10 Nisan 2018 Salı

Ekonomimiz Böyle Giderse…***

Felaket tellalı değilim ama ekonomimiz iyiye gitmiyor. Freni patlamış kamyon gibi nerede duracağı belli olmadan tam gaz gidiyor. Kamyon giderken de sağa-sola vurarak gidiyor. Her vurduğu yerde onulmaz yaralar açıyor. Ülkenin başbakanı, “geçici dalgalanma” dese de hiç geçeceğe benzemiyor. Alınan ekonomik tedbirler sadra şifa olmadığı gibi dar gelirlinin bütçesine zam, pardon fiyat ayarlaması olarak geri dönüyor. Dolar 4,  avro 5 lirayı geçmiş, altın fırlamış, faizler yükselmiş, her biri değerine değer katarken bir zamanlar altı sıfır attığımız paramız yine eskisi gibi pul olmaya doğru gidiyor.

Adına serbest piyasa dedikleri, Batı’nın vahşi kapitalizminin bize dayattığı -Osman Altuğ’un deyimiyle- faiz, borsa ve dövizden ibaret üçkâğıt veya üçkâğıtçı ekonomisi, alın teriyle yaşayan vatandaşın yüzünü hiç güldürmedi. Hele bir de ekonomin üretime değil de, sıcak paraya dayalı ise yat ağla, kalk ağla artık. Gelen vurur, giden vurur. Altında kalmazsak bize de kaldırmamız için enkazı kalır.

Ekonomide yine eski bildik senaryolar oynanıyor.  Para musluğunun başında olanlar her zaman olduğu gibi yine bir şeylerin peşinde. Çünkü onların dinleri-imanları paradır. Taptıkları  paraya ulaşmak için her yolu denerler. Kan akması gerekiyorsa gözlerini kırpmadan akıtırlar. Senaryoyu onlar yazıyor, bizler de figüran olarak oyunda rol almaya devam ediyoruz. Sonunda yine onlar kazanacak, paraya para demeyecek; biz ise dişimizden tırnağımızdan artırdığımız üç-beş kuruşu yine onların dişlerinin kovuğuna koyacağız. Alım gücümüz azalacak. Fakirdik zaten, daha da fakirleşeceğiz.

Bize 15 Temmuz’u reva görenler her ne kadar emellerine ulaşamasalar da pes etmiş değiller. Dün canımızı almak için üzerimize bomba yağdıranlar bunda başarılı olamayınca para kozunu piyasaya sürdüler. Verilen karar; Türkiye, ekonomi yönünden batırılacak, burnu sürtülecek, yeniden başına ip geçirilip diledikleri yere çekecekler. Durum bu iken biz ne yapıyoruz? Ardı arkasına alınan pansuman tedbirleri uygulamaya koyuyoruz. Fakat dikiş tutmuyor. Sıcak paraya dayalı kırılgan ekonomimiz kırılmaya devam ediyor. Her bir kırık bir yerimizi acıtıyor. İşin garibi bu gidişe neşter vurması gereken etkili ve yetkili kişilerimiz seyrediyor. Doların, avronun ve faizin yeter kazandığımız; millete vurduk, öldürmeyelim, ileride tekrar vururuz, diyerek insafa gelmesini mi bekliyorlar? Eğer böyle bir düşünceleri varsa makyavelist görüşün içine belenmiş kişilerin böyle bir insafı olmaz. Acımak, onların felsefesine aykırıdır. Etkili ve yetkili makamdakiler ne yapacaklarını bilemez bir acizlik içerisinde herkes gibi beklemeyi, piyasanın kendiliğinden durulmasını bekliyorlarsa daha çok beklerler.

