yok. Din görevlilerine ayrıca maaş bağlayıp camilerde görev vermeye de gerek yok. Mevcut kıldırılan namazı normal vatandaşımız da kıldırır. Yazık gerçekten yazık! Bu kadar kolaycılığa kaçılmaz. 

Mihraba geçen görevlilerimizin namazlarda değişik ayetlere yer vermeli diye düşünüyorum. Açıkçası farklı ayetler okunmalı namazlarda. Nasıl ki iyi bal vermesi için arılar her çiçeğe konup öyle bal veriyorsa imamlarımız da her ayete yer vermeli namazlarında. Farklı ayet okumalıyım diye imamlarımız gündüzünde Kur'an'ı açıp ayet ezberleme yoluna gitmeli. Bu konu sadece imamların insafına bırakılabilecek bir konu değildir. Diyanet veya müftülükler bu konuya el atmalı. Nasıl ki hutbelere el attı, her camimizde diyanetin hazırladığı hutbe okunuyorsa rekatlarda okunacak ayet ve sürelerde de bir planlama yapabilir. Ramazan boyunca okunacak ayetleri belirleyerek aylar öncesinden web sitesinden yayımlayabilir. Böylece imamlarımız hem Kur'an'la daha fazla hemhal olmuş, cemaat de farklı ayet işiterek namazını kılmış olur. 

Her teravihte "namaz sürelerini" okumak tembelliğin bir göstergesidir. İmamın kendisini geliştirmediğine işaret etmektedir. Bu durum, farklı kaynaklardan araştırmadan sadece ders kitabı çerçevesinde ders anlatan öğretmenin durumuna benzer. Yanlış anlaşılmasın, namazlarda/teravihlerde bu küçük sürelere hiç yer verilmesin iddiasında değilim. Mutlaka bu sürelere yer verilsin, ama tadında bırakalım, yeterince okuyalım. Diğer sürelerden de ayetler seçip okuyalım. Nasıl ki vücudun besin, kalori ve vitamin ihtiyacını gidermek için her türlü gıdanın yenip içilmesi gerekiyorsa ruhun gıdası diyebileceğimiz Kur'an ayetleri de namazda çeşit çeşit okunmalı, farklı ayet ve süreler göğsümüze, gönlümüze, kalp ve ruhumuza hitap etmeli. Sanki malzeme sıkıntısı varmış gibi aynı on süreye bir akşamda   ikişer defa yer verilmesi, bu durumun otuz gün boyunca devam etmesi ve diğer ayet ve sürelerin es geçilmesi, vücudun ihtiyacı olan tüm yiyeceklerin yeneceği yerde belli yiyecekleri vücuda sürekli enjekte etmeye benzer. 

Teravihlerin Fil ve Nas süreleri arasına sıkıştırılmasını veya hapsedilmesini benim gibi dert edinenin sayısı ne kadardır veya bu üzerinde durulması gereken bir mesele midir bilmiyorum ama Diyanetin namazda okunacak ayet veya sürelerle ilgili bir proje geliştirmesinde fayda vardır. Böyle bir proje en azından din görevlilerimizin kendilerini daha iyi yetiştirmesine sebebiyet verecek, onları tekrardan kurtaracak ve onlara yeni bir heyecan ve ayet öğrenme azmi verecektir.

* 19/05/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


17 Mayıs 2018 Perşembe

Fil ve Nas Süreleri Arasına Hapsettiğimiz Teravihlerimiz


Konya’da sayıları epeyce  olan bazı camilerimizde teravih namazları hatimle kılınmaktadır. Her rekatında bir sayfa okunmak suretiyle bir akşamda yirmi sayfa okunarak orucun bitiminde Kur’an’ı Kerim baştan sona okunmuş oluyor. Teravihi hatimle kıldıran camilerin kendine göre sürekli cemaati var. Sayısı da az değil. Diğer camilerimizde teravihte okunan ayet veya sürelerin çeşidi imamlarımızın durumuna kalmış. Bir yek düzelik yok. Ama genelinde teravihler Fil Süresi ile Nas Süresi arasında geçiyor. Halk arasında kullanılan deyimle namaz süreleri/duaları arasında dönüp dolaşıyor.

