25 Mart 2018 Pazar

Anlaşılan Biz Bu İleri-Geri Saatten Daha Çok Çekeceğiz! **

Pazar günü uyandığımda saatin kaçı olmuş diye cep telefonuma baktım. Saatler 11.00’i gösteriyordu. Nasıl yatmışım bu saate kadar dedim. Yarı uykulu halimden kurtulmak için gözlerimi biraz daha açtım. Gözlerimde sorun yoktu. Nasıl bu saate kadar yattım, bir anormallik var yine diyerek kolumdaki saatime baktım. Bu sefer saatim 10.00’u gösteriyordu. Uyku semesi saatleri yanlış okuyorum galiba dedim; tekrardan bir kolumdakine, bir de masamdaki cep telefonuma baktım. Aradaki fark bir saatti. Yatağın içinde bu sefer saatin kaç olduğunu bıraktım, aylardan hangi aydayız dedim kendi kendime. Martın sonlarındayız. Saatler ileri alınmış olmalı dedim. Sanal âleme girerek teyidini yaptım, ileri olan saatlerimiz bir daha ilerlemişti. Eskiden bir ileri yaparken bu sefer benim akıllı telefonum iki ileri yapmıştı.

Biz ülke olarak bundan sonra bir ileri, bir geri yapmayacağız, saat ikilemi yaşamayacağız diyerek saatlerimizi hep ileri saati kullanacak şekilde sabitlesek de anlaşılan senede iki defa dünyanın bir ileri, bir geri yaptığı zaman diliminde aynı sendromu tekrar yaşayacağız. Elimizde taşıdığımız cep telefonu senede iki defa “Siz saatlerle oynamaktan vazgeçseniz de ben size yılda iki kere hep bunu hatırlatacağım” der gibi oynuyor bizimle. Uyku sersemliğini atar atmaz aklıma bir papaz fıkrası geldi:Papazın biri kilisede kürsüye çıkar. Garibim vaaz verirken sesli bir şekilde yellenir. Cemaatinin karşısında mahcup olur. Toplum içerisine giremez. Sonunda kararını verir. Çok sevdiği memleketini terki diyar eder. 10 yıl başka şehirlerde ikamet eder. Unutulmuştur artık diyerek gözünde tüten memleketine geri gelir. Şehrin girişinde 12 yaşlarında bir çocuk vardır. Beldesi hakkında biraz nabız yoklamak amacıyla çocukla konuşmaya karar verir: ‘Yavrum! Adın ne senin, kimin oğlusun, kaç yaşındasın’ der. Çocuk: Adım Hans, bakkalın oğluyum, papazın yellenmesinden 2 yıl sonra doğmuşum” cevabını verir. Canın isterse hatırlama fıkrayı. Fıkra bu. Uyku mahmurluğu falan dinlemiyor.

Cebimizde taşıdığımız telefon güya akıllı! Hatta o kadar akıllı ki, bu ülke saati sabitledi, üstelik ileride hep. Ben burayı es geçeyim falan demiyor. Senede iki defa aynı haltı yaşatıyor bize. Kilisede yellenen papazın kokusu gitse de, aradan yıllar geçse de, eski çamlar bardak oldu, biz saatle oynamayı bıraktık, zamanla oynamayacağız artık; geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye desek de saat bize senede iki defa aynı sendromu yaşatacak. Tıpkı papazın yellenmesinin milat kabul edildiği gibi. Nasıl kurtulacağız bu terk ettiğimiz saatin senede iki defa kafamıza vururcasına “Ben daha ölmedim” demesinden.

Başımıza Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı kesilen bu saatten nasıl kurtulacağız?  “Ebu’l Kasım, imkanı yerinde olmasına rağmen her tarafı yırtılmış ve yama yaptırılmış ayakkabısını giymeye devam ediyor. Ayakkabı, yamalardan olsa gerek ağır mı ağır! Herkesin tanıdığı bu ayakkabıdan kurtulması ve yeni bir ayakkabı alması için eşi-dostu, yeni bir ayakkabı al dese de Ebu’l Kasım, ‘Haklısınız, alayım” der ama cimriliği yeni bir ayakkabı almasının da önüne geçer her defasında. Bir gün hamama giden Ebu’l Kasım, hamam çıkışı elbiselerini giyerken kendi ayakkabılarının yanında gıcır gıcır yepyeni bir ayakkabı bulur: ‘Eş-dost bana acıdı, yeni bir ayakkabı alıverdi, sağ olsunlar’ diyerek yeni ayakkabıları ayağına giyer, çeker gider. Ayakkabı şehrin kadısınındır. Kadı, ayakkabısını yerinde bulamayınca kızar, bağırır. Kadının adamları giden ayakkabının yerine konmuş eski ve yamalı ayakkabıları görünce, ‘Sayın kadım! Bu ayakkabılar Ebu’l Kasım’ın, seninkileri o giymiş olmalı’ der. Ebu’l Kasım’ı derdest ederek kadının huzuruna çıkarırlar. Yargılama sonucunda belli bir para cezasına çarptırılan Ebu’l Kasım, ayakkabılarını eline alır, ‘Bu gidişle ben bu ayakkabılardan çok çekeceğim, en iyisi kurtulmak’ der yeni bir ayakkabı alır. Eski ayakkabısını gider denize atar ve evinin yolunu tutar. Günler sonrasında denizde balık tutan birinin oltasına ağır mı ağır bir şey takılır. Balıkçı, ‘Büyük bir balık yakaladım galiba’ diye sevinç içerisinde oltayı kaldırınca oltaya takılanın Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı olduğunu görür, düşürmüş olmalı, diyerek Ebu’l Kasım’ın kapısını çalar. Malum ayakkabının sahibi evde yoktur. Kaybolmasın, gelip geçen almasın diye ayakkabıları evin damına atar. Damda gezinmekte olan kedinin ayağına takılan ayakkabı, yoldan geçmekte olan birinin kafasına düşer ve adamı yaralar. Yaralı adam hastanede tedavi görürken şehrin kadısı, yaralayanın peşindedir. Suç yerinde Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı bulunur. Adam yaralamaktan Ebu’l Kasım’a hem hastane masrafları, ayrıca para cezası verilir. Olan bütün mal varlığını eski ayakkabısı sayesinde kaybeden Ebu’l Kasım, saçını-başını yolarak, “Ben bu ayakkabıdan nasıl kurtulacağım” diye düşünür ve sonunda eline tutuşturulan ayakkabılarla yeniden kadının huzuruna çıkar, kadıya: ‘Sayın kadım! Bu ayakkabı ile aramda hiçbir bağımın olmadığı ile ilgili bana resmi bir belge versen’ diye ricada bulunur. Ebu’l Kasım’ı dinlemekte olan kadı, acı acı gülümseyerek Ebu’l Kasım’a “Ayakkabı ile Ebu’l Kasım’ın hiçbir alakası yoktur” şeklinde bir berat verir ve böylece Ebu’l Kasım , servetine mal olan bu ayakkabıdan zor da olsa kurtulur.

Sahi biz papazın yellenmesi gibi senede iki defa karşımıza çıkan bu ileri-geri saat uygulamasından nasıl kurtulacağız? Ebu’l Kasım, kadıdan berat almakla kurtuluyor, biz nasıl kurtulacağız? Var mı bunun çaresini/yolunu bilen? 25/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 25/03/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



24 Mart 2018 Cumartesi

MEB Personelinin BİMER ve CİMER Müracaatları

Vatandaş; bilgi edinmek, birisini veya bir kurumu şikayet etmek amacıyla yetkili mercilere ulaştırılmak üzere dilekçe hakkının yanında, Bimer veya Cimer gibi yolları kullanmaktadır. Her başvuruya süresi içerisinde cevap verilmektedir.

Şikayet, öneri, mağduriyet vb. nedenlerle kullanılan bu hak, sorunları ne kadar çözüyor konusu ayrı bir konu. Sivil vatandaş bu hakkı istediği şekilde rahat bir şekilde kullanmaktadır. Devlet memurları bu yöntemlerden herhangi birini kullanmaya kalksa karşısına hemen mevzuat çıkar. Kendisine cevap olarak "Bu konuyu çalıştığınız kurum amirine dilekçe vermek suretiyle çözmeniz gerekmektedir." denir. Çünkü dilekçe vermek için silsile takip edilmesi gerekir. Hatta bazı zamanlarda kamu personeline silsile atladığından dolayı inceleme ve soruşturma da açılabiliyor. Daha doğrusu soruşturma açılabiliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin imzalı gönderilen yazıya göre memurların da Bimer, Cimer gibi bilgi edinme yollarını kullanabilecektir. Bu yazıyla birlikte memurlara konmuş yasak da kalkmış oldu. Olmadı gereken de buydu. Gecikmiş de olsa olumlu bir gelişmedir.

Gelelim Bimer ve Cimer'in işlevine. Beklenen işlevi yerine getirdiğini düşünmüyorum. Çünkü yaptığın şikayet vb. durum, "çöz-cevapla" diyerek tekrar şikayetçi olduğun kuruma gönderiliyor. Aşağı ne yapıyor? "Durum şöyle şöyle..." deyip hem yukarı gönderiyor. Yukarı, "Cevap aşağıdadır" şeklinde aynı yazıyı forward edip gönderiyor. Sorun çözülmüyor yani. Bunun mantığını anlamış değilim. Çünkü şikayet edilen kurum veya kişi sorunu çözse idi, zaten sorun yukarıya gitmeyecekti. Sadece yazışmak yanınıza kar kalıyor. Çünkü gelen cevap mağduriyeti çözmüyor. Ya da şikayetin aslı yoksa, çalışana iftira edilmişse şikayet edene bir yaptırımı yok. 

Bilgi edinmeyi daha işlevsel hale getirmek için bazı şeyler yapmak gerekir. Gerekli-gereksiz başvurunun önüne geçilmeli. Öyle her isteyenin canım sıkıldı diyerek yazı döşediği, kızdığı memura had bildirdiği bir yer olmamalı. Başvurusu yapılan konu ciddi olmalı. Lüzumsuz başvuruların önüne geçmek için başvuru esnasında cüz'i de olsa bir başvuru ücreti yatırma zorunluluğu getirilebilir. Şikayet edilen konunun adlı yoksa, çalışana iftira edilmişse başvuru sahibine müeyyide uygulanabilir. Şikayet edilen konu ve kişi, üst makam tarafından incelemeye alınmalıdır. Konunun aslı var ise kasdi olan davranışa ceza verilmelidir. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 




İnsan Gönül Koymaya Görsün!

İnsanoğlu boy-pos, kılık-kıyafet, tip yönünden farklı olduğu gibi duygu-düşünce, hissetme, incelik ve zerafet bakımından da farklıdır. Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin bir insanı çözmek için tüm dünya bir araya gelse çözebildiği, buz dağının görünen kısmı kadardır. Bu da insanın onda birine tekabül eder. Daha görünmeyen kısmı vardır. Çünkü onca şeffaflığına rağmen insan gizemli bir varlıktır. Olaylara, zamana, ortama, psikolojisine göre değişiklik gösterir insanoğlu. Hele bir de içe dönük biri ise insan, çöz çözebilirsen.

Ne gülen yüzler vardır; içi kan ağlar, ne sakin insanlar vardır; içinde fırtınalar kopar, ne kızgın ve sinirli insanlar vardır; içi merhamet doludur. Ne insanlar vardır ki içi duygu yüklüdür, ne insanlar vardır ki kendini olduğundan farklı gösterir. Biz aysbergin görünen yüzünü biliyoruz. Sadece görünüşüne göre tanıyor ve tanımlıyoruz insanı. Mesela kırgınlığı, alınmayı, içe kapanmayı nereye koyacağız? Çünkü insanın ne zaman, neye alınacağını kestirmek mümkün değil.

Kişi bir şey umar; umduğu olmayınca alınır, ilgi alaka bekler; yeterince ilgilenilmediği için alınır, taltif bekler; olmayınca alınır, şaka yaparsın; kaldıramaz, alınır; şaka yapmazsın, herkese şaka yapıyor, bana şaka yapmıyor diye alınır... Alınır oğlu alınır. Parayla mı sanki. Çeker oğlu çeker, tıpkı mıknatıs gibi. Her şeyin çözüm ve tedavisi vardır ama alınganlığın, kırılmanın tedavisi yoktur. Hiç içinden çıkmaz, hep kendiyle yaşar. Belki de tek tedavisi hafıza kaybıdır. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 


Bu Ülkede Eğitim ve Öğretim Kötü de...