Sorumlularımız bilsinler ki ekonomi beklemeye gelmez, şakası bile olmaz. Millet şimdilik fiyatlar yükselse de zaruri ihtiyacını kıt-kanaat gideriyor. Tedbir alınmaz esnaf kepenk kapatır, sanayici iflas bayrağını çeker, işten çıkarılmalar artarsa ortaya çıkan bu kriz, herkesi etkiler. Faturası da çözüm üretmeyen/üretemeyen siyasi iktidara çıkar. Bugüne kadar vatandaşın cebine dokunan hiçbir hükümet iktidarda kalamamıştır. Vatandaş, isyanını sandıkta gösterir ve barajın altında bırakır. Ülkenin yeniden hükümet krizlerine tahammülü yoktur. Sorumlularımızın ne yapıp ne edip önce ekonominin ateşini söndürecek ve sıcak paranın çıkışını engelleyecek tedbirleri devreye koymalı. Kalıcı tedbir olarak üretime dayalı bir ekonominin temellerini atmalıdır. Kamuda tasarruf tedbirleri uygulamalıdır. Gezmeye, dolaşmaya, eğlenceye bir sekte vurmalıdır. İsraf ekonomisine bir dur demelidir. Eldeki geliri zaruri ihtiyaçlara kullanacak şekilde planlama yapmalıdır. Yoksa ceremesini kendileri çektiği gibi bu millet de çeker. 10/04/2018

*** 12/04/2018 tarihinde Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Nisan 2018 Pazartesi

Ağzımızın Tadı Kaçmasın! *


Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren ekonomide serbest piyasa özendirilmiş ve teşvik edilmiştir. Müteşebbisler cesaret edemeyince devletçilik ilkesi gereği devlet ekonomiye el atmış, ülkenin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yapmış, vatandaşına kamu sektöründe iş verirken aynı zamanda satış yapmak suretiyle bütçeye getirisi olmuş ve halkın temel ihtiyaçlarını gidermede öncü rol üstlenmiştir. Devlet en büyük işveren, en büyük patron oldu.

Özal’ın başbakan olmasıyla birlikte özelleştirme Türkiye’nin gündemine girmeye başladı. İlk hukuki düzenlemesi de 2983 sayılı Kanun ile getirilmiştir. Daha sonra belli aralıklarla başka yasal mevzuat da çıkarılmıştır. Devletin işlettiği KİT’ler, müesseseler, bağlı ortaklıklar satılacaktı. Satılırdı-satılmazdı tartışması uzun yıllar devam etti bu ülkede. İktidardaki partiler satmaya kalktı, ana muhalefettekiler ise satışı durdurmak ve iptal ettirmek için yargıya müracaat etti. Hatta satışı yapılan bazı KİT’ler mahkeme kararıyla durduruldu. Doğru ya da yanlış mahkemeler özelleştirmeyi geciktirdi. Bu gecikme bir zamana kadar oldu. Sonunda mahkemelerimiz pes etti. Zaten özelleştirmeye fren görevini daha fazla yapabilmesi mümkün değildi. Çünkü dünya özelleştirmeye doğru gidiyordu. Zamanında satılamayan KİT’ler daha sonra ederinden daha aşağıya satılmak zorunda kaldı. Başa geçen iktidarlar sırası geleni, gözüne kestirdiği KİT’i sattı. Gerekçe hepimizce malum: Zarar eden KİT’ler satılıyor.

Devlete ait olan müesseseler özelleştirilmeli mi/özelleştirilmemeli mi? Özelleştirmeye karşısınız veya değilsiniz.  Baktığınız pencereye, durduğunuz yere göre değişir. Ben özelleştirmeye hem karşıyım, hem de satılmasından yanayım. Ne şiş yansın ne de kebap değil niyetim. Kendini çağın teknolojisi ile revize edememiş, siyasilerin arpalığı haline gelmiş, normalinden fazla işçi ile şişirilmiş, işçisinin parasını ödeyemeyecek hale gelmiş, aldığı işçiyi gereğince çalıştıramamış, devletin sırtında bir kambur olmaya başlamış KİT’leri görünce “Satılsın, devletin elinde hiçbiri kalmasın” diyorum. Değerinden daha düşük fiyata giden müesseselerin ve stratejik öneme haiz KİT’ler özelleştirilince “Bunlar satılmamalıydı, devlet ne yapıp ne edip elinde tutmalıydı, üretimi artıracak ve kara geçirecek yol ve yöntemler bulmalıydı” diyorum. Gerçekten elektrik, telekomünikasyon gibi müesseselerin satılmaması gerekiyordu. Maalesef belirli periyotlarla gelen ekonomik krizler, dış borçlar, cari açıklar istemesek de satılmalarını zorunlu kıldı. Çünkü ekonomik darboğazdan kurtulmak ve ekonomiye nefes aldırmak için elde olanı satmaktan başka çare bırakılmadı. Satılan KİT’lerin satılma gerekçesi olarak hep “zarar ediyor” dendi. Gerçekten zarar ediyor muydu? Yoksa özellikle satılsın diye zarar mı ettirildi bilmiyorum. Uzaktan gözlemlediğime göre devletin çalıştırdığı KİT’lerin zarar etmemesi mümkün değil. Siyasilerimiz sayesinde normalinden fazla alınan işçi, torpilli işçilerin sırtını terletmemesi, üretmemesi, fabrikaların yeni teknoloji ile kendini yenileyememesi, iyi yönetilmemesi, özellikle zarar ettirilmesi gibi gerekçeler sayılabilir. Bizim çok işçiyle işletemediğimiz KİT’leri, özelleştirme yoluyla alanlar daha az işçiye daha az maaş vermek suretiyle kısa zamanda kara geçiriyor. İşin bu yönünü de iyi düşünmek lazım. KİT’leri arpalık olarak gören ve zamanında “yakınımdır, alınacak” diyen siyasilere ve alınan işçiyi çalıştıramayan/çalışmayanı kapının önüne koyamayan yönetici ve siyasilere duyurulur. Unutmayın ki at, sahibine göre kişner.


