13 Nisan 2018 Cuma

Deizm ve Yaşantımız **

Son günlerde Suriye savaşı ve ekonomideki dalgalanma kadar olmasa da konuşulan bir başka konumuz daha var: Deizm. Tanrı dışında kitap, peygamber gibi dinin diğer kutsallarını kabul etmeme şeklinde anlayabiliriz. 

Gençlik deizme kayıyor tartışmaları üzerine DİB Başkanı Ali Erbaş, "Konunun abartıldığını, gençliğin böyle sapık görüşlere itibar etmeyeceğini, bir algı oluşturulmaya çalışıldığını, aynı zamanda peygamberi inkar eden bu görüşe milletimizden hiç kimsenin asla prim vermeyeceğini..." açıklamış. Sayın Erbaş'ın deizmle ilgili tartışmalar üzerine açıklama yapması yerinde bir tasarruf. Fakat konuşmasında hamaset kokuyor. Başkandan; gençliğin deizme kayması hususunun incelenmesi için bir araştırma yaptıracağı, boyutunu öğrendikten sonra gençliği bu uçurumdan nasıl kurtaracaklarının çalışmasını yapacağı...şeklinde bir açıklama yapmasını beklerdim. Ama maalesef geçiştirdiğini gördüm.

Gençliğin ne kadarının deizme kaydığını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Deistler gibi yaşıyoruz. Üstelik sadece gençler değil; toplumun her kesiminde, her yaş grubunda deizmin izlerini görebiliyorum. Uygulaması, yaşantısı ve sorumluluğu olmayan bir dini hayatımız var bugün. Belki deistler gibi sadece Allah'a değil; peygamberine, kitabına, meleklerine, ahiret gününe inanıyoruz. Ama sadece inanıyoruz. Ötesi yok çoğumuzda. Uygulamaları askıya alınmış, protestanlaşmış bir din yani. 

Abarttığımı düşünebilirsiniz. Müslümanlık adına hangi yönümüze bakarsak elimizde kalır. Yalan dersen var bizde, sahtekarlığımız diz boyu, adam kayırmacılığın alası var. Rüşvet, adaletsizlik, hırsızlık, çekememezlik, gıybet, adam öldürme, kamusal alanı kirletme, işimizden kaytarma, eşimizi aldatma, taciz, istismar, ensest ilişki, şiddet...neler yok ki! Fazlasıyla hepsi var. Teşbihte hata olmasın, Hıristiyanların, dinlerini sadece pazar ayinlerine hapsettiği gibi biz de cuma ve bayramlara gidiyoruz. Çoğumuz namaz kılmıyor, camiye gitmiyor, oruç tutmuyoruz. Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik gibi ahlaki ilkeler yanımıza yaklaşamaz. 

Gençliğimde izlediğim "Danimarkalı Kadın" filmindeki başrol oyuncusunun yaşantısı gibi bir yaşantımız var. Filmde, Danimarka'da gurbetçi bir erkeğin Danimarkalı bir kadınla evliliği ve yaşantısı konu ediliyor. Erkek, evleneceği Danimarkalı kadına “Müslüman olma” şartını koşuyor. Gelin Müslüman oluyor ve öğrendiği kadarıyla İslam'ı yaşamaya çalışıyor. Kendisine Müslüman olma şartını koşan kocasının yaşantısını görünce, "Senin yaşantın ile Danimarka'da yaşayan Hıristiyanların arasında ben bir fark göremedim." şeklinde bir eleştiri getiriyor filmde kocasına.

İçimizde sayısı az olsa da İslam dinini layıkıyla yaşayanlarımız var, onları tenzih ediyorum. Kimse kusura bakmasın, durumumuz maalesef diğer din müntesiplerinin yaşantılarından farklı değil. Hatta daha kötü durumdayız. İçimizde deist sayısı çok olsa da, az olsa da, ya da hiç deist olmasa da biz yaşantı yönünden deistiz. Bugüne kadar böyle bir tespit yapıldı mı bilmiyorum ama ben hali pürmelâlimizi böyle görüyorum. Allah beterinden saklasın, dini güzel bir şekilde yaşayan kullarından eylesin. 

