18 Nisan 2018 Çarşamba

Erkenin Erkeni Bir Seçim *

İşaret fişeğini salı günü bir siyasi vermiş: “26 Ağustos’ta erken bir seçim yapılabilir” demişti. İki siyasi lider ertesi günkü görüşmelerinde erken seçime karar vererek seçimin 24 Haziran 2018 tarihinde yapılmasında mutabık kaldı. Açıklanan bu tarih erkenden de öte erkenin erkeni bir seçim. Dört yılda bir seçim süresini kısa bulmuş ve geçen yıl yapılan Anayasa referandumuyla seçimlerin beş yılda bir yapılmasını kabul etmiştik. Daha seçimlere 1,5 yıl kala iki ay içerisinde erken bir seçime kalkışmayı nasıl izah etmek lazım. Ülkede tek başına bir iktidar var, kabine kendi arasında uyumlu. Orta yerde bir hükümet krizi ve çoğunluğunu kaybetme durumu yok. Daha önlerinde 1,5 yıl var iken bir hükümet niçin seçime gider?

Baştan söyleyeyim seçimlerin bu kadar öne alınmasını anlamış değilim. Erken seçime gitme gerekçesi için sayılanların dışında başka sebepler mi var? Benim aklıma ekonomi geliyor hemen. Çünkü son günlerde döviz fırlamış, yapılan müdahalelere rağmen ateşi bir türlü söndürülememişti. Son bir haftadır tutunduğu zirvede yatay bir seyir izleyen döviz, tekrar yukarı doğru bir seyir mi izleyecek? Eğer öyleyse bu, büyük bir ekonomik kriz demektir. Şayet ekonomik bir kriz kapıdaysa kriz sonrası seçime giden hiçbir hükümet sandıktan kolay çıkamaz.

Erken seçime gitmenin nedeni ekonomi değilse şayet, cumhur ittifakı karşısında daha kendi aralarında bir ittifak oluşturamamış karşı bloğu erken bir seçimle sandıkta alt etme düşüncesi yatabilir.  Halkın Zeytin Dalı Harekâtına verdiği büyük desteği, sıcağı sıcağına oya tahvil etme yatabilir. Çünkü bildiğim kadarıyla başta iktidar olmak üzere siyasi partiler belirli aralıklarla kamuoyu araştırması yaptırmaktadır.  Anketlerde cumhur ittifakının yüzde elliyi geçtiği verileri olabilir. Daha yakın zamanda kurulmuş, belki doğru dürüst teşkilatlanamamış yeni partinin seçimlere katılmasının önüne geçme, katılabilecekse iyi bir hazırlık süreci geçirmeden seçime girmesi istenmiş olabilir.   Benim aklıma başka haklı bir gerekçe gelmiyor.

Eskiden hükümet krizleri olur, süresi tamamlanmadan erken seçim yapardı bu ülke. Hükümet istikrarıyla beraber nice seçimleri zamanında yapmaya alışmıştık. Seçimler zamanında yapılıyordu yapılmaya, ama ortalama yılda bir seçim yapar olduk. Çünkü son yıllarda referandum da bizimle beraber yaşamaya başladı.   Bu durum millet olarak tam bizim istediğimiz bir şey. Çünkü biz seçimsiz yapamayız. Dört yıl-beş yıl bekleyemeyiz. Kısa zamanda önümüzde bir sandık olmalı ki tartışmalar gırla gitsin, ortam kutuplaşsın. Bizde Demirel’in deyimiyle “Siyasette 24 saat bile uzun kabul edilir.”

Erken bir seçime gitmenin sebep ve gerekçeleri ne olursa olsun; adına ister erken, ister baskın seçim densin seçim hemen yapılmalıdır. Çünkü daha seçimlere bir yıldan daha fazla bir zaman varken milletçe seçimle yatıp seçimle kalkmaya başlamıştık. Bir an evvel yapılsın da herkes önünü görsün, işine-gücüne baksın. Gerçi her seçim ülkenin ekonomisine ek bir maliyettir. Ama yapabilecek bir şey yok. Gülü seven dikenine katlanır.

Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, kazanan kim olursa olsun sonuçta kazananın ülkemiz olmasını, seçimlerin ülkemiz toplumsal barışına, birlik ve beraberliğine katkı sağlamasını diliyor ve hayırlı olsun diyorum.



* 21/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



17 Nisan 2018 Salı

"Boş Ver, Takma Kafana!"

Uzun süredir görüşmediğim bir tanıdık ve akrabamla karşılaştım geçen gün bir program vesileyle. "Çocukları evlendirmişsin, niye haberim yok? Bunu da ilk defa birine söylüyorum" dedi hal-hatır faslının ardından. Sessiz kalma hakkımı kullandım. Programın bitiminde "Ağabey, kusura bakma" dedim gönlünü almak için. "Boş veeer, takma kafana!" dedi, vedalaşıp ayrıldık. Onun boş ver demesine yine sessiz kaldım, mizacım olmamasına rağmen. Söyleyeceklerim dilimin ucuna geldi. Ortam müsait olmayınca onun metodunu kullandım ve "Boş ver, Ramazan" dedim kendi kendime. O, bastıran olmuştu, ben ise suçlu.

Programın bitiminde evimin yolunu tutarken akrabamın bastırmasına, dilimin ucuna gelip de söyleyemediklerim zihnimde bir bir belirdi. Cevap vermedim ama içimi dökmeliydim. İyi ki bu blog var, beni en iyi o anlar dedim.

Düğün yapıyorsun, hem de kırk gün arayla iki düğün birden. Düğün dediğin eşle, dostla olur. Akrabayı da  çağırmayacaksın da kimi çağıracaksın. Üstelik makam sahibi, itibarı olan okumuş biri. Böyle demekte haklısınız. Umarım, savunmaya da söz hakkı verirsiniz.

Akrabam olan kişiyi sever sayarım. Çok sık bir araya gelmesek de karşılaştığım zaman hal-hatır sormada ve saygıda kusur etmem. Yakın arayla yaptığım iki düğüne de çağırmadım. Unutmuş falan değilim, özellikle çağırmadım. Niye mi? Prensip gereği. Davet etmenin prensibi olur mu diye düşünebilirsiniz. Bu akrabamı üç yıl önce yaptığım en büyük çocuğumun düğünüme davet ettim. Hatta kendisine kardeşinin davetiyesini de verdim, beklerim dedim. İnşallah diyen akrabam ne düğünüme geldi, ne gelemedim; "Hayırlı olsun" diye aradı, ne mesaj gönderdi, ne de karşılaştığım zaman "gelemedim" dedi. İlk düğünüme gelmediği, gelemeyeceğini beyan etmediği için ikinci ve üçüncü düğünlerime çağırmadım. Belki çok ince düşündüğümü, gelmese de davet etmem gerektiğini söyleyebilirsiniz. Katılır veya katılmazsınız, benim prensibim bu.

Düğün ve cenaze işleri eş-dost ve akraba ile olur. Gelenlerle düğün yapılır. Gelen de sağ olsun, gelmeyen de. İnsanoğlu mutlu gününde davet ettiklerini bekler. İcabet edenden memnun kalır, gelmeyene ise üzülür. Mazereti çıkıp gelemeyene, gelemeyip hayırlı olsun diyene sözüm olmaz. Ama gelmediği gibi hiç tınmayana gönül koyarım. Düğününe iştirak etmeyenler çeşit çeşit olsa da bu tiplerin ortak özelliği, davet ettiğin zaman düğününe iştirak etmez; nasılsa gelmiyor, o halde çağırmama gerek yok diye kart düzenleyip vermezsin, karşılaşınca "Düğün yapmışsın, niye haberimiz yok" diyerek suç bastırması

Anlamak zor böylelerini. Adamlar hem suçlu, hem de güçlü. Hele bir de "Boş ver, takma kafana" demesi yok mu? Sağ olsun, kendisi takmadığı gibi "takma" diyerek bana yol gösterdi. Halbuki ben takmamıştım aslında. Son yaptığım düğünden bu yana dört ayı geçmiş, çağırmadığımı dert edinmiş olmalı ki karşılaştığımızda dile getirdi. Yani suç bastırdı. 