İster içinde olsun, ister hiç alakası olmasın bu ülkede herkesin ağzında eğitim ve öğretim var. Bilsin, bilmesin herkes konuşuyor ve eleştiriyor. “Ne olacak bu Milli Eğitimin hali?” diye söze başlıyor. “Ben devletin yerinde olsam, ah bir Milli Eğitim Bakanı olsam! Bak Milli Eğitimi nasıl yola getiririm…” diye devam ettiriyor. Eğitim ve öğretime eleştiri getiren, öneri sunan, eğitimi beğenmeyen kim varsa hepsi haklı. Gerçekten eğitim ve öğretimimiz adına yetkililer ne yaparsa yapsın, mevcut maarifimiz beklentilere cevap vermiyor. Tarafların beklentisi gerçekleşmeyince herkes hıncını ya sistemden, ya yöneticilerden ya da öğretmenlerden alıyor. Vurun abalıya diyerek yerden yere vuruyor. Sorumlulara yüklenelim yüklenmesine. Ama biraz da olaya başka açıdan bakalım.

Bu ülkede eğitim ve öğretim kötü de başka kurumlar çok mu iyi? Eğer çok iyi diye düşünüyorsanız baştan söyleyeyim, kendimizi kandırıyoruz. Niçin mi? Eğer bir toplumda bir kurumda çürümüşlük varsa diğer kurumların bundan azade olması mümkün değildir. Kokuşmuşluk tüm kurumlarımızda vardır. Bakmayın siz tüm kurumlarımızın uzaktan görkemli göründüğüne. Mangalda kül bırakmadığına, kendisine toz kondurmadığına. Bu ülkede hangi kurumun iç işleyişini bilirseniz o kuruma olan kanaatiniz değişir. Çünkü hiçbir kurum dıştan göründüğü gibi değildir.

Kamu adına iş yapan kurumların çoğu ya çok şeffaf değildir, ya da vatandaşın çoğunu ilgilendirmeyen, sadece ilgilisinin irtibat kurduğu kurumlardır. Halkın göz önünde olan iki kurumumuz vardır. Bunlardan biri sağlık alanı, diğeri de eğitim ve öğretim alanıdır. Halka açık olan bu kesimler dışındaki birçok kurum, kuruluş, işletme, müessese müşterisi her zaman aynı kişiler değildir ve kendilerine işi düşen kesimin sayısı azdır. Buralara işi düşenin işi olmasa da memnuniyetsizliğini tüm toplum kesimine duyurma imkanı yoktur. Okul  ve hastane dışındaki diğer alanları kapalı alan olarak değerlendirebiliriz. Özellikle okullar açık alandır. Okulda olan bir olay öğrenci vasıtasıyla tüm evlere gitmektedir. Bir kesimi eleştirirken, kötülerken işin bu yönünün de dikkate alınmasında fayda vardır.

Yukarıda sorduğumuz soruyu burada tekrar soralım: Bu ülkede eğitim ve öğretim kötü de diğer alanlarımız çok mu iyi? Eğer iyi diyorsanız sadece kendinizi kandırmış olursunuz. Adaletimiz, askeriyemiz, emniyetimiz, esnafımız... hangisi düzgün ya da bir numara? Deve gibi tüm kurum, kuruluş, STK'larımız. Hasılı yok aslında birbirimizden farkımız. Eğitim ve Öğretimi eleştirelim ama biraz da kendimize bakalım. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 



23 Mart 2018 Cuma

Yola çıktıklarımızı bir bir kaybetmek

Bir dava, bir fikir, bir hareket yola çıktığı kişilerle anlamlıdır. Çünkü neredeyse sıfırdan doğan hareketlerde dava arkadaşları omuz omuza verirler. Hareket yoluna devam ederken davaya güç katacak ve yeni bir vizyon getirecek kişilerle takviye yapılır. 

Harekette zaman zaman yol kazası diyebileceğimiz ayrılıklar olur. Çoğunluğun içinde bu ayrılıkların fazla esamesi okunmaz. Zira suç, ayrılan kişide görülür. Ama bir hareket düşünün ki doğduğu andan bugüne ölüm, hastalık vb. nedenler dışında anlaşmazlıklar nedeniyle yüzde yüze yakın değişmişse işte burada oturup düşünmek gerekir. Hata ya da suç kimde? Suçu tamamen bir tarafa atmak haksızlık olur. Taraflar arasında suçun oranı olur, az veya çok muhatapların sorumluluğu vardır. Önemli-önemsiz bir mesele veya meselelerde ortaya çıkan kırgınlıklar, küskünlükler bir araya gelip giderilmezse orta yerdeki küçücük problem dağ gibi olur, birbirinden uzaklaştıkça uzaklaşılır. 

Kırgınlıklar bazen dava arkadaşlarını bir araya getirmez. Böyle durumlarda kırgın olanların savunucuları "Efendim, siz haklısınız, siz olmasaydınız o bir hiç idi, nankörlük yapıyor" tarafgirliği yapar. İşte bu, dava arkadaşlarını iyice uçurumun kenarına iter. Aralarındaki kırgınlığı bir araya gelerek gideremeyenler meydanlarda birbirlerine laf sokuşturmaya başlarsa artık iyice yol ayrımına gelirler. Bu işin sonu, birbirlerine rakip olmaya kadar gider. Bu durum, rakiplerin istediği şeydi. Zil takıp oynasalar yeridir. Allah'tan istedikleri bir gözdü, Allah onlara verdi iki göz. 

Bu durum rakiplerin değil, aynı hareketin içindeki insanların, özellikle ağır toplarının başarısıdır. Bu konuda kimse bunların eline su dökemez. Bu kişiler elde ettikleri bu başarılarla ne kadar gurur duyarlarsa azdır. Hal böyle iken hiç başkasına kızmaya, sağda-solda suçlu aramaya, suçu birbirine atmaya hiç gerek yok. Buna başkasındaki merteği görme, fakat kendi gözündeki çöpü görmeme denir. Kendisini süt-beyaz görmedir bunun adı. İş o noktaya varır ki bir araya gelmez olurlar, ne senden uzağım, ne de bana yakınsın tavrıdır bu. Yanıma da yaklaşma, başka yere de gitme der gibi bir şey. Çok mu zor, bir araya gelip kozlarını paylaşmak, anlaşamıyoruz artık, sen yoluna, ben yoluma demek. "Bundan sonra dostluğumuz baki, fakat farklı kulvarlardayız, sana bundan sonraki hayatında başarılar dilerim" deyip kucaklaşarak vedalaşmak. Aracıları önlerinden çekseler veya enaniyetlerini bir kenara bıraksalar bu işin olmaması için hiçbir sebep yok. 22.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 

22 Mart 2018 Perşembe

Kan Bağışı, Vücudumuzun Sadakasıdır/Zekatıdır *


Zaman zaman televizyonlarda kan vermenin önemine işaret eden kamu spotları görürüz. Yine Konya’nın değişik bölgelerinde gezici kan ekipleri tarafından gönüllülük esasına dayalı olarak halkımızdan kan alındığına şahit oluyoruz. Ayrıca TV ve sosyal medyada, “Tıp Fakültesinde yatmakta olan bir hastamız için acil …Rh (+), (-) kana ihtiyaç vardır.” duyurularını sık sık duyarız. Cep telefonumuza “Acil kana ihtiyaç var” mesajları alırız.  Bu alanda ihtiyaç olmalı ki her sıkıntılı anımızda imdadımıza koşan Kızılay; yaz-kış, soğuk-sıcak demeden vatandaşlarımızdan kan toplamaya devam etmektedir.


Değişik yollarla kan bağışı teşvikinin yapılmasından ve kan aranmasından, yeterince kan bağışı yapılmadığını anlıyorum. Başımıza gelmeyince ihtiyaç olarak mı görmüyoruz? Vücudumuzda yeterince kan yok diye mi düşünüyoruz, yoksa benim bilmediğim başka bir sebep mi var? Kanımız eksilirse masadan kalkamayız diye mi düşünüyoruz? Herhalde kimse, kan vermenin faydasını bilmiyor değildir. Kan vermenin faydalarını okumaya kalksak say say bitiremeyiz. Buna rağmen kan bağışlamada niçin duyarsızız? Eğer "Vücudum zayıf, zaten benim kanım az" diye düşünülüyorsa şunu bilelim ki insan vücudunda kilosuna oranla kan mevcuttur. Her insanda vücudun 1/13 oranında kan var. Vereceğimiz kan yarım litreye bile varmıyor. İçtiğimiz teneke kola kadar bir kan veriyoruz. Üstelik verdiğimiz kanı kısa zamanda yeniden elde ediyoruz.


Kime "Kan ver" desen; bir dokunur, bin ah işitirsin: "Efendim! İyi olurdu, vermek isterdim. Ama bende kansızlık var, ben sürekli ilaç kullanıyorum, kan görmeye dayanamıyorum, içim götürmüyor..." benzeri serzenişlerle karşılaşıyorsunuz. Elbette böyle diyenlerin içinde gerçekten mazereti olanlar vardır. Ama anlamadığım bu milletin hepsinin mi mazereti var, hepimiz mi hastayız? Düşünmeden edemiyor insan.  Gelişmiş ülkelerde gönüllü kan bağışında bulunanların oranı yüzde 5 iken, bu oran ülkemizde yüzde 2,5 dolaylarında. Yakışıyor mu bu ülkeye?