** 14/10/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

12 Nisan 2018 Perşembe

Dünya Bir Deliye Emanet! ***

Dünya bir deliye kaldı. Ama deli olduğunu bilmiyor. Kimse de deli olduğunu söyleyemiyor. Çünkü dengesiz biri var karşılarında. Ne yapacağı belli değil. Bir dediği, diğerini tutmuyor. Bir devlet adamı ciddiyeti yok; çünkü serbest büyümüş, serbest çalışmış. Paraya para dememiş. “Para ve kaba kuvvet herkesi yola getirir, her kapıyı açar” diye düşünüyor.

Devlet adamı desem, değil; haddini bilen biri desem, değil; bir ülke yönetiyor desem, değil; bir insan evladı desem; değil. İnsan görünümlü bir azman sanki! İnsanlar mikrofon uzattıkça sevinçten dört köşe oluyor, yemi fazla gelen bir canlı misali sağa-sola saldırıyor/sataşıyor. Hep kazanmaya alışmış ülkesi kaybetmeye başlayınca çıldırıyor. Ülkesinin Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmayacağını anlayınca dünyayı ateşe vermeye kalktı. Yarım saat öncesi konuştuğu diğerini tutmuyor. Önce savaş tamtamcılığı yapıyor, ardından geri adım atıyor. Ardından tehlike var diye BM’yi toplantıya çağırıyor. Dünyayı kutuplaştırıyor. Herkes bakalım ne yumurtlayacak diye nefesini tutmuş bekliyor.

İşin garibi ülkesi seçti bunu. Seçip başlarına getirdi. Şimdi, ne yapacağız bunu deyip düşünüyorlar. Daha çok düşünürler! Çünkü herkes layığını getirir başına ve layığıyla yönetilir.  Ülkesi, “Dünyayı şu ana kadar akıllı geçinenler yönetti, getirdikleri nokta belli. Bir de deli getirelim, o ne diyecek bakalım,” dedi sanırım. O da, “Siz misiniz beni seçen, görün o zaman gününüzü. Bu daha iyi günleriniz” dercesine kollarını sıvadı. Kendi şirketini yönettiği gibi dünyaya ayar vermeye başladı. Herkesin sinirine ve damarına basıyor.

Kiminle görüşse, nereye gitse; oturuşu, kalkışı, bakışı, tavrı, görüntüsü bir olaydır; her yönü haber oluyor. Haber oldukça galeyana gelip zevkten dört köşe oluyor: “Beni izlemeye devam edin, sakın ola ki görmezden gelmeyin. Yoksa neler yaparım neler! Aklıma bile getirmek istemiyorum,” diyor.

Dünya patolojik bir vaka ile karşı karşıya. Çünkü dünya bir deliye emanet! Ama kimse kendisine hasta olduğunu, tedavi olması gerektiğini söyleyemiyor. Astığı astık, kestiği kestik. Çünkü deli, ne yapsa yeridir. Geldiği andan itibaren yediği herze yetmediği gibi hala sağa-sola saldırıp duruyor. Aklı sıra dünyayı yola getirecek.

Dünya bilsin ki bu deli, bu dünyaya kan ve gözyaşından başka bir şey vermez. Hiçbir işe yaramayan, niçin varım diye kendini sorgulamayan BM, nafile toplantıları bir tarafa bıraksın. Eğer bir varlık ifade ediyorsa bu delinin başında olduğu ülkenin güdümünden kurtulsun, onun dümen suyuna girmesin ve bundan sonra yapacağı ilk toplantıda “Bu dünya, bir delinin eline bırakılmayacak kadar önemlidir ve içinde yaşayan insanlar da değerlidir” kararı alıp bu delinin ipini çekmelidir.

