28 Mart 2018 Çarşamba

MSB: Milli Seminer Bakanlığı


Sene başından beri görevli izinli sayılarak gittiğim seminerlerin sayısını unuttum. Bir de dersim yokken zorunlu gittiklerimi sayarsam epey bir yekûn tutar. Ben yine şanslı olanlardanım. Çünkü emsallerimin gittiği seminer, kurs, eylem planı ve sunumların haddi hesabı yok. Yani bilgi, birikim ve donanım yönünden benden fersah fersah ilerideler.

Merak edip ne zaman gidiyorsunuz bu seminerlere derseniz, eğitim ve öğretimin içindeyken, dersler boşaltılarak yapılmaktadır derim. Siz seminerler dışında ne yaparsınız derseniz yine derim ki, yaptığımız seminerlerden arta kalan zaman diliminde fırsat bulabilirsek derse girmektir. Milli Eğitim kendini aştı, tek felsefesi var: Eğitim ve öğretim boyunca güne gün, olmazsa gün aşırı seminer düzenlemektir. Yani hayat boyu eğitim felsefesi gibi hayat boyu semineri kendisine misyon edinmiş durumda. Oldu olacak adını da Milli Seminer Bakanlığı şeklinde değiştirse daha iyi olacak. Eğer bu yeni ismin MSB ile karıştırılacağı iddia edilirse çok problem olacağını sanmıyorum. Bu ülkenin kardeş kurumları ne de olsa. Üstelik her ikisinin başında "milli" var. Ayrıca mevcut Bakanımız, her iki bakanlıkta da çalışmış ender kişilerden hatta tek kişidir. Savunma Bakanlığından sonra yeni kabinede adını Eğitim Bakanı olarak görünce bir an için her iki bakanlığın başındaki "milli" kelimesinden dolayı karıştırılmış olabileceğini düşündüm. Bu düşüncenin sadece bana ait bir vehm olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ardından kısa bir araştırma yapınca birbirine zıt gibi görünen iki bakanlığı birbirine yakınlaştıranın, Sayın Bakanın mezun olduğu okullar olduğu anlaşılacaktır. Zamanında düşünemedim tabi. Önümü görememişim. Aslında Bakanı şanslı kılan iki üniversite mezunu olması: hukuku bitirmesi değil, gemi mühendisliğini bitirmesi sanki. Ne edersiniz ki kör talih hiç peşimi bırakmadı. Bilseydim Sayın Bakanın okuduğu okulları okurdum. Haydi geçmişte düşünemedim. Çocuklarımı aynı okullarda okutarak önlerini açabilirdim. Ama burnunun ucunu göremeyen ben; ne kendime ne de çocuklarıma katkı verebildim bu konuda.

Bize durmadan seminer ve kurs düzenleyenlerin bilinçaltında eğitim ve öğretimin önündeki en büyük engelin öğretmen olduğu o kadar işlemiş olmalı ki biz bunları yola getirirsek eğitim ve öğretimimiz düze çıkar düşündesindeler. Bunun yolunu da öğretmenleri eğitmek, yani seminer vermek suretiyle halledebileceklerine kendilerini öyle inandırmışlar ki gece-gündüz seminer düzenliyorlar. Hatta hızlarını alamayıp seminerin bitiminde film bile izletiyorlar. 

Bize fırsat buldukça dersi var mı yok mu dersleri boş geçer, öğrenci mağdur olur, okulun düzeni bozulur demeden seminer düzenleyenler, yaptıklarınızda iyi niyetli olabilirsiniz. Ama bilin ki metodunuz, zamanlamanız yanlıştır. Usulsüz vusül olmaz. Biz yaparız olur diyorsanız oluyor. Ama bir faydadan hali değil yaptığınız. Yok, dostlar alışverişte görsün diyorsanız evet, herkes sizi görüyor, hatta seyrediyor. Hem de ibret ve hayretle. 28.03.2018, Ramazan Yüce, Konya