16 Nisan 2018 Pazartesi

Öğretmen Kadar Başınıza Taş Düşsün!

Gün geçmiyor ki yurdun herhangi bir okulunda öğretmenle ilgili bir haber çıkmasın. Önceleri öğrencisini döven öğretmen işlenir, dönüp dönüp tekrar gösterilirdi ekranlarda. Şimdilerde öğretmene atılan dayak, yaralama ve öldürme revaçta. Ekranlarda fazla yer kaplamıyor ve çok tepki de çekmiyor. Haberlerin arasına sıkıştırılıp geçiştiriliyor. "Belki de iyi oldu, bu öğretmenlere haddinin bildirmek gerekiyor" deniyor geri planda. Çünkü çoğumuzun bilinçaltında suçlu öğretmen psikolojisi yatıyor.

Son vukuat Bursa'da bir ilköğretim okulunda polis olan bir veli tarafından okulun müdiresi ve yardımcısı kurşunlara hedef oluyor. Hem de okulda öğrenci varken, koridorda öğrencilerin gözü önünde yapıyor rezilliğini, güya bizi korumakla mükellef bir polis. Emniyet teşkilatının yüz karası dense yeridir. Polislerin genelini tenzih ederim.

Okullar artık herkesin uğrak yeri oldu. Canı sıkılan okula uğrayıp hıncını idareci ve öğretmenden alıyor. En hafifi şiddete maruz kalmak şeklinde cereyan ediyor. Öğretmenler "Şiddete hayır" deseler de, yetkililer tedbir alsın diye serzenişte bulunsalar da eğitimciye yönelik şiddet hız kesmeden devam edeceğe benziyor. Bugün öğretmenler her kesimden şu hikayede geçen tavşanın gördüğü muameleyi görüyor: “Ormanın kralı aslan, günlük içtima yaparmış. İçtima için gelen tavşanı her gün dövermiş; nerede senin kravatın diye. Bu dayak atma  her gün devam edermiş. Aslanın yardımcıları ‘Efendim, hep aynı gerekçe ile dövüyorsunuz. Dövmek için başka bir gerekçe bulsanız artık’ demişler. Aslan, ‘Yarın gelince sigara almaya gönderelim” demiş. ‘Efendim! İyi de sigara yüzünden nasıl döveceksiniz’ dediklerinde aslan, ‘Parayı veririz, sigara al gel diye. Filtreli alırsa niçin filtresiz almadın, der döveriz; filtresiz alır gelirse niçin filtreli almadın der, yine döveriz’ demiş.  Ertesi gün tavşan gelince, ‘Gel buraya! Al şu parayı! Git bir paket sigara al gel bana!’ demiş. Tavşan parayı alıp giderken geriye dönüp ‘Efendim, sigaranız filtreli mi olacak, yoksa filtresiz mi’ deyince aslan yanına çağırmış. ‘Gel lan buraya! Nerede senin kravatın’ diyerek tavşanı yine pat-çat dövmeye başlamış.” (Anadolu’da Bugün gazetesi)