Bir deliyi başlarına getirerek dünyanın başına bela eden ülkesinin seçmenleri de “Bu deli, dünyayı yola getireceğim derken bizim de sonumuzu getirecek, çünkü dünya kanın içinde boğulurken bizim yaşamamız mümkün değil, olduğundan fazla rezil olduk. Hatamızı kendimiz telafi edelim” diye düşünmeli ve bu deliyi derdest edip kimsenin görmediği, kimsenin giremediği layık olduğu bir yere tıkıp geri kalan ömrünü orada tamamlamasını sağlamalı. Zaten başka da yapacakları bir şey görünmüyor. İşin garibi getirdiği adamlarının dediği de birbirini tutmuyor. Sanki eyalet yönetir gibi işgal ettikleri makamı yönetiyorlar. Hepsi birbirinden bağımsız ve özerk! Deli bir tane değil yani.

Tez elden Allah dünyayı bu deliden ve yandaşlarından kurtarsın. Eğer başta durursa dünyanın çekeceği var…Barbaros ULU

*** 17/04/2018 tarihinde Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Veli Değil, Zırdeli!


Bizim güvenliğimizden sorumlu bir polis, çocuğunun sınıf değişikliğinden dolayı okula gelerek okul koridorunda, küçücük çocukların gözü önünde idarecilere kurşun yağdırmış. Adam veli değil, zırdeli! 
*
Canı sıkılan hıncını okullardan alıyor. Kimi dayak atıyor, kimi yaralıyor, kimi de öldürüyor. Elinizden geleni ardınıza koymayın. Vurup öldürdüğünüz geleceğimizdir. 
*
Boşuna demiyormuş rehber öğretmenlerimiz: " Problem çocuk yoktur, anne-baba vardır" diye.
*
Gördüğümüz bu menfur olay ne ilk, ne de son. Arkası gelecektir. Öğretmeni eğitimin önündeki en büyük problem görenlerin bir eseridir bu görüntü. Eserleriyle ne kadar gurur duysalar azdır.
*
Eğitimde yeni bir sisteme geçilse iyi olacak. Çocuğuna toz kondurmayan, burnundan kıl aldırmayan bu tipler, çocuklarını eğitim ve öğretimden anlamayan öğretmenlere verme yerine evlerinde tutup turşularını kursalar iyi olacak.

11 Nisan 2018 Çarşamba

Müsteşar mı Büyük yoksa Bakan mı?


Bir zamanlar bir okul müdürü kafasında çözemediği bir sorunu gündeme getirmişti: Okul müdürü mü büyük yoksa okul aile birliği başkanı mı diye. Cevap vermedim ama günün yorgunluğunun ardından stres atmama sebep oldu. Epey bir güldükten sonra eğitimin tüm sorunlarını çözdün de birlik başkanının statüsü mü kaldı dedim. Zaman zaman da sorunu çözdün mü, sen mi büyüksün yoksa birlik başkanın mı diye takıldım durdum. Ben güldükçe o da gevrek gevrek gülerdi.

Her zaman başkası soru soracak değil ya. Bir soru da ben sorayım size: Bakan mı büyük yoksa bakana yardımcı olarak görevlendirilen, yaptığı işlerden dolayı bakana karşı sorumlu olan bakanın emrindeki müsteşar mı? Hemen "Okumuşsun ama boşuna! Bu da sorulur mu? Elbette bakan daha büyük" diyeceksiniz. Normal de okul müdürü mü yoksa birliğin başkanı mı büyük diyen arkadaşa güldüğüm gibi bana da bakan-müsteşar statüsü sorulsa gülerdim. Ama benim penceremden bakarsanız sormakta haklı olduğumu göreceksiniz. 