Evime yakın diye geçen yıl zaman zaman gittiğim, bu yıl da devam ettiğim camimizin imamı da teravihi Fil-Nas arasına hapsetmiş durumda. Sanırım bu şekilde okuma imamın işine geliyor, cemaatin de hoşuna gidiyor.  Çünkü imam, gündüzden akşam ne okuyayım hazırlığı yapmaya ihtiyaç duymuyor, cemaat de imam şu rekatta hangi süreyi okudu diye düşünmek zorunda kalmıyor. Üstelik dalıp gitse bile her gün okunan süreden teravihin bitmesine kaç rekat kaldığı bilinebiliyor. 

Bildiğim kadarıyla imamımız yirmi yıldır, belki de daha fazladır aynı camide görevli. 
Hizmette de 30 yılı devirmiş görünüyor. Ne camisini değiştirmiş, ne de okuyuşunu ve okuduğunu. Otuz yıldır her teravihte farklı bir ayet okusaydı Kur’an’ı çoktan ezberler, hafızı kelam olurdu. Ama hocamız işin kolayından ziyade işin kolaycılığına kaçmış görünüyor. Zaten cemaatin imama, “Elem tera ve Kul eûzü bi’rabbi’nnâs’ın dışında başka ayet veya süre yok mu” deme durumu yok. Çünkü cemaat ne derse desin, imam bildiğini okuyor zaten. Açıkçası bir cemaat olarak farklı ayet ve süreler istiyorum namazlarda, özellikle teravihlerde.

Belli bir makul süreden sonra aynı yerinde görev yapmaya devam edenler genelde bir müddet sonra heyecanlarını kaybedebiliyor ve kendisini tekrardan başka bir şey yapamıyor. Zaten birçok kurumda olduğu gibi buralarda da doğru-dürüst denetim yok. Gerçekten bir yerde 25-30 yıl görev yapan mahalleye ne verebilir? Niçin rotasyon düşünülmez? Aslında her yer değişimi, yeni bir muhit kişiye yeni bir heyecan vermektedir ve elzemdir. Genelde bu ülkede rotasyon denince hep akla öğretmen gelir, imamlarımız hiç akla gelmez. Halbuki bir okulda öğretmen çok verimsiz olsa aynı çocuğa dört yıl zarar verebilir. Mezun olan çocuk kurtuluyor. Cami görevlimiz ise lojmanı olan bir camiye kapak atmışsa onu oradan ya ölüm alır ya da emeklilik durumu. Bir ara belli bir süre çalışanlara bir rotasyon getirildi; bir yıl uygulandı, sonra tekrar vazgeçildi. Hem öğretmene, hem imam-hatibe ve hem kamu çalışanlarına mutlaka rotasyon uygulamasına geçilmelidir. Harekette bereket vardır diye düşünüyorum.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Ccuma günleri okunacak hutbe konularını belirlemekte ve hutbe hazırlamakta ve hangi hutbenin hangi hafta okunacağını web sitesinden duyurmaktadır. DİB, hutbe konusunda yaptığı bu uygulamayı teravihlerde okunacak ayet veya süreleri belirlemede kullanamaz mı? Her ramazan gelmeden önce Diyanet, her gün okunacak 20’er ayet belirleyip cami görevlilerine gönderse cami görevlilerimiz ramazan gelmeden önce bu ayetleri ezberleme yoluna gider ve kendisini yenilemiş olur. Cemaat de her gün, her rekatta farklı bir ayeti dinler. Hatta Diyanet, okunacak ayetleri web sitesinden duyurursa cemaatten meraklı olanlar bu ayetleri gündüzden öğrenme yoluna gidebilirler.



16 Mayıs 2018 Çarşamba

Babanın Günahını Niçin Evladı Çeksin?

Ne zaman bitmeyen çilemiz Filistin meselesi gündeme gelse, İsrail Filistinlileri katletse dünya ayağa kalkar. İsrail'in bu orantısız güç kullanmasını eleştirir. Ülkemizin bu konuda sesi daha bir gür çıkar. Devletin en tepesinden İsrail'i yerden yere vuran açıklamalar gelirken halkımız da protesto eylemleri düzenler. Devletiyle ve milletiyle topyekûn Filistinlilerin yanındayız dense yeridir. Buraya kadar sorun yok. Sorun içimizde sesi cılız çıkan bazılarının yazıp çizdikleri ve dillendirdiklerinde.