27 Mart 2018 Salı

Seminerler Arasında Eğitim veya Şeytan Taşlamaktan Tavafa Vakit Bulamamak

—Sayın müdürüm! Nereden böyle?
—Toplantıdan.
—Ne toplantısı bu saatte?
—Eksik olmaz bizde toplantı.
—Faydalı mı bari?
—Nerde? Eften-püften şeyler, ardı arkası kesilmeyen gündem...
—Kim yapar toplantıyı, amiriniz mi?
—Evet.
—Tüm toplantıları o mu yapar?
—Bizde amir çok, yedi kocalı hürmüz gibiyiz. Kafası esen yapar.
—Geçmiş olsun!
*
—Müdürüm, nereye böyle acele acele?
—Toplantı var da...onun için.
—Daha geçen gün yapmadınız mı?
—Yaptık, bu başka.
—Bu sefer konu ne?
—Varınca öğreneceğim.
—İnsan gündemi bilmez mi?
—Toplantıları kovalamaktan gündemi takip edemiyorum artık.
*
—Müdürüm, seni bir ziyarete geleceğin, yarın okulda mısın?
—Çok iyi olurdu ama okulda olamayacağım.
—Niçin, bir manin mi var?
—Toplantım var.
—Yine mi?
—Maalesef!
—Sahi siz okula ne zaman gidersiniz?
—Toplantılardan fırsat buldukça...
***
—Öğretmenim, hayırdır dersi yok mu bugün?
—Vaar.
—Niçin okulda değilsin?
—Seminer varmış, ona geldim.
—Okuldaki derslerin ne olacak?
—Programı uygunsa nöbetçi öğretmen, değilse okul idarecileri doldurur. Bu da mümkün değilse ders doldurulmaz, çocukların dersi boş geçer.
—Dersi dolduran sınıfta ne iş yapar?
—Sınıfa bekçilik yapar.
—İşlenmeyen konu ne olacak?
—Öğretmen daha sonra hızlandırarak konuyu telafi eder.
*
—Öğretmenim, dün dersimize gelmediniz, hasta mıydınız?
—Hayır çocuklar, hasta değildim, bizi kursa aldılar. Ondan dolayı gelemedim.
—Ama hocam, geçen hafta da gelmemiştiniz.
—O zaman da bizi seminere almışlardı.
—Bizim dersimiz ne olacak? Epeyce geride kaldık.
—Telafi edeceğiz.
—Bu nasıl olacak?
—Dört ders saatinde işlenmesi gereken dersi iki saatte hızlandırarak vereceğiz.
*
—Müdürüm, sınıfımda kimse yok. Çocuklar nerede?
—Aşağıda salonda bir seminer alıyorlar.
*
—Buyrun müdür bey!
—Hocam çocukları salona alacağız, zira bir sunum olacak. Siz de öğrencilerin başında gideceksiniz, orada bulunacaksınız.
—Hocam, zorunlu değilse benim sınıf gitmese olur mu? Konulardan epey geri kaldık da.
—Olmaz hocam! Sunum bu, mecburen yapmamız lazım.
—Hocam ben falan öğrencinin velisiyim. Öğretmenleriniz çok devamsızlık yapıyor, çocuklarımızın dersleri geride kalıyor. Dersleri boş geçince derslere odaklanamıyor.
—Hanımefendi! Devamsızlıkların çoğu mazeretten, keyfi devamsızlık olmaz bizde.
—Ne mazeretiymiş beyefendi! Eğitim ve öğretimden önemli mazeret ne ola ki?
—Mazeret dedimse öğretmenlerimize yönelik kurs, seminer ve toplantıdan kaynaklı. 
—Bu seminerleri yapmak için bula bula ders saatleri mi ayarlanıyor. Bu, bir şeyi yaparken başka bir şeyi yıkmak değil mi?
—Hanımefendi, bu durum bizden kaynaklanmıyor, planlayıcı biz değiliz, emir demiri keser.
—Bu planlayıcılar koca yaz dönemini bitirdiler de kervan yola çıktıktan sonra mı seminer yapmaya kalkıyor?
—Yaz dönemine gerek yok hanımefendi. Öğretmenlerin iki haftası haziran, iki haftası da eylülde olmak üzere toplam bir ay mesleki çalışma denilen seminer dönemleri var. Üstelik bu dönemde öğrenci de yok. Kimse mağdur olmaz. Yapılacak bütün seminerler bir planlamaya mesleki çalışma dönemlerinde verilebilir. Ama yapılmıyor maalesef.
—O zaman çocuklarımızın boşa geçen vakitleri ne olacak, bu mağduriyetimiz nasıl giderilecek?
—Seminerlerden fırsat buldukça ders işleyeceğiz.
—Sizinki teşbihte hata olmasın, şeytan taşlamaktan Kabe'yi tavaf edemeyen kişinin durumuna benziyor. 27.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

