23 Nisan 2018 Pazartesi

Guluç

Konyalı -pardon- Gonyalı iseniz guluç nedir bilirsiniz. Ağrı, yel demekmiş bazı yörelerimize göre. TDK'nın verdiği bilgiye göre derleme sözlüğünde Yassiören, Senirkent, Peşman, Daday yörelerinde kullanılan bir kelime imiş. Konya'da da sık kullanılan bu kelimenin kullanıldığı yörelerin içinde nedense Konya sayılmamış. Guluç; "Şiddetli ağrı, özellikle omuz ağrısı" anlamına gelen kulunç kelimesinin bazı yörelerimizde galatı meşhur olmasından ibaret diye düşünüyorum. Aynı anlama gelen gulunç şeklinde söylenişi ise Bayburt, Sarıkamış, Tutmaç, Osmaniye ve Gaziantep yörelerinde kullanılıyormuş.

Başka yöreleri bilmem ama Arapçadan dilimize geçmiş olan kulunc sözcüğünün ülkemizin çoğu bölgelerinde omuz, sırt ağrısı anlamında kullanılması Konyalıların eseridir diye düşünüyorum. Kulunç kelimesindeki "n" harfinin nasıl kaldırıldığını bilmiyorum ama başındaki "k" harfinin Konyalılarca "g"ye dönüştürülmesi pek muhtemeldir. Çünkü kelime başındaki "k"leri, "g"ye dönüştürmede kimse Gonyalıların eline su dökemez. Hatta bunun için bize "k"ya, "g" diyen goca gafalı Gonyalılar" der Konyalı olmayanlar.

"K"leri niçin "g" ye dönüştürür Gonyalılar derseniz sebebini bilmiyorum ama aklıma gelen "g"yi çıkarmak, "k"ye göre daha kolay. Sanki biraz işin kolayına kaçıyormuşuz gibi geldi bana. Guluçtan bahsedecektim, gördüğünüz gibi iş "k" ve "g" harflerine gitti. Biz yine guluç kelimesine gelelim.

Eş-dost ile karşılaşınca "Guluçlamışım, vücudum guluçlamış, ah bir buluşların kırılsa..."diyerek dert yanarız. Sen böyle diyerek derdini anlatırken yanındaki Gonyalı değilse derdinin arasında bir de gulucu anlatmaya çalış. Bunu anlatmak da sırt ağrısı çekmek gibi bir şey. Çünkü eş anlamı nedir bilmiyoruz bu kelimenin.

Omuz ve sırt ağrısı zaman zaman her birimize uğrar, özellikle hava değişimlerinde, üzerimizi örtmeden uyuduğumuzda, ceryana kapıldığımızda, terlediğimizde kapımızı çalar. Vücudumuzda başlayan kırgınlık bir müddet sonra boynumuzu çeviremez noktaya getirebiliyor. Guluçlamışız deriz buna. Yediğimiz, içtiğimizden zevk alamayız bu durumda. Kimimiz ilaç kullanır, kimimiz bir başkasına ovdurur, kimimiz de çiğnetir. Bu yöntemler geçici bir rahatlamadan başka bir işe yaramaz. Çünkü kolay kolay guluçlarımız kırılmaz. Birkaç gün şiddetli ağrı ve sızı devam ettikten sonra yumuşayan vücut iyileşmenin belirtisidir. Eğildikçe, kalktıkça kırılan guluç bizi rahatlatmaya başlar. Hele bir kırılmaya başlasın, kafamızı sağa-sola çevirdikçe kırılan her guluç, mutluluk kaynağımızdır. Kırıldıkça bir oh çeker, şükrederiz. Allah kimseye sırt ve omuz ağrısı vermesin. Zor mu zor! Yatağa yıkmaz ama ayakta süründürür.


ODOP: Ona Düşman Olanlar Partisi ***


Ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak için bir parti de siyaset yapan bir kişi; düşüncesi, fikri, görüşü farklı olan bir başka partiye nasıl geçer, niye geçer? Bu siyaset dediğimiz şeyin hiç ilkesi yok mu?

Seçilmiş bir insan akşam bir yerde, sabah bir yerde nasıl olur? Kendisine oy vermiş yüz binlerin oylarını nasıl böyle hoyratça kullanır? Seçmenin emanetini babadan miras kalmışçasına tepe tepe nasıl harcar? Seçmeninin yüzüne nasıl bakacağını niçin düşünmez? 