Tanıdığım bir müsteşar var, eskittiği bakan sayısını unuttum. Gelen bakan her fani gibi gitti, o yerinde sanki bir demirbaş gibi kaldı. Hala da kalmaya devam ediyor. Tam hız çalışıyor, gidecek gibi durmuyor. Verdiği görüntü, siyasi iktidar gitse de ben buradayım der gibi. Tıpkı tanıdığım şef gibi. Kaç iktidar döneminde nice müdürle çalıştığını ancak kendisi bilir. Gelen, bayrağı sonrakine devretmiş, o hep yerini korumuştur. Saçı-başı ağarsa da hala çalışmaya devam ediyor. Müsteşarımızın bir kopyası sanki.

Nasıl biridir, donanımı nasıldır bilmem. Belki de işinin ehli, ahlakı düzgün biridir. Yakışıklı bir görüntüsü var. Pek güldüğüne rastlamadım. Müsteşarlığını yaptığı bakanlık toplum nezdinde her geçen gün geriye gitmesine rağmen o hep yerinde kaldığına göre sanırım başarısızlıkta kendisinin payı yok diye düşünülüyor. Hitap ettiği camiasına karşı acımasız kararlara imza atmasıyla ve bağlı olduğu bakanın Meclis’te yaptığı konuşmayı nakzeden açıklaması ile ünlüdür. Çünkü hep kendisinin dediği oldu, oluyor. Gelen bakanlar görüntüden ve protokol takılmaktan ibaret. Çalışanları tepki gösterse de o, doğru bildiği yoldan bir adım sapmıyor. Görüntü, çalışanlarının kendisini, kendisinin de çalışanlarını sevmediği yönünde. Kendisi iyi olabilir, hatta ülke kendisini anlamamış, kararları anlaşılamamış olabilir. Fakat yanlış anlamayı giderecek bir adımı da yok. Çıkıp kolay kolay konuşmuyor. Sanki eğer bir kişi beni anlarsa veya bir kişi beni severse kendimden şüphe ederim der gibi burnunun dikine gidiyor.

Seçime giden hiçbir iktidar çalışanları veya seçmenleri etkileyecek, onları mağdur edecek, yanlış anlaşılmaya sebebiyet verecek radikal kararlar almaz. Fakat müsteşarı olduğu yerde seçim öncesiymiş, tepki çeker, oy kaybına uğrarız diye bir derdi bugüne kadar hiç olmadı. Beni buraya getirdiniz, ben burada isteyerek durmuyorum, o zaman görürsünüz der gibi tepki çeken icraatlarına devam ediyor. Ya da başkasına hizmet ediyor veya danışmanları kendisini doğru yoldayız diye yanıltıyor.

Sebebini bilmediğimiz yönleri çok. Her ne yapıyorsa tepki çeken eylemlerine rağmen bulunduğu yerde yerini sağlamlaştırarak yoluna devam ediyor. Bu hareketler devam ettiği müddetçe çalıştığı camiasına olumlu katkı yapması mümkün değil. Şimdi tekrar soruyorum: Bu müsteşar mı büyük, yoksa bakan mı? Cevap sizin. Takdir de. 11/04/2018




10 Nisan 2018 Salı

Ekonomimiz Böyle Giderse…***

Felaket tellalı değilim ama ekonomimiz iyiye gitmiyor. Freni patlamış kamyon gibi nerede duracağı belli olmadan tam gaz gidiyor. Kamyon giderken de sağa-sola vurarak gidiyor. Her vurduğu yerde onulmaz yaralar açıyor. Ülkenin başbakanı, “geçici dalgalanma” dese de hiç geçeceğe benzemiyor. Alınan ekonomik tedbirler sadra şifa olmadığı gibi dar gelirlinin bütçesine zam, pardon fiyat ayarlaması olarak geri dönüyor. Dolar 4,  avro 5 lirayı geçmiş, altın fırlamış, faizler yükselmiş, her biri değerine değer katarken bir zamanlar altı sıfır attığımız paramız yine eskisi gibi pul olmaya doğru gidiyor.