Bugün öğretmenlere uygulanan muamele, dayak ve şiddeti de geçti. Artık ya silahla yaralanıyor veya öldürülüyor. Yaralama ve öldürmeler artarsa bu mesleği icra edenler, “Şiddet yine en iyisiymiş, en azından yaşamaya devam ediyorsun, bari öldürmeyin de  şiddet uygulayın” diyecek. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir şey bu! Veli şiddet uyguluyor, vuruyor, kırıyor, öldürüyor da öğretmeni korumak ve onu güdülemek görevini yerine getirmesi gerekenler ne yapıyor? Bırakın koruyup güdülemeyi. Onların psikolojisinde de suçlu, öğretmendir. Biz toplumun her kesiminde suçlu olarak kabul ettiğimiz öğretmenden sonra verim bekleyelim. Mümkün mü bu? Asla. İtibarı yerlerde sürünen, toplumun her kesiminde ve devletin en tepesine varıncaya kadar vebalı görülen bir kesimin zaten başarılı olması mümkün değildir. Bunun tek faydası oluyor. Öğretmen günah keçisi ilan edilince diğer sorumlular yine kefeni yırttık diyor.

Öğrenciliğimde sınıfı susturmakta zorlanan bazı öğretmenler, “İnşallah! Öğretmen olursunuz” derdi. Sanırım öğretmen olanlar, hocalarının beddualarını almış olmalılar ki bugün kendini ve dertlerini kimseye anlatamadan yaşam mücadelesi veriyorlar. Ne diyelim, öğrencinin yetişmemesinden, toplumda işlenen her suçta boş plak gibi her defasında öğretmeni suçlu görenlere bir bedduada bizden olsun: Öğretmen kadar başınıza taş düşsün.



LGS Sınavının Yapılacağı Tarihe Dikkat! *

Milli Eğitim Bakanlığı 2017-2018 öğretim yılından geçerli olmak üzere liseye geçişlerde yeni bir sınav sistemi uygulayacak. Her ne kadar Bakanlık, bu sene ilk defa uygulanacak olan bu sınav sisteminin kısa adını koymasa da vatandaş LGS (Liseye Geçiş Sistemi) adını verdi bile şimdiden. Ama bu kısaltmadan ziyade yeni sistemin ilk açıklanışında etkili ve yetkili makamın ağzından “nitelikli okullar” ifadesi çıkınca, sonradan geriye almış olsa da insanımız nezdinde okullar: nitelikli okullar ve niteliksiz okullar diye değerlendirilmeye başlandı.

Bakanlık, “Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumlarına İlişkin Merkezî Sınav Başvuru ve Uygulama Kılavuzu” başlığı altında sınavla ilgili kriterlerin belirlendiği ve sınavla öğrenci alacak ortaöğretim kurumlarının tespit edildiği listeyi yayımladı. Yeni sınav sistemine göre öğrencilerin yüzde onu sınavla alınacak, geriye kalanlar ise adrese dayalı olarak muhitindeki bir okula yerleştirilecek. Sistemi eleştirenler var, savunanlar da. Sistemin mükemmel veya aksak olduğu, uygulama imkanı bulduğu zaman ortaya çıkacak. Sınavla öğrenci alacak okullara göz gezdirildiğinde Bakanlığın, İHL ve mesleki ve teknik liselerde kaliteyi yükseltmeyi hedeflediği gözlemlenmektedir. Fakat işin başında okul veya okul türünün seçiminde isabet edildiği veya edilmediği tartışmaları eleştiri konusu yapılmaktadır. Burada niyetim sınav sistemi veya sınavla genel bir değerlendirme yapmak değil. Üzerinde durmak istediğim, sınavın yapılacağı tarihin ramazan ayına denk gelmiş olması.
*
Kılavuz yayımlanıp sınav başvuru ve sınav tarihi netleşince girdiğim bir 8.sınıfta öğrenciler, “Öğretmenim! Siz bize geçen yıl ‘Orucu kimler tutar, hangi hallerde oruç yenir’ konusunu işlemiştiniz. Bizim bu sene gireceğimiz LGS sınavı 2 Haziran’da yapılacak ve o gün oruç. Biz oruç tutalım mı, yoksa niyetlenmeyelim mi? Oruç tutmazsak ne olur, bunun vebali kime ait olur?” şeklinde ardı arkası kesilmeyen sorular sordu bana. Bazıları da “Her ne olursa olsun, ben o gün oruç tutacağım” diyen öğrenciler de oldu. 12-13 yaşında hangi okula gideceğim stresine girmiş öğrencilerden “Orucumuz ne olacak” duyarlılığını görmem beni fazlasıyla mesrur etti. Ardından üzüntü duydum. Çünkü ne yapacaktı bu çocukların içinde oruç tutmak isteyenler? Kendilerine normal şartlarda sınav ile birlikte oruç da tutulur. Buna engel değil. Sizin için hayat memat meselesi ise -ki öyledir- oruçlu iken sınava girer de sınavınız iyi geçmezse “Oruçlu olmasaydım daha iyi yapardım, oruçlu olduğum için etkilendim” diyecekseniz bu durumda kararı kendiniz vereceksiniz, ben size tutun veya tutmayın demem, zamanı gelince DİB, gerekli açıklamayı yapar dedim.