Parti değiştirmesi kendi görüşü mü? Yoksa vekil seçilmesi iki dudağının arasında olan liderinin emriyle mi gerçekleşti? Eğer kendi hür iradesiyle yaptıysa bunu kendisine oy veren seçim bölgesindeki seçmenlerine sorması gerekir. Yok, liderinin emriyle yapıyorsa niçin aklını liraya veriyor? Eğer böyleyse demek ki aklı kiraya vermek, sadece dini istismar eden din bezirgânlarına teslim olanlardan ibaret değilmiş. Siyasette de pekâlâ olabiliyormuş bu işler.

Ülke yönetmeye talip olanların ahlaki-etik değerleri ve yapacakları siyasetin mutlaka bir ilkesi olmalıdır. Etik değerleri ve ilkeleri olmayan bir siyasetin bu ülkeye verebileceği bir şey olamaz. Etik değerlerin başında da seçmenine saygı vardır. Çünkü seçilip Meclis'e giden seçmenini temsil eder, onların vekilidir. Bizde vekil, asıl gibidir. Asılın vermediği bir yetkiyi bir vekil hangi hakla kullanma yoluna gider? Nasıl ki oy namus ise asıla ihanet etmemek de böyledir. Çünkü vekillik emanettir. Kimse kendi malı gibi kullanamaz. Hele ayak oyunu olarak hiç kullanılamaz. Seçmenle hiç oynanmaz. Eğer seçmenle oynanırsa seçmenin oyunu, sandıktan çıkamayacak şekilde alırlar. Bu millet her şeye tahammül eder ama kendisiyle dalga geçilmesine, ayak oyunlarına, oyunun oyuncak edilmesine asla rıza göstermez.

"Yok, biz ayrı partilerde olsak da aynı yolun yolcusuyuz, ortak noktamız var, bir kişiye olan düşmanlığımız bizi bir araya getirdi, biz siyaseti o bir kişiyi indirmek için yapıyoruz, başka da bir amacımız yok, bugün yaptığımız da bundan başka bir şey değil" denirse o zaman adama sormazlar mı ne diye ayrı ayrı partilerdesiniz? Feshedin partilerinizi, bir partinin bayrağı altında birleşin, ya da yeni bir parti kurarak dükkanınızı kapatın, yeni partinizin adını da "çorba" partisi veya ODOP, yani "Ona Düşman Olanlar Partisi" veya GMP, yani “Güneş Motel Partisi” koyun. İsim koymayı dert edinmeyin, size yardımcı olurum. Zira çorbada benim de tuzum bulunsun. Her şey demokrasi için değil mi?

Kim olursa alın partinize. Kim olduğuna; hırlı mı/hırsız mı, fikrinize ve zikrinize uyuyor mu bakmayın. Çizginiz, ona düşman olmak olsun. Bu uğurda yapacağınız her şey mubah olsun. Ama öyle hesap yapın ki kapalı kapılar ardında yaptığınız hesap sandıktan çıksın.

*** 24/04/2018 tarihinde Barbaros ULU adıyla Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.




22 Nisan 2018 Pazar

Bir Kilo Yenidünyanın Bana Maliyeti


Bahar meyveleri birkaç haftadır tezgahlardaki yerini almaya başladı. Yenidünya da bunlardan biridir. Alışveriş için pazara gittiğimde bir kilo da yenidünya almak istedim. Kilosunu sordum, 5 lira dedi. Bir kilo verir misin dedim, 20 lira uzattım. Pazarcı, "Eşi ve benzeri yok bu meyvenin, fazla vereyim" dedi. Hayır, bir olsun dedim. Tarttı elime verdi. Poşeti aldım. Ayrılırken para üstü aklıma geldi, 20 verdim, üstünü verir misin dedim. Adam tezgahın ardındaki para kutusunda ne kadar beş liralık varsa avuçladı, bana gösterdi; sen 20 verdim diyorsun ya, bak bende hiç 20'lik yok dercesine. İçime sinmese de tamam diyerek ayrıldım. Çünkü şahidim yoktu. Yanımda olan şahidim de 5 verdin dedi.