26 Mart 2018 Pazartesi

Bu Gidişle Kimseyi Hayırla Yâd Edemeyeceğiz *


Siyaset, bilim veya hayatın herhangi bir alanında fikri, zikri, duruşu ile gıpta ettiğimiz insanlar vardır. Çoğu, derdimize tercüman olur, göğsümüze su serper. İyi ki böyleleri var dedirtir insana. Kimi ekiple ön plana çıkar, kimi de kendisi tek başına bir ekiptir. Kiminin işi yaver gider, her türlü itibarı görür, makam-mevki edinir. Kimi de sevilmekle beraber tek gelir, tek gider. Çoğu zaman sevgiden öte karşılığını görmez.

Dünya dediğimiz; kiminin nasiplendiği, kiminin nasibini teptiği, kiminin de nasibinin ötelendiği bir yer olsa gerek. Kimi gücünü para-puldan, kimi makam-mevkiden alır. Kimi de karşılığını almasa da kişilik ve duruşuyla bir değer ifade eder. Gönüllerde taht kurar. Gözünü budaktan esirgemez böyleleri. Söylenmesi gerekeni usturuplu bir şekilde söyler, gerekirse vücudunu ve ruhunu ortaya koyar. Bedel ödenecekse en önde yer alır. Kınayanın kınamasına aldırmaz. Kendisinin gösteremediği cesareti böylelerinde görür insan. Takdirdir hep aldıkları bunların.

Ülkesi ve inandığı değerler adına tek başına mücadele ederek vatandaşın gönlünde taht kuran böyleleri vefat edince geride kalanların içi cız eder: “İyi adamdı, yeri doldurulamaz, kıymeti yeterince bilinemedi, emeğinin karşılığını alamadı, cebine değil, inandığı değerlere çalıştı, bu dünyadan dikili bir ağacı olmadan gitti” şeklinde içinden geldiği gibi yazar, çizer ve söyler. Yani ardından hayırla yâd eder. Fakat içimizde öyleleri var ki ölenin ardından hayırla yâd etmene bile fırsat vermiyor. Hemen başlar eleştirmeye: “Adamın değerini yeni mi anladınız, öldükten sonra badem gözlü mü oldu. Yaşarken neredeydiniz, madem bu kadar değerliydi, o zaman bu adama niçin oy vermediniz?”  şeklinde eleştiriler getirir sevdiğini izhar edenlere. Haklılık payı var mıdır bu tür eleştirilerin? Var elbet. Fakat hesap etmedikleri veya göz ardı ettikleri bir başka yön var. Sanıyorlar ki her değer, dünyadayken karşılığını alacak. Bu bakış açısı her zaman doğru olmaz. Çünkü dünyanın kuruluş felsefesine aykırıdır bu. Eğer dünyada her şeyin karşılığı alınsaydı veya karşılığı olsaydı ahiret olmazdı, ebedi âleme ihtiyaç olmazdı. Bu dünyanın adaleti, kiminin yüzünün güldüğü, kiminin de gülmediği yönündedir. Her şeyin, herkesin hak ettiği yer ancak ukba âlemdir. 

Olaya başka bir açıdan bakarsak siyaset dediğimiz alan bir arenadır, güç gösterisinin yapıldığı yerdir. Halka kendini beğendirme ve ikna etmedir, kendini ve fikirlerini pazarlamadır, podyuma çıkmadır. Bir ekip işidir aynı zamanda. Ekipsiz yola çıkan kişi, diğer aksesuarları olmayan bir aracın motoru gibidir. Motorsuz arabanın bir karşılığı olmadığı gibi kaportası olmayan motorun da kıymeti bilinmekle beraber tek başına bir değer ifade etmez. Motor ve diğer aksamı birlikte ancak araç olur ve yola koşulur. Siyaset böyle bir şeydir. Ayaklar yere basarak yapılır. Siyaseti tek başına sırtlayan değerler, gönüllerde taht kursalar da tek başına mücadeleleri oya tahvil edilemez. Çünkü siyasetin kendi başına raconu vardır: Baraj bunlardan biridir. Baraj problemini aşamayanlar değeri bilinse veya bir değer ifade etseler de hak ettiklerini alamazlar. Çünkü insanlar siyasette ideal olandan ziyade sonuç almaya yoğunlaşır. Ehveni olmuyorsa ehven-i şerde toplanır.