Adına serbest piyasa dedikleri, Batı’nın vahşi kapitalizminin bize dayattığı -Osman Altuğ’un deyimiyle- faiz, borsa ve dövizden ibaret üçkâğıt veya üçkâğıtçı ekonomisi, alın teriyle yaşayan vatandaşın yüzünü hiç güldürmedi. Hele bir de ekonomin üretime değil de, sıcak paraya dayalı ise yat ağla, kalk ağla artık. Gelen vurur, giden vurur. Altında kalmazsak bize de kaldırmamız için enkazı kalır.

Ekonomide yine eski bildik senaryolar oynanıyor.  Para musluğunun başında olanlar her zaman olduğu gibi yine bir şeylerin peşinde. Çünkü onların dinleri-imanları paradır. Taptıkları  paraya ulaşmak için her yolu denerler. Kan akması gerekiyorsa gözlerini kırpmadan akıtırlar. Senaryoyu onlar yazıyor, bizler de figüran olarak oyunda rol almaya devam ediyoruz. Sonunda yine onlar kazanacak, paraya para demeyecek; biz ise dişimizden tırnağımızdan artırdığımız üç-beş kuruşu yine onların dişlerinin kovuğuna koyacağız. Alım gücümüz azalacak. Fakirdik zaten, daha da fakirleşeceğiz.

Bize 15 Temmuz’u reva görenler her ne kadar emellerine ulaşamasalar da pes etmiş değiller. Dün canımızı almak için üzerimize bomba yağdıranlar bunda başarılı olamayınca para kozunu piyasaya sürdüler. Verilen karar; Türkiye, ekonomi yönünden batırılacak, burnu sürtülecek, yeniden başına ip geçirilip diledikleri yere çekecekler. Durum bu iken biz ne yapıyoruz? Ardı arkasına alınan pansuman tedbirleri uygulamaya koyuyoruz. Fakat dikiş tutmuyor. Sıcak paraya dayalı kırılgan ekonomimiz kırılmaya devam ediyor. Her bir kırık bir yerimizi acıtıyor. İşin garibi bu gidişe neşter vurması gereken etkili ve yetkili kişilerimiz seyrediyor. Doların, avronun ve faizin yeter kazandığımız; millete vurduk, öldürmeyelim, ileride tekrar vururuz, diyerek insafa gelmesini mi bekliyorlar? Eğer böyle bir düşünceleri varsa makyavelist görüşün içine belenmiş kişilerin böyle bir insafı olmaz. Acımak, onların felsefesine aykırıdır. Etkili ve yetkili makamdakiler ne yapacaklarını bilemez bir acizlik içerisinde herkes gibi beklemeyi, piyasanın kendiliğinden durulmasını bekliyorlarsa daha çok beklerler.

Sorumlularımız bilsinler ki ekonomi beklemeye gelmez, şakası bile olmaz. Millet şimdilik fiyatlar yükselse de zaruri ihtiyacını kıt-kanaat gideriyor. Tedbir alınmaz esnaf kepenk kapatır, sanayici iflas bayrağını çeker, işten çıkarılmalar artarsa ortaya çıkan bu kriz, herkesi etkiler. Faturası da çözüm üretmeyen/üretemeyen siyasi iktidara çıkar. Bugüne kadar vatandaşın cebine dokunan hiçbir hükümet iktidarda kalamamıştır. Vatandaş, isyanını sandıkta gösterir ve barajın altında bırakır. Ülkenin yeniden hükümet krizlerine tahammülü yoktur. Sorumlularımızın ne yapıp ne edip önce ekonominin ateşini söndürecek ve sıcak paranın çıkışını engelleyecek tedbirleri devreye koymalı. Kalıcı tedbir olarak üretime dayalı bir ekonominin temellerini atmalıdır. Kamuda tasarruf tedbirleri uygulamalıdır. Gezmeye, dolaşmaya, eğlenceye bir sekte vurmalıdır. İsraf ekonomisine bir dur demelidir. Eldeki geliri zaruri ihtiyaçlara kullanacak şekilde planlama yapmalıdır. Yoksa ceremesini kendileri çektiği gibi bu millet de çeker. 10/04/2018