Şimdilerde şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündemde. Görünen, bunlar da satılacak. Yavaş yavaş satılmaya başlandı zaten. Umarım ederinden daha yüksek fiyatlara ve yerli müteşebbislere satılır. Geçmişte bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalar herkesin kulağına küpe olur. Özelleştirme dolayısıyla şeker fabrikalarının mevcut çalışanları, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilecek. Bu yol ile kamuda istihdam edilen çalışanların çoğu gittikleri yerde yüz güldürmedi. Çünkü farklı bir çalışma/çalışmama anlayışları var. Umarım yeni özelleştirmeden gelenler görev yapacakları kurumlarda görevlerini layıkıyla yerine getirirler. 09/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 14/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Can'ımızdı Bizim

Lise 1.sınıftayız. Bir gün müdür yardımcısı; odasına sınıftan, içlerinde benim de olduğum on kadar kişiyi çağırdı. "Söyleyin bakayım, hanginiz sildi. Bunu yapan içinizden biri" dedi. Ne silmesi, neyi silmişiz, dediğimizde "Yoklama defterindeki devamsızlığınızı silmişsiniz. Üstelik işin ilginci hepinizinki aynı günün devamsızlığı. Silen bilinçli silmiş, diğer günlerin devamsızlığına dokunmamış. (Ekim ayı içinde bir tarihti, tarihi söylemişti ama unuttum.) Aynı gün okuldan kaçmışsınız. Eğer yapan ortaya çıkmaz, sileni söylemezseniz hepinizi tek tek döveceğim" dedi. Hocam biz yapmadık, dedikse de inanmadı bize. Hepimiz boynumuzu büktük, yiyeceğimiz dayağı beklemeye koyulduk. 

Sıradan vurmaya başladı. Dayak dedimse tokat vuruyordu: Osmanlı tokadı yani. Acır gibi yapsa da yıldızları saydırıyordu vurduğuna. Vururken de zarar vermesin diye teknik vuruyordu, sakin bir şekilde. Sırası gelen pozisyon almadan rastgele vurmuyordu. Tam sıra bana yaklaşırken odasının kapısı açıldı. Gelen matematik öğretmeni idi. Öğleden sonra dersinden bizi sınav yapacaktı. Fonksiyonlar konusu idi sorumlu olduğumuz kısım. Pek de bir şey anlamadığımız bu konuyu sınav öncesi bize öğle arasında konu tekrarı yapacaktı . Bizi sınıfta göremeyince, yardımcının odasında olduğumuzu öğrenince bizi almaya gelmiş. "Hocam, işiniz mi vardı, ben bu öğrencilerime ders anlatacaktım" dedi Zerrin öğretmen. (Bu günden geriye bakınca idealist bir öğretmenmiş, kaç kişi öğle arasını feda ederek öğrencilerine ders işler. Kendisini minnetle anıyorum buradan.) Öğretmenin bu talebinden sonra tokat yemeyen gerimize, "Geçin bakalım eşek herifler sınıfınıza! Geri kalanınızı sınavdan sonra döveceğim, haksızlık olmasın...Geliyorlar hocahanım" dedi. Dayaktan kurtulmanın sevinciyle öğretmenle birlikte sınıfa geçtik. Daha bir zevkli ders dinledik. İstersen dinleme. Sınav vardı zaten.