Bir iki alışveriş daha yaptım, pazardan çıktım. Pazar alışverişim, alacağım birkaç çeşidi de bırakarak sona erdi. Elime topladığım meyve ve sebzeyi pazara yakın yere park ettiğim aracıma koydum. Pazardan çıktım ama kafam hala pazardaydı. Bedenim arabanın içinde beynim tekrar pazarın içine tekrar girdim. Hafızamı yoklaya yoklaya yol aldım. İlk vardığın esnaftan patlıcan, kabak, domates ve biber aldım. Ederi 19 lira tutan borcumu ödemek için elimi cebime attım. Bozuk 1 liraların dışında cebimde 295 liram olduğunu gördüm. 20'sini uzattım. Para üstü olan 1 lirayı aldım. Karşısındaki pazarcıya yöneldim. Cebimden çıkardığım 5 lira ile 2,5 kilo portakal aldım. Sonra yenidünya almak yanındaki esnafa 20 lira uzattım, bir kilo ver dedim. Tarttı verdi. Para üstünü istediğimde yukarıda bahsettiğim gibi eline aldığı 5'likleri gösterdi bana. Tekrar cebimdeki paraları çıkarıp baktım, bozuk paraların dışında cebimde 250 lira kalmıştı. Bozuk paraların toplamı 5 lira imiş, onunla da 2 kilo elma alıp çıktım.

Uzattım biliyorum ama 1 kg yenidünya bana esnafın 15 liramı iç etmesiyle 20 liraya geldi. Alacağı olsun esnafın! Kasasında hep beş lira olması manidar! Nedense alışveriş yapan herkes hep 5 lira vermiş. Tezgahın arka tarafına geçsem kartondan para kasasının içinde ayrı ayrı istiflenmiş 10'lukları ve benim verdiğim 20'liği de görürdüm. Neyse olan benim 15 liraya oldu. 3 ila 6 lira arasında değişen yenidünyanın bir kilosu bana epey pahalıya geldi. Pazarı dolaşırken yenidünya satan biri "Yenidünya 4 lira, böylesini bulamazsın, vereyim mi" demiş, "Dünyanın kendisinden ne gördük ki yenisinden göreyim, yalan dünya" deyip almamıştım. Demek ki param bir sahtekara nasip olacakmış. Çekmiş beni ona doğru. Nasıl ki akacak kan damarda durmuyorsa çıkacak para da durmuyor.

Aslında en güzeli pazarlardan alışveriş yapmamak, yapılacaksa da alacağın meyve ve sebzeyi eline aldıktan sonra parayı uzatmak. Ama sen gel, bunu bana anlat. Alacağımı almadan parayı uzatma hastalığından önce kurtulmam lazım. Ama çıkacak para rahatsız ediyor beni. Bir an evvel cebimden çıkmalı. Siz siz olun, önce alacağınızı alın, sonra parayı uzatın. Yoksa kaşla göz arasında bir kalpazana paranızı kaptırırsınız.

İyi ki bir kilo yenidünya için cebimdeki 100'lüğün birini uzatmamışım. O zaman bir kilo yenidünya bana 100 liraya mal olacaktı. Buna da şükür! Beterin beteri var...

Beni yıkan tanıdığımın "Sen adama beş lira verdin" demesi. Yolda gelirken beş lirayı portakal aldığıma verdim dediğimde, "Sen portakala 10 lira verdin" demesi. Halbuki portakal aldığım esnaf, elimdeki 5 lirayı görünce 5 liralık mı istiyorsun diye sormuştu. Ne diyeyim? Allah herkesin hayrını versin. Helalinden yemeyi nasip etsin.


20 Nisan 2018 Cuma

Alacak ve Verecekte Alacaklının Hukukunu Korumak

2005 yılında ilk defa başımı sokabileceğim küçük ve eski bir evim oldu. Aldığım evin dörtte üçünü eş-dosttan borç aldım. Borç almamda da bir arkadaşım öncülük yaptı. Ben evi buldum, parayı da o bulup getirdi. 10-12 kişiye birden borçlanmıştım. Kimi döviz, kimi TL cinsinden borç verdi. Borcu ödemede süre sınırı yoktu. Ne zaman ödersem ödeyecektim. Evin bedelini ödedim ve oturdum.

