1 Nisan 2018 Pazar

Performans Sistemi MEB'in Tüm Paydaşlarına Uygulanmalı


Eğitim ve öğretim alanında beklediğimiz istendik davranışlar ortaya çıkmayınca maarifi düzeltmek için can havliyle yeni uygulamalar ortaya koyuyor yetkililerimiz. "Sorunumuzu ancak bu çözer" diyerek ortaya koyduğumuz tüm uygulamaları sonuç almadan "olmuyor" diyerek kaldırıp yerine bir başkasını uygulamaya sokuyoruz. Başlangıcı heyecan dolu olan uygulamalar hep hüsranla bitiyor nedense. Bitmese de işlevsiz bir mevzuatı yerine getirmek üzere formalite olarak devam eder. Neden bitmesin ki? Çünkü iyice düşünülmeden, tartışılmadan, yangından mal kaçırır gibi devrim niteliğinde kabul edilen bir yenilik ancak bu kadar olur. 

Eğitim ve öğretim alanında öğretmenler için düşünülen, öğretmene not verme diye bilinen performans uygulaması da öğretmen verimini ve kalitesini artırmak amacıyla yasal zemini oluşturulan ve bu sene uygulanması düşünülen bir sistemdir. İstenen ve beklenen bir sonuç elde edilir mi? Müneccim değilim ama başarılı olması mümkün değil. Üstelik fayda sağlayacak derken zarar getirecek ve toplumsal barışı zedeleyecek, itibarı yerlerde sürünen öğretmenlik mesleğini iyice ayağa düşürecek;  öğretmeni, veliye ve öğrenciye boğduracak bir uygulama olursa hiç şaşırmam.

Bakanlık, Ömer Dinçer'in müsteşarlığı döneminden öğretmene performans uygulamasını düşünmüş, üzerinde çalışmış, pilot okullarda uygulayarak test etmişti. Eksikliğini veya uygulanabilirliğini sakıncalı görmüş olmalı ki bugüne kadar yürürlüğe koyamadı. 2017'de başlaması düşünülen bu performans sistemi, gelen tepkiler üzerine buzdolabına kaldırılmıştı. Bu sene uygulanacağı açıklanınca tartışma yeniden alevlendi. Tartışma, öğrencisinin öğretmenine not vermesi üzerine yoğunlaşmış durumda. En büyük tepki de eğitim camiasından yani kendisine puan verilecek olan öğretmen kesiminden gelmektedir.

İşin mutfağında olan öğretmenden ve bağlı bulundukları sendikalarından yükselen istemezük tepkileri üzerine Bakanlık, tekrar geri adım atar mı? Görünürde geri adım atacağa benzemiyor. Çünkü önlerinde alt yapısı hazırlanmış ve uygulamaya konması gereken bir mevzuat var. Uygulasa problem, uygulamasa bir problem. Bakanlık, halihazırda iki ucu bir pis değneği elinde tutmaktadır. Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal misali elinde patlamaya hazır bir bomba bekletiyor. Bu durumda Bakanlık, kulaklarını tıkayarak bunu ya yürürlüğe koyup sonucuna katlanacak veya koyduğu sistemi yasal zeminini hazırlayarak uygulamadan kaldıracak.

Bence Bakanlık, on yıldan fazla bir zamandır başarının tek kriteri diye düşündüğü, fakat cesaret edemediği, aşık olduğu bu uygulamayı yürürlüğe koyup boyunun ölçüsünü almalı. Gördüğüm, öğretmen camiası itiraz ettikçe yetkililer kendilerinin doğru yolda olduğunu sanıyor. Hatta bunun için öğretmen camiası, "istemezük" itirazlarını bir tarafa bırakarak "Yerinde bir karar, çok iyi olur" diyerek Bakanlığın önünü açmalı. Eğer bu yapılmazsa Bakanlığın içinde hep bir ukde olarak kalacak, ikiye bir bu sistemi hatırlatarak aba altından sopa göstermeye devam edecektir. Hatta performans sistemini eğitimin tüm iç ve dış paydaşlarında -aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya- uygulayacak şekilde geliştirelim: Öğrenci ve veli, öğretmen ve yöneticiyi puanlarken öğretmen de ilçe-il ve bakanlık yöneticilerini puanlasın. 01/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

30 Mart 2018 Cuma

Cins misin Be Evlat?