Sınavdan sonra müdür yardımcımız sınıfa geldi. Yine her zamanki gibi ciddiydi. Şimdi sıra geldi matematik şamarından sonra gerçek dayak yemeye, demeye kalmadan konuşmaya başladı. Yüzünde biraz tebessüm belirdi. Hayrola dedim kendi kendime. "Çocuklar kusura bakmayın, yoklama defterindeki devamsızlığı ben silmişim, siz o gün tek ders sınavına girmişsiniz. Ben sizi yok yazdıktan sonra tek ders sınavına girdiğiniz yazısı gelince silmiştim" dedi. Derin bir oh çektik. Kızmadık da kendisine. Ailemize söyleyip bizi haksız yere döveni şikayet edelim diye düşünmedik. Ki ailemize söylesek "Hoca değil mi sever de, döver de" deyip bir tokat da onlar vururdu. "Benim hatam" diyene ne denirdi sonra. Üstelik bizi odasına çağırıp tenha bir yerde gönlümüzü alma yoluna gidebilirken 45 kişilik sınıfa gelerek hem hatasını itiraf etti, hem de kusura bakmayın dedi. Kaç kişi yapardı bunu? 

82-83 öğretim yılında başımdan geçen bu olay aklıma geldi. Aklıma getiren de yoklama defterini sildiğimiz iddiasıyla bizi dövmek için odasına alan müdür yardımcımız Şemsettin CAN idi. Bugün onun vefatını öğrendim. Duyar duymaz "Allah rahmet eylesin, mekanını cennet eylesin" dedim. Acı haberi işitir işitmez sınıf arkadaşlarımla paylaştım. Hepsinin ağzından dökülen benim temennimden başkası değildi. Saf, temiz berrak bir Anadolu çocuğuydu. Dövse de hiçbirimiz ona kırgın değildik. Samimiyet dendi mi o akla gelirdi. Rol yapmayı sevmez, ne ise o idi. 

Konuşmasını taklit ederdim ardından. Arkadaşlarım da gülerdi. Konuşacağı zaman  beş parmağını diklemesine uzatır: "Eşek herif...bak...Şimdi şöyle..." derdi. Biz gülsek de o, ciddiyetinden ve söyleyeceğinden ödün vermezdi. Bize eşek herif dedi, hakaret etti demezdik. Kıyameti koparmaz, Alo 147, Bilgi Edinme nedir bilmez, ailecek okulu basmazdık. Ağız alışkanlığı idi onun ağzından dökülen. Neyse o idi. 

Orta üçüncü sınıfta sınıf başkanlığı yaparken bir gün sınıf defterini vermek için odasına gittiğimde "Hocam ben sınıf başkanlığını bırakıyorum" dedim. Niçin dedi. Zaten gönüllü olarak yapmıyorum bu görevi. Üstelik siz beni almak zorundasınız. Müdür bey size, 'Bunu başkanlıktan alacaksınız' dedi dedim. "Oğlum, boş ver müdürü sen. Ara sıra kahvehaneye ben de gidiyorum. O gün seni, müdür: döv, dediği için dövdüm, kusura bakma, sen başkanlığa devam et dedi ve yine gönlümü almıştı. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/dayakla-yogrulmus-bir-nesiliz-biz.html)

Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun. Biz ondan razıydık, Rabbim de razı olsun. Öğrencilerinin başı sağ olsun. 09.04.2018, Ramazan Yüce, Konya

8 Nisan 2018 Pazar

Kamu Malını Yetim Malı Bilsek İyi Olacak


Ülkenin sorunları çok olmaya çok. Düzelteyim diye hangisine yönelirseniz elinizde kalır. Sorunlarımızdan bir tanesi de devlet malının yerli yerince kullanılıp kullanılmadığıdır. Zaman zaman hassasiyet gösterilse de devlet hazinesine ve devlet malına yeterince özen gösterilmediğini düşünüyorum. Devletin başına kim gelirse gelsin bir müddet sonra devletin malını kendi mülkü gibi görmeye başlıyor. Kendi malı gibi dedim ama keşke kendi mülkü gibi görülse. Çünkü kendi mülkü olsa dilediği gibi harcayamaz. Mutlaka bir hesap kitap yapılır.