Merak ettiğim sınav tarihini belirlerken Bakanlık, öğrencilerin gösterdiği bu duyarlılığı niçin göstermedi? Haberleri mi yoktu, yoksa bir şey olmaz deyip oruçta sınav yapmayı mı seçti? Ya da başka tarih bulamadı mı? Bu sınavı ramazan başlamadan mayıs ayında iken veya ramazan bittikten sonra haziranın son haftası yapabilirdi. 02 Haziran’da sınav yapmak farz mı, vacip mi? Keşke küçük dimağların duyarlılığını karar vericilerimiz de düşünselerdi. Üstelik eğitim ve öğretimle ilgili yazılarıyla dikkat çeken Sayın Abbas GÜÇLÜ, yeni sistemi bir basın toplantısıyla Bakan duyurur duyurmaz, “Haziranın ilk haftası ramazana denk geliyor” diyerek dikkat çekmişti. Nedense başka tarih bulunamamış olmalı ki sınav tarihi olarak 02 Haziran tespit edilmiş oldu.

Gördüğüm kadarıyla sınavın kaldırılışından, yerine yeni bir sınav sistemi ortaya koymaya; okulların belirlenmesinden, sınav tarihini belirlemeye kadar bir planlama eksikliği var. Keşke bunlar olmasaydı. Doğrusu, geçen sene nisan ayında 2.TEOG sınavının yapıldığı günün akşamında “Çocuklar! Geçmiş olsun, umarım en iyi okullara gidersiniz. Biz bugünden itibaren TEOG adı verilen bu sınavı kaldırıyor, yerine şöyle bir sınav koyuyoruz. Bundan sonra sınava hazırlanacak olanlar bu yeni sisteme tabi olacaklar” şeklinde bir açıklama yapılmış ve ardından yeni sistemin ayrıntılarını kamuoyu ile paylaşılsaydı ve sınavın yapılacağı tarihin belirlenmesinde oruç tutmak isteyen çocukların ‘Oruç tutayım mı/tutmayayım mı”  ikilemi yaşamalarına imkan vermeden uygun bir tarih belirlenseydi daha iyi olurdu. Kimse kusura bakmasın, eğitim ve öğretim uzun soluklu bir süreçtir, plan ve programdır. Ne diyelim hayırlı olsun. 16/04/2018

* 18/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Geçmişten Günümüze Güneysınır ve İkindi Sohbetleri


Geçen gün bir arkadaşımdan "Yaşayan Konya Hafızası, İkindi Sohbetleri" başlıklı bir mesaj aldım. Panelin yapılacağı gün ve saatte Koyunoğlu Müzesine gittim. İlk defa gittiğim Müzenin salonu 80-100 kadar kapasitesi olan bir yer idi. Güzelce dizayn edilmiş salonda boş yer yoktu.