Bir oğlum var, dünya harikası bir çocuk. Gerçi herkesin çocuğu böyledir. Namı diğer Hoşçocuk. Öz güveni tam, sosyal mi sosyal. Aynı zamanda hazırcevap. Mizah yeteneği oldukça gelişmiş. Evin en küçüğü ve neşesi.

İyidir, hoştur ama biraz üşengeç ve ters. Aksi mi aksi. Çayla pek arası yok. Nasılsa içmiyor dersin, içmeye gelir. İçiyor artık dersin, oralı olmaz. Madem içeceksin, git kendine şeker al-gel. Aramızda başka çay içen yok deriz. "Şimdi şeker almaya kim gidecek, ben de çayı şekersiz içeceğim dedi, başardı. Çayı şekersiz içiyor artık. Daha 16'ında çayı şekersiz içmek, azmin zaferi diyebilirsiniz. Olsa olsa üşengeçliğin zaferi. 

Evde ekmek olmaz, haydi ekmek al-gel derim. "Şimdi kim gidecek, ekmeksiz yiyelim" der. Alır gelirsen, bana mısın demez ekmeği götürür. Okuldan gelirken alıp gelseydin desem, ya para yoktu, ya da söyleseydiniz alırdım der. Okuldan gelince acıkır, mutfağa geçer, ekmek yoksa zeytini peynirin içine katık yapar, yine ekmek almaya gitmez. Kazara bazen ekmek alsa ekmeği ben aldım diye döner döner söyler. Oğlum, istersen ekmek almaya ben gideyim derim; olur, niye olmasın, der. İşi tadında bırak, haydi ekmek al gel derim; ağabeylerine mesaj gönderir, ekmek alın gelin diye. Yetenek ve iş bitiriciliğinin yanında dil de pabuç gibi maşallah!

Nasılsa bu evde ekmek alan yok diye gidip dört ekmek aldım, akşama ekmek alma sorunu olmasın diye. Bizimki gülerek yanıma geldi akşam. "Baba, okuldan gelirken ekmek yoktur, alayım mı almayayım mı dedim, gidip iki tane aldım. Eve gelince dört tane de senin aldığını gördüm dedi. İyi yapmışsın, amma aksi çocuksun; durdun durdun evde ekmek varken şimdi ekmek alıp geliyorsun. Madem tereddüt ettin, telefonla "Ekmek var mıydı? Alayım mı?" diye niçin sormadın dedim. "Telefon açamadım, çünkü kontörüm bitmiş" dedi. İyi bir hafta boyunca bayat ekmek yeriz, üstelik ekmek alma derdimiz olmaz, ayrıca aksilikte Nasrettin Hoca'nın oğlundan farkın yok, dedim. Hoca'nın oğlu ne yapmış derseniz, o zaman okuyalım birlikte: Hoca, oğluyla beraber unu öğütmüş, değirmenden geliyor. Un çuvalı eşeğin sırtında en önde, oğlu arkasında; hoca ise yaşın da getirdiği durum dolayısıyla en arkada kalmış. Arkada kalsa da gözü eşekte hocanın. Bir bakar ki eşek dere kenarından geçiyor, çuval düştü düşecek. Hoca kendi kendine: “Koşsam yetişemem, oğluma söylesem; aksi mi aksi. Her dediğimin tersini yapar. Onca emek de boşa gidecek. En iyisi ben tersini söyleyeyim. Oğlan doğrusunu yapsın” der. Aklına gelen bu fikir sayesinde hoca kendine de hayran kalır. Hemen seslenir: Oğlum! Çuval dereye düşecek. Kakala gitsin” der. Oğlu başını çevirir: Babacığım! İlk defa senin dediğini yapacağım” diyerek çuvalı dereye itekler.