Eve oturduktan sonra ilk işim; hangi ay, kime ödeme yapacağıma dair bir ödeme planı hazırladım. Maaşımdan ne artırırsam onunla ödeme yapacaktım. Aylık ne artırırsam ev almama ve bana borç bulmada öncülük yapan arkadaşım da ödemede bana yardımcı olacaktı. Kira öder gibi borç ödedim. Dört yıla yakın bir zaman diliminde kime ne borcum varsa ödedim. Öderken dikkat ettiğim bir husus vardı. Zamanında bana lira cinsinden kim borç vermişse parasını döviz cinsinden dolar ve avroya çevirmiştim. Kime sıra gelmişse önce aldığım para, döviz cinsinden ne durumda? Para erimiş mi diye hesapladım. Döviz verene aynı cinsten verdim. TL verenin durumuna baktım. Borç veren zarar etmemeliydi. TL lehine ise lira cinsinden, paranın değeri düşmüşse borç alırken çevirdiğim döviz cinsinden ödedim. Olmaz deyip almayan olduğu gibi alan da oldu. Alan da sağ olsun, almayan da. Hepsine minnet borçluyum. Sayelerinde bir ev sahibi oldum. 

Ödemede hedefim borç veren zarar etmemeliydi, onları korumalıydım. Özellikle enflasyonun olduğu, dövizin inişli-çıkışlı bir seyir izlediği ülkemizde, borç vereni pişman etmemek, yine ihtiyacımız olduğunda tekrar kapısını gönül rahatlığı içinde çalabilmek gerekiyor. 

Dinimiz, darda kalan insana borç vermeyi karz-ı hasen yani Allah'a borç verme olarak değerlendirir. Bu duruma güzel borç der. İnsanımıza borç vermek, onu rahatlatmak dinimizin emridir. Fakat borç alan ve borç veren zarar etmemelidir. Alınan borcun süresi belirlenmelidir. Borç alanın önceliği borcunu ödemek olmalıdır. Alınan borç alındığı gün itibariyle altın, dolar ve avro'ya çevrilmeli, öderken alacaklının lehine olanı tercih etme yoluna gidilmelidir. Spekülasyona dayalı dövizde ani ve çok anormal dalgalanma olursa bir orta yol bulunmalıdır.

Alınan borcun ödemesi ihmal edilir, paranın değeri korunmaz ise alacaklı buğzetmeye başlar, yaptığı hayrın bir anlamı kalmaz, verilen borç karz-ı hasen olmaktan çıkar. Sonra tekrar borç istenirse yok demek suretiyle insan yalan söyleme yoluna gidebilir... Tüm bunlara dikkat etmekte fayda var. Ne alacaklı zarar etsin, ne de borçlu. Bu güzel adet, haslet devam etsin istiyorsak alacaklının hukukuna riayet etmemiz gerekir. 

Olur mu öyle şey demeyin. Şimdilerde karşılıklı borçlanma, darda kalana ve ihtiyacı olana pek borç verme âdeti kalmadı. Hoş isteyen de kalmadı. Kimin bir ihtiyacı varsa soluğu bankada alıyor ve kredi çekme yoluna gidiyor. Yani kimsenin kimseye eyvallahı yok. Bu da kredi çekenin yıllar yılı belini büktüğü gibi aynı zamanda bankaya da çalışmak olur.



Yalama Olmak

Allah herkesi farklı farklı imtihan eder. Kimsenin imtihanı diğerine benzemez. Allah kimseye zulmetmediği gibi gücünün üzerinde bir yük de vermez. Kimi imtihanı başarıyla geçer, kimi de debelenir, batar gider. Allah imtihanı geçenlerden eylesin bizi.

İmtihanı geçen bu başarının Allah'ın kendisine bir inayeti olduğunu düşünerek şükretmeli, başarılı olamayan ise hiçbir mazeret ve gerekçenin arkasına sığınmadan başarısızlıkta en büyük payı kendisine vermeli, suçu kabullenmeli. Yani özeleştiri yapmalı. "Ben elimden geleni yapmadım, işime layıkıyla sarılmadım" diyebilmeli. Öz eleştiri yaparsa düştüğü bataklıktan kendisini kurtarabilir. Çünkü Allah insanı bir defa imtihan etmez. Bir spor müsabakasındaki etaplar gibi düşünmek lazım imtihanı. Birini geçersin, karşına öbürü çıkar. İnsan nefes aldığı müddetçe bu böyledir. Her sınavı kaybedişinde "Öldüm, kaldım, battım, bittim, düştüm, düşenin dostu olmaz..." diyerek  karalar giyerek karamsar bir tablo çizmek mücadeleci bir adama yakışmaz. Böyleleri çevresinden bir istemeye başlarsa utanma damarı da bir müddet sonra kaybolur. Alan el olur. Kapısını çaldığı elinden tutarsa peşini bırakıvermez, eşiğini aşındırır durur. "Dost bu vardır" der. Adını ağzından düşünmez, över durur onu. Kendisine yardım etmeyeni/edemeyeni ise "sildim, benim öyle bir dostum yok" der. Kapısını aşındırdığı dost bildiği, bir müddet sonra sırtını dönerse veya "yok" derse bu tip önceki düşüncesini değiştirir: Kimselere değişmediği dostunu düşman beller artık. Çünkü onun parolası "Ben düştüm, herkes bana bakacak, yardım edecektir."