Samimi bir hava içerisinde "Geçmişten Günümüze Güneysınır" anlatıldı. Bildiğimi sandığım, doğup büyüdüğüm yeri, işin uzmanlarından dinleyince küçük ilçemi yeterince tanımadığımı anladım. Güneysınır'ın Yalıhüyük'ten sonra Konya'nın en küçük ilçesi olduğunu; dağların başladığı, ovanın sona erdiği veya dağların bitip ovanın başladığı ve Konya'nın ilk ürününü hasat eden ilçe olduğunu Aziz Bey'in sunumundan öğrendim. Ahmet ÇELİK, küçüklüğünde ayrıldığı ilçesinin yaşayan hafızası olduğunu bir kez daha gösterdi. Bülent ÇEVİK ise, ilçenin folklorik yapısından kısaca bahsetti. İki saat süren program, gelenler tarafından ilgiyle karşılandı, çoğu notlar aldı. Konuşmacılarda konularına hakimiyet, dinleyicilerde de bir heyecan vardı. Geçmişten günümüze Güneysınır ile ilgili saha ve arşiv çalışması yaparak bizlere faydalı bir iki saat geçirmemizi sağlayan Dr Aziz AYVA'ya, Ahmet ÇELİK'e ve Bülent ÇEVİK beylere, gelen misafirlere gösterdiği ilgi-alaka ve tevazuu sahibi görüntüsüyle ortamı bize sağlayan ve orada tanıştığım Müze Müdürü Hasan YAŞAR Bey'e ve toplantının başında yaptığı açılış konuşmasıyla ilçeyle ilgili bilgilendirme yapan Başkan İsmail ÖZCAN Bey'e ayrı ayrı teşekkür etmek isterim. Daha büyük tanıtımlı bir toplantının ilçe merkezinde yakın zaman içerisinde yapılacağını yine Belediye Başkanından işitmiş olduk. Emek sarf edilerek yapılan panelin ilçenin tanıtımına katkıda bulunacağına yürekten inanıyorum.

Benim için ilçem olan Güneysınır ile ilgili olması bakımından bu panel önemliydi. Bu programa gitmeme de zaten bu, sebep oldu. Daha önemli olanı ise adını "İkindi Sohbetleri" koydukları bu etkinliğin birkaç yıldır devam ettiği, her hafta cumartesi günleri saat 16.00'da Konya'nın yaşayan hafızası olmak için değişik tanıtımlar yaptıklarını Müze Müdürünün konuşmasından öğrendim. Güzel bir hizmet gerçekten. Konya Büyükşehir Belediyesini böyle bir etkinliğinden dolayı tebrik ediyorum.

Hafta sonlarını gezip-tozma, alışveriş yapma, kahvehane ve çay ocaklarında muhabbet etmek suretiyle geçiren şehrimizin insanını, işini hallettikten sonra sohbetlerine kaldıkları yerden devam etmeleri için cumartesi günleri Koyunoğlu Müzesine gitmesini hararetle tavsiye ediyorum.





14 Nisan 2018 Cumartesi

Böyle Cezaya Can Kurban! *


Kamuoyunda "28 Şubat Davası" olarak bilinen post modern darbede dahli olanlara yönelik yargılama, beş yıllık bir yargılamadan sonra nihayet sona erdi. Tutuklu sanığın olmadığı yargılamada sanıklara ceza -pardon- bereket yağdı. 21 tanesi müebbet mahkûmiyeti aldı. Hepsi dışarıda olan suçluların tutuklanmasına gerek duymadı adalet mekanizmamız. Yurtdışı yasağı konan bu kişiler, adli kontrol şartıyla müebbet hapis cezası almalarına rağmen elini-kolunu sallayarak aramızda gezmeye devam edecekler. Onlardan istenen tek şey, vereceğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz anlamına gelen, haftada bir en yakın karakola giderek "Ben buradayım" imzası vermek. Gerekçe yaşlı olmaları, kaçma tehlikelerinin bulunmaması. 28 Şubat sürecinde Zatı âlilerinin içeriye attırıp gün yüzü göstermedikleri mazlumlar, hapishanede cezalarını çeke dursun; kendilerine ev hapsi bile yok. Kararın alınmasında sanıkların mahkemedeki iyi halleri de göz önünde bulundurulmuş. 