Kamu malının iç yüzünü bilmiyorum. Çünkü musluğun başında değilim, ama görüntü devletin malının deniz mesabesinde görüldüğü, har vurup harman savrulduğu şeklinde. İnsanımız devletin içine girmeden veya yeni geldiğinde kamu malını harcamada önce tereddütler gösterir. Çünkü kamu malı bir emanettir. Doğru yönetilmesi, yerli yerince harcanması gerekir. Zira devlet malı, kamu malıdır, yetimin malı gibi korunması gerekir. Çünkü burada tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Nasıl ki yetimin malına dokunulmazsa kamu malını da kullanırken üfleyerek yemek gerekir. Durum bu iken başlardaki hassasiyet yok oluyor ve  kesenin ağzı açılıyor ve ulufe dağıtılır gibi dağıtılıyor. Nisa 10.ayette Allah “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” buyurmaktadır. Özellikle para musluğunu elinde bulunduranların devletten bir şey harcamadan önce bu ayeti defalarca okurlarsa iyi olur. Okusunlar da bir yere farz iken mubah veya müstehap olan yere harcama yapma yoluna gitmesinler.

Naçizane ben, devleti yönetenleri anlamakta zorlanıyorum. Yeri geldiği zaman bütçe hesabı yaparlar, maliye disiplini üzerinde dururlar. Böyle görünce “iyi ki bu insanlar var, kuruşun hesabını, devlete maliyetini yapıyorlar, sırtımız yere gelmez” diyorsun. Sonra bir daha bakıyorsun, farz olan yerden esirgenen paranın mubah seviyesindeki yerlere harcandığını görüyorsun. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyorsun hemen. Devlet bir taraftan işçi ve memuruyla sözleşme pazarlığı yaparken bütçe disiplinini bozmamak için yüzde 3-4 zam teklifleriyle kılı kırk yararken öbür taraftan ramazan aylarında iftar daveti vermek için yarışıyor. Okullarda öğretmen fotokopi kağıdı bulamazken belediyelerimiz öğrencileri, kahvecileri Çanakkale’ye götürmek için plan yapıyor, okul öğretmen ve müdürlerini seminer adı altında beş yıldızlı otellerde ağırlıyor, masraflarını çekiyor. Günümüzde ihtiyaç var mı diye düşündüğüm mahalle muhtarlarını her ay sırayla devletin zirvesinde ağırlıyoruz. Yetmedi şimdi de İspanya’ya geziye götürmeye kalkıyoruz. Tüm bunları yaparken devlet bir taraftan terörle mücadele etmek için yaptığı operasyona bütçe ayırıyor. Diğer taraftan nükleer santral gibi büyük yatırımların temelini atıyor. Döviz almış başını gidiyor, enflasyon çift haneli rakamlarda geziniyor, hayat pahalılığı arttı, vatandaşın alım gücü azaldı. Maliyemiz kırılgan hale geldi.

Dış güçlerin amacı ekonomimizi batırmak olduğu malum iken, bütçeyi disiplin altına almak ve israf ekonomisini bir tarafa bırakıp üretime dayalı bir ekonomi için neler yapılır hesabı yapmamız gerekirken gezmeye ve ağırlamaya büyük paralar harcıyoruz. Eğer “Ben enkaz devraldım, ekonomiyi eksiden artıya çevirdim, ülke sayemde hizmet, yatırım ve para gördü. Kazanan benim, dilediğim şekilde harcarım…” denirse buna da eyvah derim. Unutmayalım ki harcadığınız para milletin size emanet ettiği paradır. Millet size “Bunu istediğiniz şekilde harcayın” diye vermedi. Ümit ederim ki bu konuda ben yanlış, yetkililerimiz doğru düşünüyordur. Harcanan her şey yerli yerince harcanıyordur. Benden söylemesi. Yine de siz bilirsiniz. Ama dünkü hassasiyetlerinizi unutmasanız daha iyi olur. 08/04/2018