*** 12/04/2018 tarihinde Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Nisan 2018 Pazartesi

Ağzımızın Tadı Kaçmasın! *


Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren ekonomide serbest piyasa özendirilmiş ve teşvik edilmiştir. Müteşebbisler cesaret edemeyince devletçilik ilkesi gereği devlet ekonomiye el atmış, ülkenin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yapmış, vatandaşına kamu sektöründe iş verirken aynı zamanda satış yapmak suretiyle bütçeye getirisi olmuş ve halkın temel ihtiyaçlarını gidermede öncü rol üstlenmiştir. Devlet en büyük işveren, en büyük patron oldu.

Özal’ın başbakan olmasıyla birlikte özelleştirme Türkiye’nin gündemine girmeye başladı. İlk hukuki düzenlemesi de 2983 sayılı Kanun ile getirilmiştir. Daha sonra belli aralıklarla başka yasal mevzuat da çıkarılmıştır. Devletin işlettiği KİT’ler, müesseseler, bağlı ortaklıklar satılacaktı. Satılırdı-satılmazdı tartışması uzun yıllar devam etti bu ülkede. İktidardaki partiler satmaya kalktı, ana muhalefettekiler ise satışı durdurmak ve iptal ettirmek için yargıya müracaat etti. Hatta satışı yapılan bazı KİT’ler mahkeme kararıyla durduruldu. Doğru ya da yanlış mahkemeler özelleştirmeyi geciktirdi. Bu gecikme bir zamana kadar oldu. Sonunda mahkemelerimiz pes etti. Zaten özelleştirmeye fren görevini daha fazla yapabilmesi mümkün değildi. Çünkü dünya özelleştirmeye doğru gidiyordu. Zamanında satılamayan KİT’ler daha sonra ederinden daha aşağıya satılmak zorunda kaldı. Başa geçen iktidarlar sırası geleni, gözüne kestirdiği KİT’i sattı. Gerekçe hepimizce malum: Zarar eden KİT’ler satılıyor.

Devlete ait olan müesseseler özelleştirilmeli mi/özelleştirilmemeli mi? Özelleştirmeye karşısınız veya değilsiniz.  Baktığınız pencereye, durduğunuz yere göre değişir. Ben özelleştirmeye hem karşıyım, hem de satılmasından yanayım. Ne şiş yansın ne de kebap değil niyetim. Kendini çağın teknolojisi ile revize edememiş, siyasilerin arpalığı haline gelmiş, normalinden fazla işçi ile şişirilmiş, işçisinin parasını ödeyemeyecek hale gelmiş, aldığı işçiyi gereğince çalıştıramamış, devletin sırtında bir kambur olmaya başlamış KİT’leri görünce “Satılsın, devletin elinde hiçbiri kalmasın” diyorum. Değerinden daha düşük fiyata giden müesseselerin ve stratejik öneme haiz KİT’ler özelleştirilince “Bunlar satılmamalıydı, devlet ne yapıp ne edip elinde tutmalıydı, üretimi artıracak ve kara geçirecek yol ve yöntemler bulmalıydı” diyorum. Gerçekten elektrik, telekomünikasyon gibi müesseselerin satılmaması gerekiyordu. Maalesef belirli periyotlarla gelen ekonomik krizler, dış borçlar, cari açıklar istemesek de satılmalarını zorunlu kıldı. Çünkü ekonomik darboğazdan kurtulmak ve ekonomiye nefes aldırmak için elde olanı satmaktan başka çare bırakılmadı. Satılan KİT’lerin satılma gerekçesi olarak hep “zarar ediyor” dendi. Gerçekten zarar ediyor muydu? Yoksa özellikle satılsın diye zarar mı ettirildi bilmiyorum. Uzaktan gözlemlediğime göre devletin çalıştırdığı KİT’lerin zarar etmemesi mümkün değil. Siyasilerimiz sayesinde normalinden fazla alınan işçi, torpilli işçilerin sırtını terletmemesi, üretmemesi, fabrikaların yeni teknoloji ile kendini yenileyememesi, iyi yönetilmemesi, özellikle zarar ettirilmesi gibi gerekçeler sayılabilir. Bizim çok işçiyle işletemediğimiz KİT’leri, özelleştirme yoluyla alanlar daha az işçiye daha az maaş vermek suretiyle kısa zamanda kara geçiriyor. İşin bu yönünü de iyi düşünmek lazım. KİT’leri arpalık olarak gören ve zamanında “yakınımdır, alınacak” diyen siyasilere ve alınan işçiyi çalıştıramayan/çalışmayanı kapının önüne koyamayan yönetici ve siyasilere duyurulur. Unutmayın ki at, sahibine göre kişner.