Benim oğlan da terslikte Hoca'nın oğlunu aratmaz vesselam. Ters mi ters, cins mi cins, aksi mi aksi! Ne edersiniz ki evlat işte... Ama Hoşçocuk! 30.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

Vira Bismillah! ***

Birkaç defa çay ve kahve içmek suretiyle hukukumuz oluşan bir arkadaşım telefonla aradı: “Hocam! Yeni Haber gazetesinde yazar mısın?” diye. Olabilir dedim gayri ihtiyari. “Sorumlu kişi ile görüşelim, sizi tanıştırayım” dedi. Bir gün görüşürüz, dedim ise de, “Sıcağı sıcağına konuşup halledelim, yarın seni alırım” diyerek ipe un sermeme fırsat vermedi.

Ertesi gün birlikte gazeteye geldik, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ile görüşüp tanıştık. Çayımızı, kahvemizi yudumlarken haftada iki gün -salı ve perşembe günleri- yazma konusunda görüş birliğine vardık. İlgi-alaka ve ikram dolu kısa bir muhabbetten sonra dostum, “Benden buraya kadar, haydi gidelim” diyerek müsaade aldık, beni gideceğim yere kadar da bırakıverdi sağ olsun.

Gazete ile tanışmama aracı olan arkadaşım aradan çekildi. Evli evine, köylü köyüne misali. Aynen öyle oldu. Şimdi ben gazete ile baş başa kaldım. İlk yazımı yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Gazetede yazabilirim demiştim ama ne yazacaktım, nasıl başlayacaktım? Cahil cesaretiymiş bendeki. Derdin ne idi de olabilir dedin ey Barbaros! Oturup başkalarının yazdığını çayını yudumlarken okusaydın, ağrımaz başını ağrıtmazdın, dedim kendi kendime. Ama söz ağızdan çıktı bir kere. Nasıl ki hamama giren terleyecekse biz de bu yola girerek terleyeceğiz. Başka çarem yok. Anladım ki başlamak zormuş. Hele bir de ham isen, gazetenin okuyucusunu doğru dürüst tanımıyorsan…gel de çık işin içinden şimdi. Başlamak bir işi başarmanın yarısıdır, dedikleri bu olsa gerek. Önemli olan işin ortası ve sonu değil, başıymış. Ben de şu anda bu duyguları yaşıyorum. Telefon açıp “Ben yazabilirim demiştim, ama olmayacak” demek de geçti içimden. Ama kahvesini de içmiştim gazetenin. Zaten kahvesini içmişsen bir yerin, elin mahkum artık. Zira kırk yıl hatırı var. O zaman ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu deveyi güdeceğiz.

Ben ilk günün acemiliğini, yaşadığımı yazıya aktarıp atlatmaya çalışırken beşer olarak şaşar da yazımı okursanız, “Ne diyor bu adam? Be adam! Yazacağını bilmiyorsun, ne diye podyuma çıktın? Madem yazacak bir şeyin yok, daha işin başında bırakıver bari” diyebilirsiniz. El hak doğrudur. Ama bu durum ilk defa benim başıma gelmiyor. Zamanında Nasrettin Hoca’nın da başına gelmiş: “Hoca, vaazına hazırlanıp camide kürsüye çıkmış. Cemaat pürdikkat ne diyecek diye hocaya bakıyor. Ama hoca bir türlü konuşmaya başlamamış. Nihayet, ‘Cemaati Müslimîn! Hazırlanıp gelmiştim, ama ne diyeceğimi unuttum’ demiş. Ardından hoca ve cemaat beklemeye koyulmuş. Konuyu hatırlamak için hoca, pencereden dışarıya bakar bir müddet: ‘Develer geçiyor…’ der ama ne diyeceğini yine bilmez. Ardından tekrar ‘Ne anlatacağımı unuttum, hiçbir şey aklıma gelmiyor’ deyip yine beklemeye koyulur. Cemaatin içerisinde kendisini dinlemeye gelen oğlu, kafasını kaldırır babasına: “Babacığım! Hiçbir şey aklına gelmiyor da kürsüden inmek de mi gelmiyor?’ demiş.” Benimki de o hesap. Hoca kürsüde dut yemiş, bülbüle dönmüş, ben de bilgisayar masasının önünde. Hazırcevap olan Nasrettin Hoca’da da tutukluk olabildiğine göre bizde de hayli hayli olur. Ne de olsa hemşeriyiz.  
Siz, “Bu adam işi nereye getirecek?” diye merak ederken farkında olmadan gazetemdeki ilk yazımı bitirmiş oldum hoşgörünüze sığınarak. Böylece şeytanın bacağını da kırmış oldum.  Bir işe besmeleyle başlanınca hangi iş yarım kalır zaten? Ben muradıma erdim, artık siz de kerevetine çıkabilirsiniz. Sayfam, her türlü yapıcı eleştirinize açıktır. Baki selam! 30/03/2018,  Barbaros ULU

*** 03/04/2018 tarihinde yenihaberden.com gazetesinde  yayımlanmıştır.

29 Mart 2018 Perşembe

Park ve Bahçelerimiz Birilerinin Gönül Eğlendirdiği Yerler Olmamalı! *

Bu sene kışı görmeden bahar geldi. Biraz serin geçse de bahar kendini hissettirmeye başladı iyice. Ağaçlarımız çiçek açtı. Park ve bahçelerimiz rengârenk çiçeklerle dolu. Tabiatın en güzel harikasını yaşıyoruz bugünlerde. Havaların üşütmeyecek bir seviyede olması, ağaçların çiçek açması çoğumuzu park ve bahçelere itti. Amaç seyir zevkimizi gidermek. Oturacak ve güzel bir ortam varsa niçin atmayalım kendimizi. Zira park ve bahçeler bunun için var.

Doğru dürüst soğuk ve karını görmediğimiz kışı geride bırakıp bahara merhaba derken bir dostumla karşılaştım geçen gün. Dertli mi dertliydi. Garibimin evi belediyeye ait bir parka bakıyor ve her gün parkın önünden geçmek zorunda. “Gençler, parklara akın etti, sarmaş-dolaşlar. Utanma, sıkılma da yok. Ne yapacağımı şaşırdım. Yazı konusu yapsan” dedi bana ayaküstü. Birkaç defa bu konuyu yazı konusu edindim desem de “Sen yine yaz” deyince hepimizin ortak derdi olan bu konuyu sipariş de olsa ele almaya karar verdim.

Kızın, erkeğe; erkeğin kıza ilgi duyması kadar doğal bir şey yok. İnsanların ve gençlerin parklara akın etmesine de bir diyeceğim yok. Herkes istediği parkta seyir, dinlenme ve muhabbet etme hakkını tepe tepe kullanır. Ama kullandığımız parklar kamuya ait, herkese açık yerler. Park ve bahçeleri gizli-kaçamaklı aşk yuvasına çevirme konusunda duyarlı olsak fena olmaz diyorum. Eğer gençlerimiz gönül eğlendirmek niyetindeler ise bu sevdadan vazgeçseler iyi olur. İlla gönül eğlendirmeye devam edeceklerse -hiç tavsiye etmem- bunun yeri, umuma ait yerler değil; gizli-kaçamak diyebileceğimiz sote yerler bu iş için daha uygun. Yok, ciddi ciddi evlenmeyi düşünüyorlarsa bunun yolu da park ve bahçelerde ilanı aşk yapmak değil; aile büyüklerine giderek “Biz karar verdik, bir yastıkta kocamak istiyoruz” demeliler. Güpegündüz, herkesin gözünün önünde bu yaptıklarını iyi bir şey sanıyorlarsa bilsinler ki yapılanı çevre hoş görmüyor. En iyisi, iyi olarak gördükleri bu hayatlarını kendi aile ortamlarında yapsalar fena olmaz diyorum.

Niyetim ahlak abidesi kesilmek, namus bekçiliği yapmak hiç değil. Herkes kendi namusunun bekçiliğini yapar ve yapmalı. Gençlerimiz evlilik öncesi ilişkilerinde ne şekilde davranmaları gerektiğini bilmiyorlarsa eğer, ilk önce Kur’an’ın “Kıssaların en güzeli” diye tavsif ettiği Yusuf süresini okuyarak işe başlayabilirler. Sürede; kimsenin göremeyeceği, kapalı bir ortamda, Züleyha’nın yanında yaşamak zorunda olan Yusuf’un, Züleyha’ya; Züleyha’nın da Yusuf’a ilgi duyduğunu, Züleyha’nın şiddetli bir şekilde arzulamasına rağmen Yusuf’un harama uçkur salmaktan kaçındığını ve bundan dolayı hapse gitmeyi göze aldığını görebilir gençlerimiz.  

Gençlerimiz kendileri bilir. Zira hayat onlarındır. Ama unutmasınlar ki içimizde yaşıyorlar, bir başkasına kötü örnek olmamalılar. Her nerede olurlarsa olsunlar “Ellerine, bellerine, dillerine,” hal ve hareketlerine dikkat etmeliler. Kendileri, ne kadar özgür düşünürlerse düşünsünler içindeki yaşadıkları toplumun değerlerine karşı hassasiyet gösterme gibi bir sorumlulukları vardır. Biz bunu gençlerimizden bekliyoruz. Allah hepimize en yakışıklı erkek diyebileceğimiz Yusuf peygamber gibi ahlak versin; harama yönelmekten, harama götüren yollardan sakınmayı nasip etsin ve Yusuf’u örnek alanlardan eylesin. 29/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

*31/03/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Mart 2018 Çarşamba

MSB: Milli Seminer Bakanlığı


Sene başından beri görevli izinli sayılarak gittiğim seminerlerin sayısını unuttum. Bir de dersim yokken zorunlu gittiklerimi sayarsam epey bir yekûn tutar. Ben yine şanslı olanlardanım. Çünkü emsallerimin gittiği seminer, kurs, eylem planı ve sunumların haddi hesabı yok. Yani bilgi, birikim ve donanım yönünden benden fersah fersah ilerideler.

Merak edip ne zaman gidiyorsunuz bu seminerlere derseniz, eğitim ve öğretimin içindeyken, dersler boşaltılarak yapılmaktadır derim. Siz seminerler dışında ne yaparsınız derseniz yine derim ki, yaptığımız seminerlerden arta kalan zaman diliminde fırsat bulabilirsek derse girmektir. Milli Eğitim kendini aştı, tek felsefesi var: Eğitim ve öğretim boyunca güne gün, olmazsa gün aşırı seminer düzenlemektir. Yani hayat boyu eğitim felsefesi gibi hayat boyu semineri kendisine misyon edinmiş durumda. Oldu olacak adını da Milli Seminer Bakanlığı şeklinde değiştirse daha iyi olacak. Eğer bu yeni ismin MSB ile karıştırılacağı iddia edilirse çok problem olacağını sanmıyorum. Bu ülkenin kardeş kurumları ne de olsa. Üstelik her ikisinin başında "milli" var. Ayrıca mevcut Bakanımız, her iki bakanlıkta da çalışmış ender kişilerden hatta tek kişidir. Savunma Bakanlığından sonra yeni kabinede adını Eğitim Bakanı olarak görünce bir an için her iki bakanlığın başındaki "milli" kelimesinden dolayı karıştırılmış olabileceğini düşündüm. Bu düşüncenin sadece bana ait bir vehm olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ardından kısa bir araştırma yapınca birbirine zıt gibi görünen iki bakanlığı birbirine yakınlaştıranın, Sayın Bakanın mezun olduğu okullar olduğu anlaşılacaktır. Zamanında düşünemedim tabi. Önümü görememişim. Aslında Bakanı şanslı kılan iki üniversite mezunu olması: hukuku bitirmesi değil, gemi mühendisliğini bitirmesi sanki. Ne edersiniz ki kör talih hiç peşimi bırakmadı. Bilseydim Sayın Bakanın okuduğu okulları okurdum. Haydi geçmişte düşünemedim. Çocuklarımı aynı okullarda okutarak önlerini açabilirdim. Ama burnunun ucunu göremeyen ben; ne kendime ne de çocuklarıma katkı verebildim bu konuda.

Bize durmadan seminer ve kurs düzenleyenlerin bilinçaltında eğitim ve öğretimin önündeki en büyük engelin öğretmen olduğu o kadar işlemiş olmalı ki biz bunları yola getirirsek eğitim ve öğretimimiz düze çıkar düşündesindeler. Bunun yolunu da öğretmenleri eğitmek, yani seminer vermek suretiyle halledebileceklerine kendilerini öyle inandırmışlar ki gece-gündüz seminer düzenliyorlar. Hatta hızlarını alamayıp seminerin bitiminde film bile izletiyorlar. 

Bize fırsat buldukça dersi var mı yok mu dersleri boş geçer, öğrenci mağdur olur, okulun düzeni bozulur demeden seminer düzenleyenler, yaptıklarınızda iyi niyetli olabilirsiniz. Ama bilin ki metodunuz, zamanlamanız yanlıştır. Usulsüz vusül olmaz. Biz yaparız olur diyorsanız oluyor. Ama bir faydadan hali değil yaptığınız. Yok, dostlar alışverişte görsün diyorsanız evet, herkes sizi görüyor, hatta seyrediyor. Hem de ibret ve hayretle. 28.03.2018, Ramazan Yüce, Konya


27 Mart 2018 Salı

Seminerler Arasında Eğitim veya Şeytan Taşlamaktan Tavafa Vakit Bulamamak

—Sayın müdürüm! Nereden böyle?
—Toplantıdan.
—Ne toplantısı bu saatte?
—Eksik olmaz bizde toplantı.
—Faydalı mı bari?
—Nerde? Eften-püften şeyler, ardı arkası kesilmeyen gündem...
—Kim yapar toplantıyı, amiriniz mi?
—Evet.
—Tüm toplantıları o mu yapar?
—Bizde amir çok, yedi kocalı hürmüz gibiyiz. Kafası esen yapar.
—Geçmiş olsun!
*
—Müdürüm, nereye böyle acele acele?
—Toplantı var da...onun için.
—Daha geçen gün yapmadınız mı?
—Yaptık, bu başka.
—Bu sefer konu ne?
—Varınca öğreneceğim.
—İnsan gündemi bilmez mi?
—Toplantıları kovalamaktan gündemi takip edemiyorum artık.
*
—Müdürüm, seni bir ziyarete geleceğin, yarın okulda mısın?
—Çok iyi olurdu ama okulda olamayacağım.
—Niçin, bir manin mi var?
—Toplantım var.
—Yine mi?
—Maalesef!
—Sahi siz okula ne zaman gidersiniz?
—Toplantılardan fırsat buldukça...
***
—Öğretmenim, hayırdır dersi yok mu bugün?
—Vaar.
—Niçin okulda değilsin?
—Seminer varmış, ona geldim.
—Okuldaki derslerin ne olacak?
—Programı uygunsa nöbetçi öğretmen, değilse okul idarecileri doldurur. Bu da mümkün değilse ders doldurulmaz, çocukların dersi boş geçer.
—Dersi dolduran sınıfta ne iş yapar?
—Sınıfa bekçilik yapar.
—İşlenmeyen konu ne olacak?
—Öğretmen daha sonra hızlandırarak konuyu telafi eder.
*
—Öğretmenim, dün dersimize gelmediniz, hasta mıydınız?
—Hayır çocuklar, hasta değildim, bizi kursa aldılar. Ondan dolayı gelemedim.
—Ama hocam, geçen hafta da gelmemiştiniz.
—O zaman da bizi seminere almışlardı.
—Bizim dersimiz ne olacak? Epeyce geride kaldık.
—Telafi edeceğiz.
—Bu nasıl olacak?
—Dört ders saatinde işlenmesi gereken dersi iki saatte hızlandırarak vereceğiz.
*
—Müdürüm, sınıfımda kimse yok. Çocuklar nerede?
—Aşağıda salonda bir seminer alıyorlar.
*
—Buyrun müdür bey!
—Hocam çocukları salona alacağız, zira bir sunum olacak. Siz de öğrencilerin başında gideceksiniz, orada bulunacaksınız.
—Hocam, zorunlu değilse benim sınıf gitmese olur mu? Konulardan epey geri kaldık da.
—Olmaz hocam! Sunum bu, mecburen yapmamız lazım.
—Hocam ben falan öğrencinin velisiyim. Öğretmenleriniz çok devamsızlık yapıyor, çocuklarımızın dersleri geride kalıyor. Dersleri boş geçince derslere odaklanamıyor.
—Hanımefendi! Devamsızlıkların çoğu mazeretten, keyfi devamsızlık olmaz bizde.
—Ne mazeretiymiş beyefendi! Eğitim ve öğretimden önemli mazeret ne ola ki?
—Mazeret dedimse öğretmenlerimize yönelik kurs, seminer ve toplantıdan kaynaklı. 
—Bu seminerleri yapmak için bula bula ders saatleri mi ayarlanıyor. Bu, bir şeyi yaparken başka bir şeyi yıkmak değil mi?
—Hanımefendi, bu durum bizden kaynaklanmıyor, planlayıcı biz değiliz, emir demiri keser.
—Bu planlayıcılar koca yaz dönemini bitirdiler de kervan yola çıktıktan sonra mı seminer yapmaya kalkıyor?
—Yaz dönemine gerek yok hanımefendi. Öğretmenlerin iki haftası haziran, iki haftası da eylülde olmak üzere toplam bir ay mesleki çalışma denilen seminer dönemleri var. Üstelik bu dönemde öğrenci de yok. Kimse mağdur olmaz. Yapılacak bütün seminerler bir planlamaya mesleki çalışma dönemlerinde verilebilir. Ama yapılmıyor maalesef.
—O zaman çocuklarımızın boşa geçen vakitleri ne olacak, bu mağduriyetimiz nasıl giderilecek?
—Seminerlerden fırsat buldukça ders işleyeceğiz.
—Sizinki teşbihte hata olmasın, şeytan taşlamaktan Kabe'yi tavaf edemeyen kişinin durumuna benziyor. 27.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

26 Mart 2018 Pazartesi

Bu Gidişle Kimseyi Hayırla Yâd Edemeyeceğiz *


Siyaset, bilim veya hayatın herhangi bir alanında fikri, zikri, duruşu ile gıpta ettiğimiz insanlar vardır. Çoğu, derdimize tercüman olur, göğsümüze su serper. İyi ki böyleleri var dedirtir insana. Kimi ekiple ön plana çıkar, kimi de kendisi tek başına bir ekiptir. Kiminin işi yaver gider, her türlü itibarı görür, makam-mevki edinir. Kimi de sevilmekle beraber tek gelir, tek gider. Çoğu zaman sevgiden öte karşılığını görmez.

Dünya dediğimiz; kiminin nasiplendiği, kiminin nasibini teptiği, kiminin de nasibinin ötelendiği bir yer olsa gerek. Kimi gücünü para-puldan, kimi makam-mevkiden alır. Kimi de karşılığını almasa da kişilik ve duruşuyla bir değer ifade eder. Gönüllerde taht kurar. Gözünü budaktan esirgemez böyleleri. Söylenmesi gerekeni usturuplu bir şekilde söyler, gerekirse vücudunu ve ruhunu ortaya koyar. Bedel ödenecekse en önde yer alır. Kınayanın kınamasına aldırmaz. Kendisinin gösteremediği cesareti böylelerinde görür insan. Takdirdir hep aldıkları bunların.

Ülkesi ve inandığı değerler adına tek başına mücadele ederek vatandaşın gönlünde taht kuran böyleleri vefat edince geride kalanların içi cız eder: “İyi adamdı, yeri doldurulamaz, kıymeti yeterince bilinemedi, emeğinin karşılığını alamadı, cebine değil, inandığı değerlere çalıştı, bu dünyadan dikili bir ağacı olmadan gitti” şeklinde içinden geldiği gibi yazar, çizer ve söyler. Yani ardından hayırla yâd eder. Fakat içimizde öyleleri var ki ölenin ardından hayırla yâd etmene bile fırsat vermiyor. Hemen başlar eleştirmeye: “Adamın değerini yeni mi anladınız, öldükten sonra badem gözlü mü oldu. Yaşarken neredeydiniz, madem bu kadar değerliydi, o zaman bu adama niçin oy vermediniz?”  şeklinde eleştiriler getirir sevdiğini izhar edenlere. Haklılık payı var mıdır bu tür eleştirilerin? Var elbet. Fakat hesap etmedikleri veya göz ardı ettikleri bir başka yön var. Sanıyorlar ki her değer, dünyadayken karşılığını alacak. Bu bakış açısı her zaman doğru olmaz. Çünkü dünyanın kuruluş felsefesine aykırıdır bu. Eğer dünyada her şeyin karşılığı alınsaydı veya karşılığı olsaydı ahiret olmazdı, ebedi âleme ihtiyaç olmazdı. Bu dünyanın adaleti, kiminin yüzünün güldüğü, kiminin de gülmediği yönündedir. Her şeyin, herkesin hak ettiği yer ancak ukba âlemdir. 

Olaya başka bir açıdan bakarsak siyaset dediğimiz alan bir arenadır, güç gösterisinin yapıldığı yerdir. Halka kendini beğendirme ve ikna etmedir, kendini ve fikirlerini pazarlamadır, podyuma çıkmadır. Bir ekip işidir aynı zamanda. Ekipsiz yola çıkan kişi, diğer aksesuarları olmayan bir aracın motoru gibidir. Motorsuz arabanın bir karşılığı olmadığı gibi kaportası olmayan motorun da kıymeti bilinmekle beraber tek başına bir değer ifade etmez. Motor ve diğer aksamı birlikte ancak araç olur ve yola koşulur. Siyaset böyle bir şeydir. Ayaklar yere basarak yapılır. Siyaseti tek başına sırtlayan değerler, gönüllerde taht kursalar da tek başına mücadeleleri oya tahvil edilemez. Çünkü siyasetin kendi başına raconu vardır: Baraj bunlardan biridir. Baraj problemini aşamayanlar değeri bilinse veya bir değer ifade etseler de hak ettiklerini alamazlar. Çünkü insanlar siyasette ideal olandan ziyade sonuç almaya yoğunlaşır. Ehveni olmuyorsa ehven-i şerde toplanır.

Tek başına yaptıkları siyaseti yapanlar, sevilmelerine rağmen halktan oy alamadıkları için kimseye kızıp gücenmediler, küsmediler, halkla barışık yaşadılar ve kendilerine yakışanı yaparak çekip gittiler. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun, bu iyi insanlar adına racon kesenlerde, sevgisini izhar edenleri ayıplayanlarda diye düşünüyorum. 26.03.2018 Ramazan Yüce, Konya



* 28/03/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.