Taziyelerin Cılkını Çıkarmayalım **

Ölümün yüzü soğuktur, hiçbirimiz ölümle karşılaşmak istemeyiz. Ama hepimiz faniyiz, er veya geç başımıza gelecektir. Zaman zaman sevdiklerimizi yakınlarımızı kaybederiz. Dertlenip üzüntü duysak da hayatın bir cilvesidir ölümle karşılamak. Ülkemiz insanının en güzel hasletlerinden biridir ölüm vb. durumlarda cenaze evini ziyaret etmek; teçhiz, tekfin, cenaze namazı, defin ve taziyede bulunmak. Zira bu işlerde eş-dost katılır ve acılı cenaze sahiplerinin dertlerine ortak olunur. Bu yazımda taziye üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Çünkü taziyelerin abartıldığını düşünüyorum.

Taziyede bulunmak Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır. İnsanımız kederli aileye taziyede bulunma görevini de fazlasıyla yerine getirmektedir. Taziyelerde gördüğüm, taziye süresine riayet edilmediği yönündedir. Bildiğim kadarıyla taziyede bulunma süresi o yöredekiler için üç, uzaktan gelebilecekler için bir haftadır. Türkiye’nin genelinde bu zamana uyulmakla birlikte bazı yörelerimizde taziye süresi kırk güne kadar uzamaktadır. Taziye sahibi ölenine mi üzülsün, kırk gün devam edecek olan taziyesine mi? Ölen kurtulup gidiyor, geride kalanlar kırk gün boyunca ölüp ölüp diriliyor. Uzun taziye süresinden dolayı çoğu kimse evinin altında depo olarak kullandığı yeri boşaltmak suretiyle taziye yeri olarak hazırlıyor. Her gün sanki esnaf gibi taziye yerini, evini hazır tutmak ve müşteri bekler gibi beklemek durumunda kalıyor.

Taziyede süre uzatımının herhangi mantıklı bir açıklamasını bulmak mümkün değildir. Bu durumdan rahatsız olmakla beraber çoğu kimsenin yerleşmiş adetleri aşamadıklarına şahit oluyoruz. Adam işini-gücünü bıraktığına mı yansın, taziye yerinde pineklemesine mi yansın, gelene çay vb ikramını hazırlamak durumunda kaldığına mı yansın. Bu böyle olmayacak, işime-gücüme bakayım diye taziye yerini kaldırıp işine gitse ayıplayacak insanlar da eksik olmaz. Mecburen boynunu büküp bekleyecek. Halk nezdinde uzun taziyeler adet olarak yerleşti, kaldıramıyorlar diyelim. Hiç o bölgenin ileri gelenleri, sözü dinlenenleri niçin bu konuda bir adım atmaz, “Bu yaptığımız doğru değil, ölenle ölünmez, dinimizin yerleşmiş kurallarına göre bu iş üç gün sürer, haydi herkes işine-aşına…” demezler?

Taziyelerde gördüğüm bir başka husus, taziye sahibinin yemek yedirme, yemek yaptırma telaşına kapılması. Bu da doğru değil. Bizim geleneklerimizde cenaze evine eşi-dostu yemek götürür, cenaze sahibiyle birlikte yer. Olması gereken de bu. Cenaze sahibinin kederli gününde ayrıca yemek dökme gibi bir görevi olmamalı, insanımız kendini buna mecbur hissetmemeli.

Taziyelerde bir başka yönümüz daha ortaya çıktı son yıllarda. Bu yeni çıkan durum, taziyeyi kırk gün sürdürenlere rahmet okutacak cinsten. Sizi fazla merakta bırakmayayım. Sosyal medya çıkalı aile büyüklerinden biri vefat etmişse her seneyi devriyesinde tekrar taziye sayfaları oluşturuluyor. Anne veya babasının bilmem kaçıncı yıldönümü paylaşılmak suretiyle mevta yeni ölmüş gibi insanımız taziyede bulunmak için yorum yazma durumunda kalıyor. Aile büyüğünün bilmem kaçıncı yıldönümünü paylaşanlar bunu üzüntülerinden mi yapıyorlar, yoksa benim bilmediğim bir başka amaç mı güdülüyor? Ya da paylaşacak bir konu bulamayınca temcit pilavı gibi önümüze mi sürülüyor? Merak ettiğim, insanımız bu sosyal medya çıkmadan önce aile büyüklerinin ölümlerinin her yıldönümünde gazetelere taziye ilanı veriyorlar mıydı?