Şimdilerde şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündemde. Görünen, bunlar da satılacak. Yavaş yavaş satılmaya başlandı zaten. Umarım ederinden daha yüksek fiyatlara ve yerli müteşebbislere satılır. Geçmişte bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalar herkesin kulağına küpe olur. Özelleştirme dolayısıyla şeker fabrikalarının mevcut çalışanları, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilecek. Bu yol ile kamuda istihdam edilen çalışanların çoğu gittikleri yerde yüz güldürmedi. Çünkü farklı bir çalışma/çalışmama anlayışları var. Umarım yeni özelleştirmeden gelenler görev yapacakları kurumlarda görevlerini layıkıyla yerine getirirler. 09/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 14/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Can'ımızdı Bizim

Lise 1.sınıftayız. Bir gün müdür yardımcısı; odasına sınıftan, içlerinde benim de olduğum on kadar kişiyi çağırdı. "Söyleyin bakayım, hanginiz sildi. Bunu yapan içinizden biri" dedi. Ne silmesi, neyi silmişiz, dediğimizde "Yoklama defterindeki devamsızlığınızı silmişsiniz. Üstelik işin ilginci hepinizinki aynı günün devamsızlığı. Silen bilinçli silmiş, diğer günlerin devamsızlığına dokunmamış. (Ekim ayı içinde bir tarihti, tarihi söylemişti ama unuttum.) Aynı gün okuldan kaçmışsınız. Eğer yapan ortaya çıkmaz, sileni söylemezseniz hepinizi tek tek döveceğim" dedi. Hocam biz yapmadık, dedikse de inanmadı bize. Hepimiz boynumuzu büktük, yiyeceğimiz dayağı beklemeye koyulduk. 

Sıradan vurmaya başladı. Dayak dedimse tokat vuruyordu: Osmanlı tokadı yani. Acır gibi yapsa da yıldızları saydırıyordu vurduğuna. Vururken de zarar vermesin diye teknik vuruyordu, sakin bir şekilde. Sırası gelen pozisyon almadan rastgele vurmuyordu. Tam sıra bana yaklaşırken odasının kapısı açıldı. Gelen matematik öğretmeni idi. Öğleden sonra dersinden bizi sınav yapacaktı. Fonksiyonlar konusu idi sorumlu olduğumuz kısım. Pek de bir şey anlamadığımız bu konuyu sınav öncesi bize öğle arasında konu tekrarı yapacaktı . Bizi sınıfta göremeyince, yardımcının odasında olduğumuzu öğrenince bizi almaya gelmiş. "Hocam, işiniz mi vardı, ben bu öğrencilerime ders anlatacaktım" dedi Zerrin öğretmen. (Bu günden geriye bakınca idealist bir öğretmenmiş, kaç kişi öğle arasını feda ederek öğrencilerine ders işler. Kendisini minnetle anıyorum buradan.) Öğretmenin bu talebinden sonra tokat yemeyen gerimize, "Geçin bakalım eşek herifler sınıfınıza! Geri kalanınızı sınavdan sonra döveceğim, haksızlık olmasın...Geliyorlar hocahanım" dedi. Dayaktan kurtulmanın sevinciyle öğretmenle birlikte sınıfa geçtik. Daha bir zevkli ders dinledik. İstersen dinleme. Sınav vardı zaten.