Tek başına yaptıkları siyaseti yapanlar, sevilmelerine rağmen halktan oy alamadıkları için kimseye kızıp gücenmediler, küsmediler, halkla barışık yaşadılar ve kendilerine yakışanı yaparak çekip gittiler. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun, bu iyi insanlar adına racon kesenlerde, sevgisini izhar edenleri ayıplayanlarda diye düşünüyorum. 26.03.2018 Ramazan Yüce, Konya



* 28/03/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


25 Mart 2018 Pazar

Anlaşılan Biz Bu İleri-Geri Saatten Daha Çok Çekeceğiz! **

Pazar günü uyandığımda saatin kaçı olmuş diye cep telefonuma baktım. Saatler 11.00’i gösteriyordu. Nasıl yatmışım bu saate kadar dedim. Yarı uykulu halimden kurtulmak için gözlerimi biraz daha açtım. Gözlerimde sorun yoktu. Nasıl bu saate kadar yattım, bir anormallik var yine diyerek kolumdaki saatime baktım. Bu sefer saatim 10.00’u gösteriyordu. Uyku semesi saatleri yanlış okuyorum galiba dedim; tekrardan bir kolumdakine, bir de masamdaki cep telefonuma baktım. Aradaki fark bir saatti. Yatağın içinde bu sefer saatin kaç olduğunu bıraktım, aylardan hangi aydayız dedim kendi kendime. Martın sonlarındayız. Saatler ileri alınmış olmalı dedim. Sanal âleme girerek teyidini yaptım, ileri olan saatlerimiz bir daha ilerlemişti. Eskiden bir ileri yaparken bu sefer benim akıllı telefonum iki ileri yapmıştı.

Biz ülke olarak bundan sonra bir ileri, bir geri yapmayacağız, saat ikilemi yaşamayacağız diyerek saatlerimizi hep ileri saati kullanacak şekilde sabitlesek de anlaşılan senede iki defa dünyanın bir ileri, bir geri yaptığı zaman diliminde aynı sendromu tekrar yaşayacağız. Elimizde taşıdığımız cep telefonu senede iki defa “Siz saatlerle oynamaktan vazgeçseniz de ben size yılda iki kere hep bunu hatırlatacağım” der gibi oynuyor bizimle. Uyku sersemliğini atar atmaz aklıma bir papaz fıkrası geldi:Papazın biri kilisede kürsüye çıkar. Garibim vaaz verirken sesli bir şekilde yellenir. Cemaatinin karşısında mahcup olur. Toplum içerisine giremez. Sonunda kararını verir. Çok sevdiği memleketini terki diyar eder. 10 yıl başka şehirlerde ikamet eder. Unutulmuştur artık diyerek gözünde tüten memleketine geri gelir. Şehrin girişinde 12 yaşlarında bir çocuk vardır. Beldesi hakkında biraz nabız yoklamak amacıyla çocukla konuşmaya karar verir: ‘Yavrum! Adın ne senin, kimin oğlusun, kaç yaşındasın’ der. Çocuk: Adım Hans, bakkalın oğluyum, papazın yellenmesinden 2 yıl sonra doğmuşum” cevabını verir. Canın isterse hatırlama fıkrayı. Fıkra bu. Uyku mahmurluğu falan dinlemiyor.

Cebimizde taşıdığımız telefon güya akıllı! Hatta o kadar akıllı ki, bu ülke saati sabitledi, üstelik ileride hep. Ben burayı es geçeyim falan demiyor. Senede iki defa aynı haltı yaşatıyor bize. Kilisede yellenen papazın kokusu gitse de, aradan yıllar geçse de, eski çamlar bardak oldu, biz saatle oynamayı bıraktık, zamanla oynamayacağız artık; geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye desek de saat bize senede iki defa aynı sendromu yaşatacak. Tıpkı papazın yellenmesinin milat kabul edildiği gibi. Nasıl kurtulacağız bu terk ettiğimiz saatin senede iki defa kafamıza vururcasına “Ben daha ölmedim” demesinden.