Sonuç olarak, taziyelerimizi makul sürede yapalım, işi ne kırk güne kadar uzatalım, ne de her yıldönümünde tekrar taziye sayfası açalım. Ne olur, taziyelerimizin cılkını çıkarmayalım! 08/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 08/04/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.

Gençlik Deizme Niçin Kaymasın? *

Son günlerin güncel tartışma konusu “deizm; gençlik deizme kayıyor.” Amaç gündem saptırmak mı gençlik gerçekten deizme doğru mu gidiyor, oranı ne kadar bilmiyorum. Her ne kadar gündemi birileri belirlemişse de bizim de bu ortamdan bigâne kalmamız mümkün değil.

Deizm: Tanrı'yı yalnızca ilk sebep olarak kabul eden, evreni bir Tanrı'nın yarattığına inanmakla beraber yaratıcının evrene hiçbir müdahalesi olmadığını ve olmayacağını savunan, vahyi reddeden görüştür.(TDK) Deizm kavramı ilk olarak 17. yüzyılda özellikle İngiltere’de kullanılmaya başlanmıştır. Terim Lâtince Tanrı anlamındaki Deus sözcüğünden türetilmiş ve özgür düşüncelilerin Tanrı inancını belirtmede kullanılmıştır. Bu felsefi görüşe göre Deizm veya Yaradancılık, kaynağını mantık ve doğadan alan, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Dinler reddedildiği için peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günah, ibadet, dua, vahiy, kader, ahiret, cennet, cehennem, melek, cin ve şeytan gibi kavramlar bu inanışta yoktur. Deizm'de sadece evrenin işleyişi için doğa kanunlarını koyan, bunun ardından evrene ve insanlığa hiçbir müdahalesi olmayan bir Tanrıya inanılır. (felsefe.gen.tr)

Geçmişten beri var olan bu görüşün savunucuları da vardır elbet. Günümüzde ortaya çıkması ve gündem oluşturması eski görüşün kırpılıp kırpılıp piyasaya sürülmesi demektir. Gençlerimiz arasında bugün bu görüş revaçta ise gençliğe kızmak çözüm değil. Yapacağımız ilk şey, gençlik niçin deizme kayıyor veya deizme kayma potansiyeli yaşıyor? Aramızda Müslüman görünüp de deist olduğunu söyleyemeyen kaç kişi var? Gençliğin deizme yönelmesinde yüzde kaçı, naslardan öğrendikleriyle; kaç tanesi İslam dünyasının durumuna bakarak deist oldu? Önce soruları sorup yeterince araştırdıktan sonra deizme kayma nedenleri üzerinde durur ve gençliği bu görüşten nasıl uzaklaştırabilir ve teist yapabiliriz sorularına cevap bulabilirsek tartışmalardan kazançlı çıkabiliriz. Bütün bunları anlamak için yapmalıyız. Gençliği ve yönelme nedenlerini kendimiz anlamadan bir yere varamayız.

Bugün gençlerimiz deizme kayıyorsa oturup düşünelim: Niçin kayıyor veya soruyu, gençliğin bu görüşe kaymaması için orta yerde olumlu neyimiz var? Bize veya İslam dünyasına bakarak gençliğimizin teist kalması, deizme yönelmemesi mümkün mü? Evet, kişilere bakarak yorgan yakılmaz. Eyvallah! Ama insanların etkilenmemesi mümkün değil. Hatta bize bakarak büyük çoğunluk iyi Müslüman kalmış da diyebiliriz buna. Haydi biz iyi örnek olamadık. Bizi bir tarafa bırakalım. Bugün kültürümüzde oluşmuş birçok davranışımızı din diye dayatmıyor muyuz insanımıza? Gençliğin içine sinmediği, anlayamadığı, mantığını kavrayamadığı görüşleri sorgulamasına imkan veriyor muyuz? Kur’an ve sünnette tartışmalı konuları kendi aramızda çözüp ne şekilde anlaşılması gerektiğini gençliğe vermek için ne yaptık? Onların kalbine girmek, aklına ve duyu organlarına hitap etmek için kafamızı yorduk mu? Dinin bir görüşü olan fıkhı din yerine alıp “İşte din budur, değiştirilmez” demedik mi? Anlaşılması için çaba sarf edenleri tu kaka yapıp onları sapıklıkla itham etmedik mi? Onlara “Siz insanlara şirin gözükmek için İslam’ı değiştiriyorsunuz” demedik mi? Büyük kitlelere de “İslam budur,” yerseniz diye dayatmadık mı? Gençlik ne yaptı? Anlayamadığı bu şeylere karşı benim karnım tok dedi benim anladığım.