Ne mi yapıyorlar? İçimizdeki bu kesim hemen tarihe gidiyor, Filistinlilerin Osmanlıya nasıl ihanet ettiklerini, nasıl arkadan vurduklarını anlatıyorlar bir güzel. Ardından İsrail'in terörüne ve Filistinlilerin gözyaşına değiniyorlar. Bu tiplerin yazdıklarından ben, "Filistinlilerin üzüntülerini paylaşıyor, İsrail'i telin ediyoruz ama Filistinlilerin bugün başına gelenler dünkü ihanetlerinin bir bedelidir, biz bunu unutmadık, size de hatırlatıyoruz" demek istediklerini anlıyorum. Hatta utanmasalar belki de "oh olsun" diyecekler.

Tarihi olayları derinlemesine bilmesem de Arapların Osmanlı'yı I.Dünya Savaşında arkadan vurdukları bir gerçek. Kabul. Ama hepsi mi  bize arkadan vurdu? Değil elbet. O zaman niçin tüm bir coğrafyayı ve bir ırkı toptan suçluyor, toptancılık yapıyoruz. Bir kısım Arapların bizi arkadan vurması tam bir ihanettir. Bunu tasvip etmemiz mümkün değil. Üstelik biz Müslüman kardeşiz. Pekiyi Arapların bu ihanetinde bizim suçumuz yok mu? Demek ki oraları boş bırakmışız, birileri doldurmuş. Çünkü tabiat boşluk bırakmaz. Biz eskisi gibi güçlü olsaydık, zaafa düşmeseydik kimse bize arkadan hançer saplayamazdı. Haydi diyelim ki Arapların yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında idi, hiçbir dertleri ve sorunları yoktu. İngilizlerle bir olup bize keyfi isyan ettiler. İsyan ne zaman olmuş? Yüzyıl önce. Bugün isyan edenlerden yaşayan var mı? Yok. Hepsi vefat ettiler, hatta bu isyancılardan sonra kaç nesil vefat etti. Bugünkü Arapların isyanda payı var mı? Herhalde var diyemezsin. Çünkü akıl, mantık bunu gerektiriyor. Eğer babalarının yaptığı ihanetten dolayı bunlara da hain diyorsak bunun ne bilimsel, ne dini açıklaması vardır. Bu suçlama, olsa olsa Hıristiyanların "Asli günah"veya "İlk günah" açıklamasına girer. Zira onlara göre Adem ile Havva'nın  yasak ağacın meyvesinden yemesinden dolayı bu ikisinin suç işlediğine ve bundan sonra doğan herkesin günahkar olarak dünyaya geldiğine inanılır. İsa, çarmıha gerilerek günahların bedelini ödemiş, bundan sonra gelenler de ilk günahtan kurtulmak için vaftiz olmaları gerekiyor. 

Atalarının geçmiş ihanetlerinden dolayı bugün bizim Arapları suçlamamız, Hıristiyanların asli günahtan farklı değil. Haydi diyelim ki onlar vaftiz gibi bir yol bulup ilk günahtan kurtuluyorlar. Peki biz ne yapacağız? Zira biz Müslümanız. Üstelik bize göre her doğan günahsız olarak dünyaya gelir, kimse babasının günahını çekmez. İnancımız, suçun ferdiliğini esas alır. 

Durum bu iken geçmişin suçunu hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklarına yıkmak inancımıza terstir. Yok bunlar yedisinde ne ise yetmişinde de odur, bu Arapların genlerinde vardır, denirse bu da başka bir ırkı kötülemektir, ırkçılıktır. Bu da inancımıza aykırıdır. Üstelik cahiliye adetidir.

15 Mayıs 2018 Salı

DD veya BD ***

Gece-gündüz protesto etsek, bu yapılan haksızlık desek, yazsak, çizsek, bağırsak, çağırsak, ültimatom ve nota versek, dövünsek, çırpınsak; kanlar akmaya, haksızlıklar olmaya, güçlülerin sözü geçerli olmaya devam edeceğe benziyor. Bunun için ne yapmak lazım?

İşe beş daimi üyeye hizmetten başka bir işlevi olmayan Birleşmiş Milletlerin statüsünü sorgulayarak başlamalıyız. BM'yi beş daimi üyenin ve veto haklarının olmadığı şekilde yeniden yapılandırmak gerekir. Buna, gücü elinde bulunduran ABD, Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere karşı çıkacaktır. Bu tepki doğaldır ve kabul etmezler. Çünkü işlerini veto kozuyla yürütüyor bu beşli. Onlar kabul etmedi diye vaz mı geçeceğiz? Baktık olmuyor. Alternatif  BM kuracağız. Bu yeni yapılanmaya Dünya Devletleri (DD) veya Birleşmiş Devletler (BD) gibi istediğimiz ismi verebiliriz. Bunun için bu işe öncülük edecek ve bu işin alt yapısını oluşturacak, mazlumları dert edinen birkaç ülke yeterlidir işin başında. Yeni yapılanmaya üye olmanın şartları belirlenerek dünya kamuoyuna duyurulmalıdır:
* DD veya BD'in kuruluş amacı dünyada barışı sağlamaktır.
*Üye olmak isteğe bağlıdır.
* Üye olan ülkeler eşit haklara sahiptir.
* Hiçbir devlete imtiyaz tanınamaz.
* Hiçbir devletin veto hakkı yoktur.
* Kararlar oy çokluğu ile alınır ve bağlayıcıdır, tarafları bağlar. Alınan kararı dikkate almayan devlete veya devletlere siyasi ve ekonomik ambargo, ilişkileri kesme vb. yaptırımlar uygulamaya konur. Gerekirse ilgili devletle savaşma seçeneği değerlendirilir.
* İthalat ve ihracatta her ülkenin kendi parası geçerlidir.
* Ekonomi arz talebe göre oluşur. Ortamı geren, spekülasyona başvuran, parayla oynayan devlete para cezası verilir.
* Dünyanın neresinde savaş vb. nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalan mülteci varsa kayıtsız-şartsız ülkesine döner.
* Kan akıtan, savaş yapan, sivil öldüren devlet tazminata mahkum edilir...

Dünyadaki zulme seyirci kalmak ve beş daimi üyenin dümen suyuna girmekten başka bir işlevi olmayan mevcut BM'in karşısına alternatif bir uluslararası teşkilat kurulmasını önemsiyorum. Bu konuda referansım, peygamber olmadan önce haksızlığa karşı mücadele etmek amacıyla Mekke'de kurulan ve Hz Muhammed'in de imza koyduğu Hılf'ul Fudul'dur. (Erdemliler Anlaşması) Türkiye bu yeni yapılanmada öncü rol oynayabilir. BM'in karşısında kurulmasını istediğim alternatif BM'nin hayata geçirilmesini zor görebilir ve bunun, uygulanabilirliği olmayan hayal mahsulü olduğunu söyleyebilirsiniz. Bence denemekte fayda var. Ki denemekle hiçbir şey kaybedilmez. Denedik, fakat olmadı deriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın nicedir dillendirdiği "Dünya, beşten büyüktür" sözü zaten adı geçen devletlerin kulaklarına su kaçırmıştır. Şimdi bu sözün altını doldurmanın tam zamanı! İşe her kıtadan bir ülke kurucu devlet olarak alınabilir.  Devletlerine baskı yapmaları için ülkelerin aydınları ile irtibata geçilir ve kamuoyu oluşturulabilir.

İçinizden be adam sen ne diyorsun? Çoğu devletin lideri gölgesinden korkuyor. Bunlarla yola çıkılır mı diyebilirsiniz. Üstelik böyle bir şeye kalkışmak macera peşinde koşmak ve ateşle oynamaktır ve bunun bedeli ağır olur diyebilirsiniz. Zaten ateş çemberinin içindeyiz. Bu şekilde zillet içinde ölmektense alternatif yolu deneyerek gerekirse izzetimizle ölürüz. Ayrıca mevcut BM, konu Filistin davası olunca ABD ve İsrail'e karşı kenetlenebiliyor. Bu bile dünya devletlerinin ekseriyetinin mağdurların yanında olduğuna bir işarettir. ABD'nin büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma ve Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğunu ilan eden tek taraflı kararına BM'ye üye devletler hayır diyebilmiştir.

Yeryüzünde akan kanın bir an evvel durması için ABD ve İsrail'in insafını beklemekten ziyade bu alternatif teşkilat bir an evvel hayata geçirilmelidir.