Yardımlaşma ve dayanışmada bu milletin eline kimse su dökemez. Varını yoğunu bu millet ortaya koyar. Yeter ki birinin ihtiyaç sahibi olduğuna inansın. Yardımlaşmada gösterdiğimiz bu duyarlılığı nedense kan vermede göstermiyoruz. Kan vermek de bir nevi yardımlaşma ve paylaşma değil mi? Maddi ve manevi olarak ihtiyaç sahiplerinin imdadına koşan bu millet niçin iş kan vermeye gelince kan verenlerin oranı bir elin parmaklarını geçmiyor?  Hiç mi veren yok? Bir hakkı teslim edelim, damlaya damlaya da olsa kan vermeyi rutin hale getirip veren duyarlı insanlarımız var. Bugün ülke, kan ihtiyacını bu gönüllüler sayesinde gidermektedir. Onlara minnet borçluyuz, iyi ki varlar!

Kan vermeyi insani, vicdani, dini bir görev olarak değerlendiriyorum. Hatta vatandaşlık ödevidir. Nasıl ki malın, paranın zekatı varsa vücudun zekatı ve sadakası da kan vermedir diye düşünüyorum. 18-65 yaş arasında kendini dinç ve sağlıklı hisseden erkekler yılda 4, bayanlar da 3 defa kan verebiliyor. Parolamız, “Bugün bana, yarın sana ve herkesin kana ihtiyacı olacağı bir günün geleceği” düşüncesiyle düzenli kan vermeyi alışkanlık haline getirmemiz lazım. Göreceğimiz tek kan, birinin hayrına verdiğimiz kan olsun!

Not: Kızılay Gezici Kan Ekibi, 5 Nisan 2018 Perşembe günü Meram Mehmet Beğen Ortaokulunda olacaktır. Kendini dinç hissedenler, vücudunun zekatını vermek isteyenler okula gelip kan bağışında bulunabilir. Unutmayalım ki ne verirsek elimizle, o gider bizimle. 22.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 04/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Nedir Şivlilik?

* Regaib Kandili günü yapılan Konya'ya mahsus bir etkinlik günüdür.
* Gün dolayısıyla bakkal ve marketlerde özel stand açılarak adı-sanı, markası duyulmamış ürünlerin satıldığı gündür.
* Okulların boşaldığı gündür.
* Ailelerin çocuklarını okula gönderemediği gündür.
* Öğretmenlerin sınav yapamadığı tek gündür.
* Öğrencilerin ellerine poşet aldığı gündür.
* Öğrenci ve çocukların, tanısın-tanımasın gruplar halinde ev ev dolaşarak zile basıp şivlilik topladığı gündür.
* Bayramlarda akrabasını, komşusunu bayramlamaya gitmeyen öğrencilerin bayramlık elbiselerini giyerek yakın-uzak ev ziyaretleri yaptığı gündür.
* Okullarda öğrenci olmamasına rağmen öğretmenin okullarda beklediği gündür.
* Okullarda öğrenci olmamasına rağmen giriş ve çıkış zilinin azim ve gayretle çalmaya devam ettiği gündür.
* Zil sesinden başka okulların sessizliğe büründüğü gündür.
* Okula gelen bir-iki öğrencinin sınıfa gelen öğretmene "Öğretmenim! Yoksa ders mi işleyeceksiniz? Kimse yok!" dediği gündür.
* Şivlilik toplamanın, okullarda son ders zilinin çalmasıyla öğrenci için mesainin bittiği gündür.
* Öğrencinin okuldan fazla yorulduğu gündür.
* Topladığı şivliliklerle evine giden öğrencinin poşeti evde boşalttığı, "Şu iyi, bu kötü, şunu severim, bunu sevmem" diye şivliliği ayırdığı, sevmediklerini başkasına ikram ettiği gündür.
* Okulda öğrencisini bulamadığı için öğretmenlerin için için sevindiği, "Keşke her gün şivlilik günü olsun" dediği, "Şu öğrenciler olmasa, şu okullar ne güzel olurdu" dediği gündür. 22.03.2018, Ramazan Yüce, Konya