Kim ne verirse versin bozuk ülkenin ekonomisi gibi durmadan açık verir. Hiç istek ve ihtiyacı bitmez. Allah kimseyi düşürmesin, ihtiyacı vardır ama ayağını yorganına göre uzatmaz. Gezip tozmadan, rahatından da ödün vermez. Şu gideceğim yere şu kadar masraf edeceğim, oraya gitmektense ben bu parayla şu zaruri ihtiyacımı gidereyim, demez: Aynı zamanda yaşayacak. Bu nasıl iş, nasıl rahatlık anlayamadım gitti. Böylelerinin durumunu görünce dünkü itibarlı adam gitmiş belki de içine düştüğü aczi yerin bir sonucudur, karşına yalama bir adam çıkıvermiştir.

Allah kimseyi para ile pul ile imtihan etmesin, kimseye muhtaç ve avuç açtırmasın.


Bazılarının Sosyal Medyadaki Görevi

Sosyal medyayı kullanırken amacım, güzel paylaşımlardan haberdar olmak, tasvip ettiğim paylaşımları beğenmek, gerekirse yorum yazmak; katılmadığım bazı paylaşımlara katılmadığımı ifade etmek, görüşümü yazarken de bu işi kırıp dökmeden yapmak; kutuplaştırıcıyı artırıcı, aşırı fanatiklik olan paylaşımları görmezden gelmek, ülke ve dünya gündeminden haberdar olmak; duygu ve düşüncelerimi paylaşmak; paylaşırken ahlakı, erdemi esas almak. Kullandığım üslup genelde kapalı bir üsluptur. Bazen hiciv, bazen, mizahi bir dil, bazen tariz, bazen de düz bir üslup seçerim. Güldürürken düşündürmektir amacım. İsimlere pek yer vermem.  Çünkü derdim kişiler değil, kişilerin yaptığını kendi doğrularımla yoğurmaktır. Fikrimle örtüşüyorsa tasvip eder, değilse eleştiririm. Mümkün olduğunca yapıcı eleştiri yaparım.
Paylaşımlarım bir sayfadan az olmayacak şekilde uzun yazılardır. Sosyal medya formatına pek uygun değildir. Bu yüzden pek alıcısı yoktur. Az sayıda aldığım geri bildirimlerden tasvip alıyorsam benim gibi düşünen var diyorum. Eleştiri alıyorsam kendimi sorguluyorum.
Duygu ve düşüncelerimi aktardığım sosyal medyayı biraz da muhabbetine kullanıyorum. Ben muhabbetine yazarken bazıları da muhabbetin içine etmek için işgüzarlık yapma görevini üstlenmiş. Sen yeter ki bir paylaşım yap, yeter ki insanlar yorumlar yazsın. Bu tipler de ortaya çıkar. Görevi pişmiş aşa su katmak, kılçık atmak, seni küçük düşürmeye çalışmak. Küçümseyici yorum yazdıkça egosu tavan yapıyor. Seni ezmek için yazdığı yorumu okuyanlar "Bu adam ne diyor böyle" dercesine hayret ve ibretle kendisini seyrediyor. Fakat gülünç duruma düştüğünün farkına varamayacak kadar da zavallı. Keşke acınası halini bilse. Aslında içindeki haset ateşini söndürse iş bitecek. Ama bunsuz yaşayamaz ki! Çünkü haset varlık sebebidir. Özellikle çekemediği insanları eşek arısı gibi sokmak için kullanır. 