*** 17/05/2018 tarihinde Barbaros ULU ismiyle Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.





Nasıl Bir Cumhurbaşkanı Hayal Ediyorum

—Üstat! Cumhurbaşkanlığını kim kazanır?
—İyi olan kazansın.
—Ortaya bir cevap oldu. Soruma cevap istiyorum.
—İsim istiyorsan bunu sandık bilir. Soruyu kim kazanır diye değil de kim kazansın şeklinde sorarsan sorunu özelliklerini sayarak cevaplandırabilirim. Zira kişi ismi vermem.
—Tamam dediğin gibi olsun, hiç yoktan iyidir.
—Başımıza geçecek kişi her şeyden önce dürüst olmalı, içi-dışı bir olmalı, lafı ağzında eğip bükmemeli. Kendisi için değil, ülke ve milleti için çalışan olmalı. Belli bir kesimin değil, herkesin başkanı olmalı, gözü pek, duruşu sağlam olmalı, kitleleri arkasından sürükleyebilecek vizyon ve misyon sahibi olmalı, hata yaptığı zaman "Ey halkım biz şu konuda yapa yaptık" şeklinde öz eleştiri yapabilmeli.
—Başka?
—Diklenmeden dik durmayı bilmeli, haksızlığa boyun eğmemeli, mücadeleci olmalı. Bu halkın ekseriyetinin değerleriyle barışık olmalı.
—Evet!
—Milletinin dert edinmeli, gece-gündüz çalışıp çabalamalı, kendisini sürekli yenilemeli, tekrarlamaya başladığı zaman siyaseti bırakabilmeli.
—Başka?
—Rakiplerini küçümsememeli, onlara değer vermeli, rakibine belden aşağı vurmamalı, rakibini eleştirmekten ziyade yapacaklarını anlatmalı, centilmen olmalı, sandık sonuçlarını hazmetmeli, kendisini eleştirebilmeli, hakkı kutuplaştırmamalı, halka yapabileceklerini vadetmeli uçyk-kaçık vaatlerden kaçınmalı, kaybettiği zaman kazanan rakibini tebrik edebilmeli.
—Başka?
—Kendi başına buyruk olmamalı, istişareye önem vermeli, kiminle çalışacağını, kimleri yardımcı ve bakan seçeceğini seçimden önce belirlemeli, miting meydanlarına birlikte gitmeli, ekip ruhuna önem vermeli, aralarında iyi bir iş bölümü yapmalı, her işe karışmamalı, herkese cevap vermemeli.
—Var mı daha?
—Açık, net ve harbi olmalı, gerektiğinde dış siyasette diplomatik bir dil kullanabilmeli.
—Başka?
—Tevazu sahibi olmalı, rakiplerine tepeden bakmamalı, onları dinlemeyi bilmeli, onların görüşlerini almalı, memleket meselesi olduğu zaman istişare için kapısını çalabilmeli.
—Başka?
—Toplumsal barışı sağlamalı, birlik ve beraberliğin önündeki engelleri kaldırmalı, risk almayı bilmeli.
—Seçime kaç para ile girdiğini açıklamalı, parçayı nereden bulduğunu, nereye harcadığını, ne kadar borçlandığını, ne kadar kaldığını, kendisine kimlerin yardım ettiğini kamuoyuyla paylaşmalı, mal bildiriminde bulunmalı; eşi, çocuğu damadı, kardeşi ticaretle uğraşıyorsa veya kendisinin ticareti ortağı vasıtasıyla devam ediyorsa firma adını vatandaş bilmeli.
—Başka?
—Seçildiği zaman yargı mensuplarını toplayıp onlara, "Kararlarınızı verirken benden veya bana yakın olanlardan size asla başlı yapılmayacak, ihsası reyde bulunulmayacak. Verdiğiniz kararlardan ötürü tu kaka yapılmayacaksınız. Sizden tek istediğim vicdanınızın sesine kulak vereceksiniz, kendi görüşünüz ve ideolojinizi kesinlikle karara yansıtmayacaksınız. Birilerine kızgınlığınız adaleti elden bırakmanıza sebebiyet vermesin. Suç işleyen babanız bile olsa adaleti elden bırakmayacaksınız. Karar verirken rüzgara göre hareket etmeyeceksiniz, güce tapmayacaksınız. İpe un serercesine yargılamayı geciktirmeyeceksiniz. Çünkü gecikmiş adalet adalet değildir. İçinize sinmeyen hiçbir kararın altına imza atmayacaksınız" diyerek onlara güvence vermeli ve yargıya müdahale etmemeli.
—Ekonomi?
—Cumhurbaşkanı başta ekonomi olmak üzere illaki her şeyden anlamak zorunda değil. Ancak kiminle çalışacağını, hangi işe kimi verebileceğini iyi bilmeli, ekip ruhuna inanmalı ve ekibine güvenmeli. Her konuda kendisi konuşmamalı, işin uzmanı kimse o konuşmalı. Hata yapanı uyarırken kırıcı olmamalı.