Başımıza Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı kesilen bu saatten nasıl kurtulacağız?  “Ebu’l Kasım, imkanı yerinde olmasına rağmen her tarafı yırtılmış ve yama yaptırılmış ayakkabısını giymeye devam ediyor. Ayakkabı, yamalardan olsa gerek ağır mı ağır! Herkesin tanıdığı bu ayakkabıdan kurtulması ve yeni bir ayakkabı alması için eşi-dostu, yeni bir ayakkabı al dese de Ebu’l Kasım, ‘Haklısınız, alayım” der ama cimriliği yeni bir ayakkabı almasının da önüne geçer her defasında. Bir gün hamama giden Ebu’l Kasım, hamam çıkışı elbiselerini giyerken kendi ayakkabılarının yanında gıcır gıcır yepyeni bir ayakkabı bulur: ‘Eş-dost bana acıdı, yeni bir ayakkabı alıverdi, sağ olsunlar’ diyerek yeni ayakkabıları ayağına giyer, çeker gider. Ayakkabı şehrin kadısınındır. Kadı, ayakkabısını yerinde bulamayınca kızar, bağırır. Kadının adamları giden ayakkabının yerine konmuş eski ve yamalı ayakkabıları görünce, ‘Sayın kadım! Bu ayakkabılar Ebu’l Kasım’ın, seninkileri o giymiş olmalı’ der. Ebu’l Kasım’ı derdest ederek kadının huzuruna çıkarırlar. Yargılama sonucunda belli bir para cezasına çarptırılan Ebu’l Kasım, ayakkabılarını eline alır, ‘Bu gidişle ben bu ayakkabılardan çok çekeceğim, en iyisi kurtulmak’ der yeni bir ayakkabı alır. Eski ayakkabısını gider denize atar ve evinin yolunu tutar. Günler sonrasında denizde balık tutan birinin oltasına ağır mı ağır bir şey takılır. Balıkçı, ‘Büyük bir balık yakaladım galiba’ diye sevinç içerisinde oltayı kaldırınca oltaya takılanın Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı olduğunu görür, düşürmüş olmalı, diyerek Ebu’l Kasım’ın kapısını çalar. Malum ayakkabının sahibi evde yoktur. Kaybolmasın, gelip geçen almasın diye ayakkabıları evin damına atar. Damda gezinmekte olan kedinin ayağına takılan ayakkabı, yoldan geçmekte olan birinin kafasına düşer ve adamı yaralar. Yaralı adam hastanede tedavi görürken şehrin kadısı, yaralayanın peşindedir. Suç yerinde Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı bulunur. Adam yaralamaktan Ebu’l Kasım’a hem hastane masrafları, ayrıca para cezası verilir. Olan bütün mal varlığını eski ayakkabısı sayesinde kaybeden Ebu’l Kasım, saçını-başını yolarak, “Ben bu ayakkabıdan nasıl kurtulacağım” diye düşünür ve sonunda eline tutuşturulan ayakkabılarla yeniden kadının huzuruna çıkar, kadıya: ‘Sayın kadım! Bu ayakkabı ile aramda hiçbir bağımın olmadığı ile ilgili bana resmi bir belge versen’ diye ricada bulunur. Ebu’l Kasım’ı dinlemekte olan kadı, acı acı gülümseyerek Ebu’l Kasım’a “Ayakkabı ile Ebu’l Kasım’ın hiçbir alakası yoktur” şeklinde bir berat verir ve böylece Ebu’l Kasım , servetine mal olan bu ayakkabıdan zor da olsa kurtulur.

Sahi biz papazın yellenmesi gibi senede iki defa karşımıza çıkan bu ileri-geri saat uygulamasından nasıl kurtulacağız? Ebu’l Kasım, kadıdan berat almakla kurtuluyor, biz nasıl kurtulacağız? Var mı bunun çaresini/yolunu bilen? 25/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 25/03/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



24 Mart 2018 Cumartesi

MEB Personelinin BİMER ve CİMER Müracaatları

Vatandaş; bilgi edinmek, birisini veya bir kurumu şikayet etmek amacıyla yetkili mercilere ulaştırılmak üzere dilekçe hakkının yanında, Bimer veya Cimer gibi yolları kullanmaktadır. Her başvuruya süresi içerisinde cevap verilmektedir.