19 Nisan 2018 Perşembe

Birliklerinde Dirlik Görmediğimiz Bizden Görünenler *

Arap Birliği, yaptığı toplantıda Türkiye'nin Afrin operasyonuna karşı çıktığını, Türk askerinin Afrin'den çıkması gerektiğini ele almış ve Afrin'de bulunmasından dolayı Türkiye'yi kınamayı düşünüyorlarmış. Şaşırdım mı bu Arap Liginin yaptığına? Hiç şaşırmadım. Çünkü bugüne kadar ne beni, ne İslam dünyasını hiç şaşırtmadılar. Dün ne iseler, bugün de o. Bulundukları yerde otlanıyorlar hep.

Hiçbir zaman yaralı parmağa işlemedikleri, dik bir duruş sergilemedikleri gibi mazlumun yanında da yer almadılar. Değişmeyen karakterlerini ortaya koymuşlar yine. Gündemlerinde ne Müslüman oldu, ne de İslam dünyası. Mazlumun yanında kendileri olup Allah'a kul olacakları yerde hep güce taptılar. Hep gücün maskarası ve piyonu idiler zaten. Dün puta tapıyorlardı, bugün de güce tapıyorlar. Rezillik ve pespayeleri paçalarından akıyor. Utanmadan “adamız, insanız” diye ortalıkta geziniyorlar. Bu iş, kan ile olsaydı hep mazlumun yanında olan, aynı kanı taşıyan Hz Muhammed'in yolundan giderlerdi. Bir karakter, bir duruş, bir cibilliyet meselesi bu! Bunlarda olmayan şey yani! Bunlar, taşısa taşısa ancak Ebu Lehep ve Ebu Cehil'in kanını taşır.

Azıcık utanmaları olsa "Yahu biz ne yapıyoruz? Suriye'nin bir yarısını ABD, diğer yarısını Rusya işgal etmiş, gitmeyecek şekilde yayılmacılıklarına devam ederken bizim Türkiye'ye ‘Askerlerini Afrin’den çek’ dememiz şık olmaz, en azından sessiz kalalım" derlerdi. ABD'ye "Çek elini Suriye'den," Rusya'ya "Defol git buradan," Esed'e "İslam diyarını ne hale getirdin, elin kanlı senin, sen bulunmaz Hint kumaşı değilsin, sen gitmediğin müddetçe Suriye'de kan durmayacak,  başka denen Şam’ı ne hale getirdin" demeleri için biraz omurga gerekiyor. Yani bunlarda olmayan şeydir omurgalı olmak.  Zaten olsaydı Esed'e ekonomik ve siyasi yaptırım uygular, onu yaşatmazlardı, O da  çeker giderdi. ABD'si, Rusya'sı Suriye'ye giremezdi. Tek yaptıkları Batı’nın ve ABD’nin iki dudağından çıkacak emirleri uygulamak. Başka da bir halta yaramıyorlar zaten. Ortadoğu’da akan kanın finansörü olmaktan başka yedikleri bir herze yok. Küffara karşı merhametli, Müslüman’a karşı aslan kesilen korkusuz korkaklık yaptıkları! Zaten bir güçleri olsaydı küçücük İsrail’e karşı altı gün savaşlarında boyunlarının ölçüsünü almazlar, aralarında çıbanbaşını yaşatmazlardı. Sayelerinde İsrail yaşıyor, hem de bey gibi. Çünkü İsrail’e görünürde düşman, ama alttan alta yaşaması için oksijen pompalıyorlar.

Sonuç olarak Ortadoğu’da akan kanın mümessili ne ABD, ne Rusya, ne de Batı’dır; Arap ülkelerinin başına çöreklenmiş bu kukla, bu uşak, bu emir eri liderlerdir. Adlarında olduğu gibi bunlarda birlik olsaydı, onurlarıyla hareket eder, başkası bu bölgelerde cirit atamaz, at koşturamazdı. Varlık sebebi olan efendilerine hizmettir tek yaptıkları. Elebaşları da mukaddes belde olan Mekke ve Medine’yi işgal etmiş Suudi hanedanıdır. İslam dünyası, hiç sağda solda düşman falan aramasın. Düşman; saraylarda yaşayan, keyif süren ve Lale Devri gibi hüküm süren içlerindeki beyinsizlerdir. Yazıklar olsun bizden bildiğimiz, ama ensemizde boza pişirmekten başka bir hünerleri olmayan dış güçlerin kuklası içimizdeki valilerine! İsimleri de Arap Birliği’miş! Batsın sizin birliğiniz! Sayenizde İslam dünyası kan ve gözyaşından başka dirlik mi gördü? Yuh olsun size!



* 23/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.