Mahkemenin millet adına verdiği, müeyyidesi olmayan bu ceza davasının tüm hukuk tarihine hayırlı/ibret olmasını dilemekten başka ne diyebiliriz. Bu kararı gördükten sonra "Hukukun üstünlüğü Endeksi" sıralamasında 113 ülke arasında ülkemizin niye 101.sırada olduğunu daha iyi anladım. Bu son karardan sonra bir dahaki sıralamada ülkemin  113.sırada olmaması için hiçbir engel görünmüyor.

Dindar-mütedeyyin insanların mağdur edildiği, kılık-kıyafetinden dolayı okullarda okuyamadığı, çalışanların görevlerine son verildiği, vatandaşın fişlendiği, katsayı uygulamasından dolayı binlerce başarılı gencin hayallerinin yıkıldığı ve önlerinin kesildiği, ülkenin meşru hükümetinin yerin dibine geçirildiği…bir sürecin ardından dönemin aktörlerine verilen ceza, olsa olsa bu kadar olur. Bir defa gecikmiş adalet zaten adalet olmaz, kamu vicdanının beklentilerine cevap veremeyen bu karar asla adalet olmaz. Bir dava beş yıl sürer mi? Sonra 28 Şubat sürecini bu ülkeye yaşatanlar sadece 21 kişi mi? Nerede bunun siyasi ayağı, süreci finanse eden iş adamları, gazete ve televizyonlarda tetikçilik yapan gazeteciler, kendilerini STK olarak lanse eden darbe sever beşli çete? Darbe çığırtkanlığı yapan rektörler, Genel Kurmay'a brifing almaya giden ve askeri ayakta dakikalarca alkışlayan yargı mensupları bu davanın içinde niçin yoklar?

Mahkememiz sanıklara hazırladığı iddianameyi okusa ve hakkınızda iddia edilen cürümü işlediğiniz tespit edilmiş olup "Haydi kendi cezanızı kendiniz verin, vereceğiniz cezaya mahkememiz müdahale etmeyecek, kendi göbeğinizi kendiniz kesin" dese sanıklar, az veya çok kendileri için bir hapis cezası keserdi. Gerçi mahkemenin hakkını yemeyelim. Bu yargılamanın tek elle tutulur tarafı, "Bin yıl devam edecek" denen sürecin mahkûm edilmesidir. Anormal yanı ise, aktörlere ceza verilmemesidir. Eğer mahkemelerimiz bana da bir garanti verirlerse ben de suç işlemek isterim. İşlediğim suç hakkında on yıllar sonra dava açılsın, davamda tutuksuz yargılanayım, davam beş yıl sürsün, ihtiyarlayınca bana müebbet verilsin, ama yaş ve sağlık durumumdan ve mahkemedeki iyi halimden dolayı "Adli kontrol şartı" ile elimi-kolumu sallayarak çıkıp gitmek isterim.

Yapmayın, etmeyin. Ne olur tuzu kokutmayın. Bu ülkede yapanın yanına hiçbir şey kar kalmasın. Olayın müsebbiplerine ceza veremeyecekseniz bu işe hiç kalkışmayın, milleti "Adalet yerini bulacak" diye heveslendirmeyin. Bu ülkenin başbakanlık yapmış en beyefendi, en kibar insanına -hasta ve yaşına rağmen- o süreçte ev hapsi verilmiş ve cezasını evinde çekmişse siz bu sürecin mimarlarına ev hapsi de mi veremezdiniz? Lütfen böyle ucube karar verecekseniz bundan sonra "Yüce Türk milleti adına" ceza vermeyin. Kendi adınıza karar verin.

* 16/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Suçlusun Osmanlı!

Sen altı yüz sene üç kıtada at koştur, dünyaya hüküm sür, hiçbir ülkeyi sömürme, iç işlerinde serbest bırak, kendi dilini ve kültürünü dayatma; sonra kendini yenileyip geliştirme ve yenileme, ayakta tutunmak için Bizans oyunlarına başvurma. Ardından hakimiyetinin altındaki bütün topraklardan "Pardon, benden bu kadar" deyip çekil git.

İş mi senin yaptığın? Gittin de ne oldu? Metre ile ölçerek paylaştılar senin bıraktığın yerleri. Güdülecek ve sömürülecek küçük küçük devletler kurdular. Her sözde devletin başına da kuklaları birer vali koydular. Bugün gelinen nokta, çekip gittiğin hiçbir yerde ne huzur var, ne sükun, ne de devlet. Hepsi Batı'nın, ABD'nin ve Rusya'nın kuklası dense yanlış olmaz. Çünkü onları oraya getiren güç böyle istemişti. Kimi akılsızlığının, kimi ihanetinin, kimi iş bilmezliğinin, kimi iktidarda kalma hırsının bedelini halkına ödetiyor bugün. Bir gün "Ben sıkıldım, şımardım, kendimi geliştiremiyorum" diyecektin, hiç olmazsa çekip gitmeden/ayağın kaydırılmadan önce ora halkına devlet olmayı, sömürülere ve işgallere karşı kendi kendilerini korumayı öğretseydin... 

Dünyadan el-etek çektikten sonra boşalttığın yerleri dolduran işgalciler ne yaptı? Akbabalar gibi üşüştü İslam dünyasının başına. Önce kendi dil ve kültürlerini dikte ettiler. Bugün İngiliz'in, Fransız'ın, Alman'ın, ABD'nin Rus'un girdiği her yerde halk, çatır çatır kendilerini sömüren efendilerinin dilini konuşuyor. Dilini ve kültürünü kaybeden bir halk ardından yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürtür. Efendileri çekip gitse de ayakları üzerine duramaz. Varlık sebebi saydıkları efendisi için çalışır. Bugün de olan bu. Kendi benliğini kaybedenlerden de başkası beklenmez zaten. Keşke asırlarca yönettiğin ülkelerden çekip gitmeden önce onları kendi haline bırakmadan kendi dilini öğretseydin. Çünkü millet olma, devlet kurma ve yönetmeden aciz insanları kendi haline bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya kaçar misali akbabaların kucağına düşer. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Bugün de olan bu.

Madem gidecektin, mağdur milletlerin hamiliğini bırakacaktın hiç olmazsa güvenilir bir hamiye teslim etseydin. Maalesef bunu da yapmadın ve "Ne haliniz varsa çekin" deyip tarih sahnesinden çekilip gittin. Düşene tekne vurulmaz bizde. Ama suçlusun. Çünkü senin dün yapmadıklarının ceremesini bugün İslam dünyası hala çekiyor. Madem oyunu kuralına göre oynamayacaktın, kurtlar sofrasında tutunamayacaktın o halde niçin ilayı kelimetullah diye çıktın ortaya. Yazık değil mi kendi kendini güdemez insanları kendi haline bırakmak. Kendini yaktın, fethettiğin yerleri de. 

Bıraktığın yerlerin yüzü gülmedi hiç ne dün, ne de bugün. Yarın da güleceğe benzemiyor. Belki de dünyanın sonunu getirecek buralardaki paylaşım. Ne yaptın, giderken? "Siz benim kıymetimi bilemediniz, beni anlamadınız, dünya durdukça buralar huzur bulmasın" diye beddua mı ettin? Senin "hasta" haline bile dünya o kadar muhtaç ki! Çünkü denge unsuruydun. Sen hala olsaydın bu diyarlar bu derece peşkeş çekilmezdi. 

Hasılı suçlusun: Suçunu, emaneti hoyratça kullanan hanedanın çektiği gibi bugün biz, İslam dünyası ve herkes çekiyor. İyi yapmadın Osmanlı! Heyhat ki heyhat! Allah senin hayrını versin...14.04.2018