Burada İslam’ın kesin ve doğru olan hükümleri çağımıza uymuyor, reformistler gibi gelin bunları değiştirelim demek istemiyorum. Kur’an ve sünnet naslarını değiştirmeden günümüz insanının anlayacağı şekilde çağın idrakine sunmadıkça deistlerin sayısı azalmayacak, çoğalacak. Kimse kusura bakmasın gençliğin deizme kaymasında ailenin, çevrenin, camideki imamın, okuldaki din öğretmeninin ve toplumun din konusundaki örnekliğinin katkısı var diye düşünüyorum. Yine din konusunda uzman olanların dil ve üslubunda, din dilinde, kapasitesinde ve satışında sorun var. Kendilerini güncelleyememe ve çağı yakalayamama var, çağın dilini ve gençliğin nereye gittiğini görememe, görüyorsa da nasıl yaklaşacağını bilememe sorunu var. Çocuklara verdiğimiz din eğitiminde, konularında ve doğru bilgi verme ve öğretme metodumuzda sorun var. Dini sevdirmekten ziyade nefret ettirme gibi bir kabiliyetimiz var.

Hasılı gençliğin gittiği deizm sorununda dışarıdan düşmana ihtiyacımız yok. Gelin hep beraber önce kendimizi sorgulayalım. Bu kadar camimiz, bu kadar İHO/İHL’miz, bu kadar İlahiyat fakültelerimiz varken biz bu gençliği nasıl deist girdabına sürükledik? Gelin soruyu şöyle sorarak konumuzu bitirelim: Elimizde mükemmel bir dinimiz varken biz bu gençliği niçin teistlikte tutamayıp onların deist olmasını sağladık? Bu işte kendimizi sorgulamaz isek gençliğin gideceği yer bir ilerisi olan ateistliktir. Haberimiz ola. 08/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 11/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




7 Nisan 2018 Cumartesi

Çaya Şeker Atmaya Geri mi Dönsek?

—Çaya şeker atmıyor musun?
—Evet, atmıyorum.
—Sen?
—Ben de.
—Ya sen?
—Çok oldu, ben şekerle arama mesafe koyalı.

Çayı şekeri için içtiğini söyleyen ben de bırakalı epey oldu. Bundan sonra tatlı yiyip tatlı konuşmayacağız o zaman. Belki de bu yüzden birbirimizi boğazlamaya başladık(!)

Üç beyazdan(un, şeker ve tuz)  kaçınalım kaçınmasına. Çaya şekeri sen, ben, o atmayacağız da fabrikalarımızın ürettiği şekeri ne yapacağız?

Bugün satmaya kalktığımıza göre şeker fabrikalarımız zarar ediyor demek ki!

Ne yapalım şimdi? Fabrikalarımız kar etsin diye yeniden çaya şeker atmaya geri mi dönsek? Ya da kullanmasak da bol miktarda eve şeker alıp stok mu yapsak? Fabrikalarımız kar etse satmaktan vazgeçer mi yetkililerimiz? Siz ne dersiniz bu duruma? Var mı çözümünüz?

Not: Ben çaya şeker atmayınca fabrikalarımızın zarar edeceğini kimse gibi ben de hesaba katmamışım. Özellikle benim varlığımı hesaba katmayanlara duyurulur. Şayet beni hesaba katmazsanız görün durumunuzu... 07.04.2018, Ramazan Yüce, Konya