Sınavdan sonra müdür yardımcımız sınıfa geldi. Yine her zamanki gibi ciddiydi. Şimdi sıra geldi matematik şamarından sonra gerçek dayak yemeye, demeye kalmadan konuşmaya başladı. Yüzünde biraz tebessüm belirdi. Hayrola dedim kendi kendime. "Çocuklar kusura bakmayın, yoklama defterindeki devamsızlığı ben silmişim, siz o gün tek ders sınavına girmişsiniz. Ben sizi yok yazdıktan sonra tek ders sınavına girdiğiniz yazısı gelince silmiştim" dedi. Derin bir oh çektik. Kızmadık da kendisine. Ailemize söyleyip bizi haksız yere döveni şikayet edelim diye düşünmedik. Ki ailemize söylesek "Hoca değil mi sever de, döver de" deyip bir tokat da onlar vururdu. "Benim hatam" diyene ne denirdi sonra. Üstelik bizi odasına çağırıp tenha bir yerde gönlümüzü alma yoluna gidebilirken 45 kişilik sınıfa gelerek hem hatasını itiraf etti, hem de kusura bakmayın dedi. Kaç kişi yapardı bunu? 

82-83 öğretim yılında başımdan geçen bu olay aklıma geldi. Aklıma getiren de yoklama defterini sildiğimiz iddiasıyla bizi dövmek için odasına alan müdür yardımcımız Şemsettin CAN idi. Bugün onun vefatını öğrendim. Duyar duymaz "Allah rahmet eylesin, mekanını cennet eylesin" dedim. Acı haberi işitir işitmez sınıf arkadaşlarımla paylaştım. Hepsinin ağzından dökülen benim temennimden başkası değildi. Saf, temiz berrak bir Anadolu çocuğuydu. Dövse de hiçbirimiz ona kırgın değildik. Samimiyet dendi mi o akla gelirdi. Rol yapmayı sevmez, ne ise o idi. 

Konuşmasını taklit ederdim ardından. Arkadaşlarım da gülerdi. Konuşacağı zaman  beş parmağını diklemesine uzatır: "Eşek herif...bak...Şimdi şöyle..." derdi. Biz gülsek de o, ciddiyetinden ve söyleyeceğinden ödün vermezdi. Bize eşek herif dedi, hakaret etti demezdik. Kıyameti koparmaz, Alo 147, Bilgi Edinme nedir bilmez, ailecek okulu basmazdık. Ağız alışkanlığı idi onun ağzından dökülen. Neyse o idi. 

Orta üçüncü sınıfta sınıf başkanlığı yaparken bir gün sınıf defterini vermek için odasına gittiğimde "Hocam ben sınıf başkanlığını bırakıyorum" dedim. Niçin dedi. Zaten gönüllü olarak yapmıyorum bu görevi. Üstelik siz beni almak zorundasınız. Müdür bey size, 'Bunu başkanlıktan alacaksınız' dedi dedim. "Oğlum, boş ver müdürü sen. Ara sıra kahvehaneye ben de gidiyorum. O gün seni, müdür: döv, dediği için dövdüm, kusura bakma, sen başkanlığa devam et dedi ve yine gönlümü almıştı. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/dayakla-yogrulmus-bir-nesiliz-biz.html)

Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun. Biz ondan razıydık, Rabbim de razı olsun. Öğrencilerinin başı sağ olsun. 09.04.2018, Ramazan Yüce, Konya