Şikayet, öneri, mağduriyet vb. nedenlerle kullanılan bu hak, sorunları ne kadar çözüyor konusu ayrı bir konu. Sivil vatandaş bu hakkı istediği şekilde rahat bir şekilde kullanmaktadır. Devlet memurları bu yöntemlerden herhangi birini kullanmaya kalksa karşısına hemen mevzuat çıkar. Kendisine cevap olarak "Bu konuyu çalıştığınız kurum amirine dilekçe vermek suretiyle çözmeniz gerekmektedir." denir. Çünkü dilekçe vermek için silsile takip edilmesi gerekir. Hatta bazı zamanlarda kamu personeline silsile atladığından dolayı inceleme ve soruşturma da açılabiliyor. Daha doğrusu soruşturma açılabiliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin imzalı gönderilen yazıya göre memurların da Bimer, Cimer gibi bilgi edinme yollarını kullanabilecektir. Bu yazıyla birlikte memurlara konmuş yasak da kalkmış oldu. Olmadı gereken de buydu. Gecikmiş de olsa olumlu bir gelişmedir.

Gelelim Bimer ve Cimer'in işlevine. Beklenen işlevi yerine getirdiğini düşünmüyorum. Çünkü yaptığın şikayet vb. durum, "çöz-cevapla" diyerek tekrar şikayetçi olduğun kuruma gönderiliyor. Aşağı ne yapıyor? "Durum şöyle şöyle..." deyip hem yukarı gönderiyor. Yukarı, "Cevap aşağıdadır" şeklinde aynı yazıyı forward edip gönderiyor. Sorun çözülmüyor yani. Bunun mantığını anlamış değilim. Çünkü şikayet edilen kurum veya kişi sorunu çözse idi, zaten sorun yukarıya gitmeyecekti. Sadece yazışmak yanınıza kar kalıyor. Çünkü gelen cevap mağduriyeti çözmüyor. Ya da şikayetin aslı yoksa, çalışana iftira edilmişse şikayet edene bir yaptırımı yok. 

Bilgi edinmeyi daha işlevsel hale getirmek için bazı şeyler yapmak gerekir. Gerekli-gereksiz başvurunun önüne geçilmeli. Öyle her isteyenin canım sıkıldı diyerek yazı döşediği, kızdığı memura had bildirdiği bir yer olmamalı. Başvurusu yapılan konu ciddi olmalı. Lüzumsuz başvuruların önüne geçmek için başvuru esnasında cüz'i de olsa bir başvuru ücreti yatırma zorunluluğu getirilebilir. Şikayet edilen konunun adlı yoksa, çalışana iftira edilmişse başvuru sahibine müeyyide uygulanabilir. Şikayet edilen konu ve kişi, üst makam tarafından incelemeye alınmalıdır. Konunun aslı var ise kasdi olan davranışa ceza verilmelidir. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 




İnsan Gönül Koymaya Görsün!

İnsanoğlu boy-pos, kılık-kıyafet, tip yönünden farklı olduğu gibi duygu-düşünce, hissetme, incelik ve zerafet bakımından da farklıdır. Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin bir insanı çözmek için tüm dünya bir araya gelse çözebildiği, buz dağının görünen kısmı kadardır. Bu da insanın onda birine tekabül eder. Daha görünmeyen kısmı vardır. Çünkü onca şeffaflığına rağmen insan gizemli bir varlıktır. Olaylara, zamana, ortama, psikolojisine göre değişiklik gösterir insanoğlu. Hele bir de içe dönük biri ise insan, çöz çözebilirsen.

Ne gülen yüzler vardır; içi kan ağlar, ne sakin insanlar vardır; içinde fırtınalar kopar, ne kızgın ve sinirli insanlar vardır; içi merhamet doludur. Ne insanlar vardır ki içi duygu yüklüdür, ne insanlar vardır ki kendini olduğundan farklı gösterir. Biz aysbergin görünen yüzünü biliyoruz. Sadece görünüşüne göre tanıyor ve tanımlıyoruz insanı. Mesela kırgınlığı, alınmayı, içe kapanmayı nereye koyacağız? Çünkü insanın ne zaman, neye alınacağını kestirmek mümkün değil.

Kişi bir şey umar; umduğu olmayınca alınır, ilgi alaka bekler; yeterince ilgilenilmediği için alınır, taltif bekler; olmayınca alınır, şaka yaparsın; kaldıramaz, alınır; şaka yapmazsın, herkese şaka yapıyor, bana şaka yapmıyor diye alınır... Alınır oğlu alınır. Parayla mı sanki. Çeker oğlu çeker, tıpkı mıknatıs gibi. Her şeyin çözüm ve tedavisi vardır ama alınganlığın, kırılmanın tedavisi yoktur. Hiç içinden çıkmaz, hep kendiyle yaşar. Belki de tek tedavisi hafıza kaybıdır. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 


Bu Ülkede Eğitim ve Öğretim Kötü de...


İster içinde olsun, ister hiç alakası olmasın bu ülkede herkesin ağzında eğitim ve öğretim var. Bilsin, bilmesin herkes konuşuyor ve eleştiriyor. “Ne olacak bu Milli Eğitimin hali?” diye söze başlıyor. “Ben devletin yerinde olsam, ah bir Milli Eğitim Bakanı olsam! Bak Milli Eğitimi nasıl yola getiririm…” diye devam ettiriyor. Eğitim ve öğretime eleştiri getiren, öneri sunan, eğitimi beğenmeyen kim varsa hepsi haklı. Gerçekten eğitim ve öğretimimiz adına yetkililer ne yaparsa yapsın, mevcut maarifimiz beklentilere cevap vermiyor. Tarafların beklentisi gerçekleşmeyince herkes hıncını ya sistemden, ya yöneticilerden ya da öğretmenlerden alıyor. Vurun abalıya diyerek yerden yere vuruyor. Sorumlulara yüklenelim yüklenmesine. Ama biraz da olaya başka açıdan bakalım.

Bu ülkede eğitim ve öğretim kötü de başka kurumlar çok mu iyi? Eğer çok iyi diye düşünüyorsanız baştan söyleyeyim, kendimizi kandırıyoruz. Niçin mi? Eğer bir toplumda bir kurumda çürümüşlük varsa diğer kurumların bundan azade olması mümkün değildir. Kokuşmuşluk tüm kurumlarımızda vardır. Bakmayın siz tüm kurumlarımızın uzaktan görkemli göründüğüne. Mangalda kül bırakmadığına, kendisine toz kondurmadığına. Bu ülkede hangi kurumun iç işleyişini bilirseniz o kuruma olan kanaatiniz değişir. Çünkü hiçbir kurum dıştan göründüğü gibi değildir.

Kamu adına iş yapan kurumların çoğu ya çok şeffaf değildir, ya da vatandaşın çoğunu ilgilendirmeyen, sadece ilgilisinin irtibat kurduğu kurumlardır. Halkın göz önünde olan iki kurumumuz vardır. Bunlardan biri sağlık alanı, diğeri de eğitim ve öğretim alanıdır. Halka açık olan bu kesimler dışındaki birçok kurum, kuruluş, işletme, müessese müşterisi her zaman aynı kişiler değildir ve kendilerine işi düşen kesimin sayısı azdır. Buralara işi düşenin işi olmasa da memnuniyetsizliğini tüm toplum kesimine duyurma imkanı yoktur. Okul  ve hastane dışındaki diğer alanları kapalı alan olarak değerlendirebiliriz. Özellikle okullar açık alandır. Okulda olan bir olay öğrenci vasıtasıyla tüm evlere gitmektedir. Bir kesimi eleştirirken, kötülerken işin bu yönünün de dikkate alınmasında fayda vardır.

Yukarıda sorduğumuz soruyu burada tekrar soralım: Bu ülkede eğitim ve öğretim kötü de diğer alanlarımız çok mu iyi? Eğer iyi diyorsanız sadece kendinizi kandırmış olursunuz. Adaletimiz, askeriyemiz, emniyetimiz, esnafımız... hangisi düzgün ya da bir numara? Deve gibi tüm kurum, kuruluş, STK'larımız. Hasılı yok aslında birbirimizden farkımız. Eğitim ve Öğretimi eleştirelim ama biraz da kendimize bakalım. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya