21 Mart 2018 Çarşamba

Had Bildirmede Ölçü


Toplumda kimse yeknesak değildir. Hayata bakışı, düşünce ve kanaati, olayları değerlendirmesi farklı farklıdır. Bu da normaldir. Çünkü tüm kanaatleri bir potada eritmek insanın ve tabiatın doğasına aykırıdır. Herkesin aynı minval üzere olması mümkün olmadığına göre ortak yaşamın etik ve ahlaki kurallarını oluşturmamızda fayda var diye düşünüyorum. Yine herkesin bu toplumda yaşayan her bir fert, ülkeyi kendisinin malı, herkesi düzelteceğim, herkes benim gibi düşünecek, benim dediğim kesin doğrudur, bakış açısını terk ederek işe başlamalıdır.

Toplum içinde ne zaman, nerede, ne konuşacağını bilmeyen, pot üzerine pot kıran, ortamı geren, kişileri küçük düşüren insanlar vardır. Zaman zaman böylelerin anlayacağı dilden konuşmakta fayda vardır. Bazıları bu tiplere haddini bildirince çoğu zaman “haddini bildirdin, ağzının payını verdin, bir daha karşına çıkamaz, nicedir çizmeyi aşıyordu, ağzına sağlık” diyerek destek veririz. Evet, bazılarına nerede, ne şekilde durması gerektiği birileri tarafından zaman zaman hatırlatılmalı. Ama bu nasıl olmalı?

Önce had bildirmek ne demekmiş ona bakalım: “Sert bir karşılıkla uslandırmak, yola getirmek, cezalandırmak” demekmiş TDK’ya göre.

Had bildirirken haddi aşmamak, had bilmek diyebiliriz buna. Kişilik haklarına saldırmadan, kişiyi toplum nezdinde küçük düşürmeden yapmalıyız bunu. Yoksa haddi aşarak biz de had bilmeyiz o zaman. Had bildirmek aynı zamanda taşı gediğine koymak demektir. Kıvamında ve yeterince olmalıdır. Birisine haddini bildireceğim diyerek o kişiyi toplum nezdinde küçük düşürmek, rencide etmek kişilik haklarına tecavüz anlamına gelir. Hele had bildirdiğimiz üzüntü ve kıvançta aynı düşünceyi, aynı fikri ve aynı ideali paylaştığımız kişiye karşı yapılacaksa yoğurdu üfleyerek yemekte fayda vardır. Çünkü dostun dosta attığı gül kişiyi yaralar, incitir.

Had bildirmede Peygamberimizin torunlarının uygulaması örnek alınabilir: Yanlış abdest alan birini gördükleri zaman Hasan ile Hüseyin, "Kırmadan, dökmeden nasıl yapabiliriz" diye düşünürler. Sonunda amcanın yanına yaklaşarak "Amcacığım, hangimiz güzel ve doğru abdest alacak, bize hakem olur musun" derler. Amca bunu kabul eder, dikkatli bir şekilde Hasan ile Hüseyin'in abdest alışlarını takip eder. Abdestin sonunda hangimizki doğru dediklerinde "İkiniz de doğru aldınız. Yanlışlık benim abdest alışımda" diye cevap verir. Burada amca hatasını görmüş, gençler de amcayı üzmeden bir hatayı düzeltmiş oldular. Eğer smaç üzüm yemekse güzel bir yol. Yok amaç bağcıyı dövmekse yapılacak bir şey yok o zaman.

Düzeltme metodunu iyi seçmeyenler hatayı düzeltmiş olmazlar. 21.03.2018, Ramazan Yüce, Konya



20 Mart 2018 Salı

Değerlerimizi Yok Etmenin Bedeli

Giderekten hiçbir mesleğin saygınlığı kalmayacak. Çünkü hepsinin tek tek ipini çekiyor, haddini bildiriyoruz. Alkışlayanımız da çok nasılsa. Bu iş böyle giderse saygınlığı olan meslek ve meslek erbabı ara ki bulasın. Saygınlığı sıfırlanan, yerlerde sürünen meslek erbabı başarılı biri de olsa, gecesini gündüzüne katıp çabalasa da veriminden bahsetmek mümkün değil.

Hiçbir kişi, zümre kendi itibarının zedelenmesini istemez. Ama en fazla da meslek erbabı itibarını kendisi düşürür. Bir de buna dış etkenler katıldı mı itibar denen şeyi bulamazsın. Mesleklerde mesleki etik oturmaz, uygulanmaz veya önemsenmezse başlayan kokuşmuşluk dış etkenlerle ayyuka çıkar ve meslekler yerlerde sürünür.

Son yıllarda bir furya başladı. İnsanların emeğine saygı kalmadı. İki kişi bir araya gelse başka meslek mensuplarını konuşuyor. Keşke başkalarını eleştirmeye ve kınamaya bulduğumuz vaktin milyonda birini de kendimizle ilgili öz eleştiri yapmaya ayırsak. Ama öyle değil. Kimse kendi üzerine toz kondurmuyor. Şunu herkes bilsin ki yapıcı olmayan hiçbir eleştiri, zarardan başka fayda sağlamaz.

Bugün öğretmen, din görevlisi ve doktorlar yerden yere vurulmaktadır. Hiç de insafımız yok. Eleştirdiğimiz yer ve ortama bile dikkat etmiyoruz. Bir gün çocuğumuzu eleştirdiğimiz öğretmene vereceğimiz ya da halen bu öğretmende okuduğunu düşünmüyoruz. Bir gün yerden yere vurduğumuz din görevlisine şu ya da bu şekilde işimizin düşeceğini aklımıza bile getirmiyoruz. Beğenmediğimiz doktorun önüne giderek muayene olacağımızı hiç hesaba katmayoruz. Bir gün işimiz düşerse bu eleştirdiğimiz kesimin bize bir faydası olur mu? İşlerini doğru yapsalar bile bize zerre faydası olmaz. Çünkü onlara inanmıyoruz. Önyargımız bunu engelliyor. Eleştire eleştire ipliğini pazara çıkardığımız bu kesimin itibarını sıfırlamıştık bir zaman. Bugün bir fayda da beklemeyelim.

Her şeyden önce emeğe saygı göstermek lazım. Eleştirilerimiz yapıcı olmalı, düzeltme niyetini taşımalıyız. Bir yerde bir sorun varsa eleştiri ortamını iyi ayarlamak ve eleştirirken verim almak hedefi gözetilmeli. Bu olumsuzluğa payı olan başkaları da hesaba katılmalı. Ben bir veli, bir hasta, bir cemaat olarak ne yapmalıyım diye sorulmalı. Bunu yapmazsak bugünümüzü yarın mumla ararız. 20.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 


Ne İş TÜBİTAK? **

16 Mart 2018 günü bir Tv kanalında: "İzmir'de özel bir lisede okuyan iki öğrencinin, kimya öğretmenleri nezaretinde 4 aylık bir çalışma sonucunda atık maddelerden çimento ürettikleri, bu durumu bir proje haline getirip destek almak amacıyla TÜBİTAK'a başvurdukları, Kurumun projeyi reddettiği, bunun üzerine projenin İngilizceye çevrilerek yurtdışındaki ilgili kuruluşlara başvurdukları, ABD'den Harvard Üniversitesi başta olmak üzere Fransa ve Kanada'dan sunumlarını gerçekleştirmek için davet aldıkları" şeklinde bir haber izledim. Ağzım açık dinlediğim bu haberin aslı-astarı var mı diye sanal aleme bir göz attım. Fazla yer kaplamasa da haber medyada küçük de olsa yer almıştı. Anlaşılan TÜBİTAK'ın uygun proje görmeyip reddettiği gibi basınımız da bu olayda bir haber değeri görmemişti.

Liseli gençlerin atık maddelerden çimento ürettikleri proje TÜBİTAK'tan niçin geçmedi, niçin kayda değer görülmedi, gençler boşa kürek mi çekiyor, TÜBİTAK dediğimiz kurum bilim ve araştırmanın önünde en büyük engel olarak mı duruyor, bu bilimsel kurumun işlevi nedir, nasıl çalışır, kimlere hizmet ediyor? Anlamış değilim. Dün FETÖ'cülerin işgali altında olan, yıllar yılı çiftlik gibi yönetilen bu kurumda bugün kimler var? Bilim ve araştırmadan çok mu anlıyorlar? Yoksa bilime, teknolojiye, araştırmaya fransızlar mı?

Dört ay boyunca çalışıp didinerek bir proje gerçekleştiren bu gençlerin müracaatı yurtdışından sayılı üniversitelerden sunumlarını gerçekleştirmek üzere davetler alındığında veya bu olay haber kanallarında haber değeri bulunup verildiğinde TÜBİTAK'tan "Proje diye önümüze getirilen çalışma, hiçbir bilimsel değeri olmadığından Kurumumuz tarafından kayda değer bulunmadığı için reddedilmiştir." şeklinde bir açıklama var mı diye baktım. Maalesef böyle bir açıklamaya da rastlamadım. Belki bu gençler, yurtdışına giderek sunumlarını yaptıklarında projeleri ekonomik ve yeni bir icat olarak görülmeyecek. Olabilir. TÜBİTAK bu gençleri, yönlerini dışarıya dönmeyecek şekilde burada motive etmeliydi, onları "Şöyle şöyle yapın, projenizi şu şekilde revize edin, şu tarihte sizi bekliyoruz" diyerek yönlendirmeliydi. Yurtdışı, her fırsatı bir ganimet bilip değerlendirirken bizimkiler ipe un serercesine ayaklarına gelen katma değeri geri çevirerek bilime hizmet ettiğine mi inanıyor? Sahi onlar orada niçin varlar? Bilim ve araştırmanın önünü açıp destek olmak için mi oradalar? Yoksa köstek olmak için mi orayı işgal ediyorlar? Eğer amaçları köstek olmaksa hiç gölge etmesinler. Şayet bu gençlerin projesi yurtdışında kayda değer bulunursa bizim TÜBİTAK'ın kapısına kilit vurulmalı ve kapıya da "Bilimin önünde en büyük engel olduğu için açılmamak üzere ebediyen kapatılmıştır, içinde görev yapanların bilimsel ve akademik unvanlarına el konulmuş, kendileri devlet memurluğundan ve bilim adamlığından el çektirilmiştir" yazısı yazılmalıdır.

Siyasetimiz atık maddelerden çimento üretme işini mercek altına almalı, kasıt ve ihmal varsa kişiler hakkında işlem yaparak bilim, teknoloji ve araştırmayı engellemekten dava açılması için Cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bulunmalıdır, hem de gecikmeden.20.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

** 02/04/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.

Mekanın Cennet Olsun "Enayi" Adam! *

Eski bakan Hasan Celal Güzel durumu ağırlaşarak Ankara’ya sevk edilmişti. Türk devlet ve siyaset tarihinde çalışkanlığı, dobralığı, dürüstlüğü, sevecenliği, bilgi ve birikimi, kişilik ve duruşuyla farklı bir yeri olduğuna inandığım, kendisini dinlemekten hep zevk aldığım nevi şahsına münhasır bir değeri Türkiye,  üç ayların ilk gününde kaybetti. Hem devlet adamı, hem bilim adamı, hem siyasetçi, hem de köşe yazarlığı yaparak bilgi, birikim ve tecrübesini halkla bütünleşerek paylaşan bu şahsiyetin darı bekaya göçmesi,  ülke adına bir kayıp gerçekten. Hasan Celal Güzel’den bahsediyorum. Namı diğer, Tank Hasan’dan.

Adıyla, soyadıyla güzel bir insan olan Hasan Celal GÜZEL'i, Özal döneminde Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı iken Tv’lerde gördüm. Her konuşmasında bir samimiyet, bir içtenlik gördüm, hoşsohbet birisiydi. Vekillik ve Bakanlığı fazla uzun ömürlü olmasa da siyasi hayatımızda hep var oldu; her duruşu, her konuşması dopdolu idi ve hep ses getirdi. Kimseden çekinmedi, gözünü budaktan esirgemedi. Bürokrasinin zirvesinde yer aldı. Türkiye'nin en genç müsteşarı olma ilkini yaşadı. Geleceği parlak olan vizyon ve misyon sahibi bu güzel insan, eline geçen fırsatları elinin tersiyle itti.

Halkımız, siyasetin bu renkli simasını askeri darbelere karşı dik duruşuyla ona “Tank -savar- Hasan” dedi. Siyasete atıldığında herkesle sarılarak ün yaptı. Sarıldığı sayısız insanların sakalları yüzünü yara yapınca iyileşsin diye yüzüne pudra sürmesiyle tarihe geçti. Haksızlık karşısında hep mağdurun yanında saf tuttu. Mücadele ederken beyefendi kişiliğini hiç bozmadı. Hapis yattı, siyasi yasaklı oldu. Tırnaklarıyla kazıyarak kurduğu partisinde pek varlık gösteremese de halkın gözünde ve gönlünde ayrı bir yeri vardı onun. Halktan biriydi çünkü. Kibir ve enaniyet yoktu hiç kendisinde.

Halkın gözünde hep ayrı bir yeri olan GÜZEL’in unutulmayacak en önemli yeri belki de dürüstlüğüdür. Çünkü o, Türk siyasetinde siyasete girerek temiz kalan ender kişi olarak tanınacak. 13/05/2013 günü Sabah gazetesindeki köşesinde milletvekillerine ithaf ettiği “Meğer ben ne enayiymişim!..” yazısıyla hatırda kalacak hep. Bugünlerde sosyal medyada paylaşım rekorları kıran bu yazısını okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. (https://www.sabah.com.tr/yazarlar/guzel/arsiv?getall=true). Yazısında kendisinin; “Su katılmamış bir avanak, bir budala, düzeltilmesi mümkün olmayan bir enayi olduğunu” belirtiyordu. Çünkü o, devletin malını deniz görüp yiyenlere inat, devlet malına el uzatmayarak domuz olmayı seçmişti. Yine yazısının devamında “Hayatının her bir safhasında eşek gibi çalıştığını, doğru-dürüst uyku uyumadığını, hayatında tek gün dahi izin kullanmadığını, devlete ait kurşun kalem, silgi ve kağıdını sadece resmi işlerde kullandığını, kırmızı plakalı aracına eş ve çocuklarını bindirmediğini, çocuklarının dahi devletin malına el uzatmadığını, Vakıflar Genel Müdürü olarak atanan eşinin genel müdür olmasını nasıl engellediğini, zorunlu birkaç yemeğin dışında Meclis’te yemek yemediğini, lojmanda oturmadığını, mal-mülk edinmediğini, YDP’i kurarken lazım olan parayı karşılamak için eşine ait ev ile baba ve dedesinden kalan evleri sattığını, siyasete zengin girip fakir çıktığını, müsteşarken hakkı olan sözleşmeyi yapmayarak emrindeki daire başkanlarından daha düşük maaş aldığını, kıyak emekliliğe karşı çıkarak tek maaşa talim ettiğini, yetmişe merdiven dayadığı halde hayatta tek dikili ağacının olmadığını, hala kirada oturduğunu, bundan pişman olmadığını, bugün elinde imkan olsa yine aynı enayiliği yapacağını” belirttiği yazısını “Beni bütün 'enayiliğime' rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allah’ıma hamd ediyorum.” diyerek bitirmiş.

Sayın Güzel, her yönüyle unutulsa da “Meğer ben ne enayiymişim” yazısıyla hiç unutulmayacak. Böyle enayilere, budala ve ahmaklara can kurban! Diğer siyasetçilerimize örnek olmasını istediğim bu Güzel insana Allah’tan rahmet ve merhamet diliyorum. Allah, özellikle siyasette sayılarını çoğaltsın. Sevenlerinin, yakınlarının ve milletimizin başı sağ olsun.

Mekânın Cennet olsun enayi adam! Biz senden razıydık, Allah da senden razı olsun! 20/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 21/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





18 Mart 2018 Pazar

Afrin'e Selam!

Zeytin Dalı 18 Mart'ta Afrin'e uzandı.
*
Selam olsun Afrin'e!
Selam olsun Mehmetçiğe!
Selam olsun inisiyatif alan iradeye!
Selam olsun Çanakkale, Afrin ve tüm şehitlerimize!
Selam olsun terörden canı yanmış, bedel ödemiş Anadolu insanına!
Selam olsun ülkenin geleceğine!..
*
Canı cehenneme bu ülkeye silah doğrultanların!
Canı cehenneme bu ülkede emelleri olanların!
Canı cehenneme Batı'nın ve ABD'nin taşeronluğunu yapanların!
Canı cehenneme terörü üzerimize salan emperyalist güçlerin!
Canı cehenneme teröre destek verenlerin!
Canı cehenneme yıllardır anamızı ağlatanların!
Canı cehenneme Mehmetçiğe Afrin'e giderken hop oturup hop kalkanların!
Allah'ın laneti ve lanetçilerin laneti terörden ekmek yiyen, terörden beslenen, terörden medet bekleyen, terörü destekleyenlerin üzerine olsun!.. 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

Yetmişinden Sonra Evlenen Erkeklerin Dramı *

Kadınlar erkeklere göre daha uzun ömürlü olduğu bilinen bir gerçek. Oranı ne kadar bilmiyorum ama hanımı ölüp de tek başına kalan erkekler çok aramızda. Bu durumda olup hanımı ölür ölmez kıran kırana eş arayan erkeklerin durumu, içler acısı hikayeleri filmlere konu olacak düzeyde. Çoluğu-çocuğu, "Baba olmaz, geçti artık" dese de erkek dullarda kadın arayışı hız kesmeden devam eder bu ülkede. Erkek arar, kadınlar olmaz, der. Hangi kapıyı çalsa kapılar yüzüne kapanır. Çünkü kadınların çoğunun ya sosyal güvencesi vardır, ya dul, ya da yaşlılık maaşı alır, bu yaştan sonra erkek kahrı çekemem, der.

Sağlığı doğru dürüst el vermeyen, yürümekte ve nefes almakta zorlanan çoğu yetmişlik/seksenlik torun ve torunun torunu sahibi ihtiyar delikanlılar, araya araya bulurlar kendilerinden 20-30 yaş küçük bir eş adayını. Kadını evlenmeye ikna etmek için kesenin ağzını açar: Evse ev, arabaysa araba, paraysa para, bilezikse bilezik...mehir bedeli olarak kadına verilir. Çiçeği burnundaki yeni damadımız ikinci baharımı yaşayacağım, günümü gün edeceğim heyecanıyla evliliğe adımını atar. Çok istediğini Allah vermiştir. Mutluluğuma bundan sonra diyecek yoktur derken ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar kendisine tebelleş olur. Kadın ya çeker gider, giderken de  erkekten tırtıkladığı para, pul ne varsa götürür gider, izini kaybettirir. Sonra da uğraşır durur damadımız boşanmak için. Kadın ise, "Ben kocamı seviyorum, boşanmak istemiyorum" diyerek işi yokuşa sürer. Yetmişinden sonra evlenen kişilerin hepsinin durumu böyle değildir, mutlaka istisnaları vardır ama çoğu huzursuz. Aşağıda 80 küsur yaşlarında eşini kaybetmiş bir erkeğin dramında biraz bahsetmek istiyorum.

Eşi öldükten sonra evlenmek için didindi, üç-dört kadınla görüştü. Sonunda biriyle evlendi, evlenirken oturduğu evi, eşinin üzerine yaptırdı. Evi vermişti ama tapuya şerh koydurmuştu. İç halleri nasıldı bilinmez ama bir duydum, evi boşaltmış, kayıplara karıştı bir ara. Kayıp diye oğlu, savcılığa suç duyurusunda bulunur. Günlerce aranır ve taranır ama bir türlü bulunmaz. Sonunda bizim damat, yeni evlendiği eşinin evinde bulunur. Kadın 15 gün boyunca çok sevdiği kocasını bir odaya kilitleyerek dışarı çıkmasına imkan vermemiş. Kadın alttan girmiş, üstten çıkmış, evin üzerindeki şerhi kaldırtmada eşini ikna etmiş ve haberi yokken emlakçı vasıtasıyla evi satmış. Kaybettiği eşin yerine yeni bir eş alarak evlenen kişi evlendi ama yıllardır oturduğu evi de elden gitmişti.

Yeni eşi, evi satmak suretiyle bir anda büyük bir servete kavuştu. Parayı bir taraftan yiyip içerken altına da bir araba çekti. Keyfine diyeceği yoktu. Kadı kızında bile bir kusur olacağına göre bu kadının da bir kusuru vardı. Çünkü ehliyeti yoktu ve araba süremezdi. Bunun da yolunu buldu. Gideceği, gezeceği yere damadı getirip götürüyordu. Kadın keyif çata dursun, yıllardır evleneceğim diye tutturan ve evlenen,; evlenirken evini kaybeden damadımız, huzur bulamadığı yerden uzaklaşarak huzur bulmak için soluğu huzurevinde aldı. Şimdi aylığı beş yüz liradan huzurevinde kalırken bir taraftan da avukat tutarak boşanacağım derdinde. Hanımı ise "Ben kocamı seviyorum, boşanmayacağım" inadında. Ne de olsa ikinci baharını yaşıyor. (Daha doğrusu biz öyle biliyoruz. Kaçıncı baharı bilinmez, kaç ocak söndürdü, meçhul.) Çünkü adamın daha yenecek parası var. Ne de olsa hem yurtdışından hem de buradan maaş alıyor. Yani çift maaşlı altın yumurtlayan bir koca. Adam boşanır boşanmaya ama ömrü kifayet eder mi bilinmez. Oğluna göre "Parasını önce hanımına yedirdi, şimdi de avukata yediriyor, bize bir kuruş göstermedi" diyor.

Yazdığım bu durumu ayıpladığım anlamına gelmesin, Allah kimsenin huzurunu bozmasın, yuvaları yıkılmasın. Örneklerine çokça rastladığımız bu durumun daha fazla olmaması niyetim. Bu durumu yazdım ki yetmişinden sonra evlenmek isteyenlerin dikkatli olması, yoğurdu üfleyerek yemesi, huzur bulacağım derken huzuru mumla arar noktaya gelmemelerinin önüne geçmektir. 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 26/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Ödünç Alınan Kitabın Turşusunu mu Kuruyor Bazıları? *


Bugün Kültürpark'ta bulunan Konya İl Halk Kütüphanesine uğradım. Açıldığı andan bugüne üçüncü gidişim. Konya'nın en işlek ve gözde yerinde bulunan bu kütüphane, güzel bir işlevi yerine getiriyor. İçeride temiz, sessiz ve müreffeh bir ortamda kitap okuma, ders çalışma, ödünç kitap alma imkanı sağlıyor insanımıza. 

Geleceğimiz adına sevindirici bir durum göze çarpıyor, kütüphanenin salon ve koridorlarında gördüğümüz kişilerin kahir ekseriyetinin öğrenci ve genç oluşu. Emsallerinin Zafer alanında ve Kültürpark'ta adımladığı saatlerde bu gençlerimiz, kendilerini kapalı yerdeki kütüphane salonlarına hapsetmiş. Bu kütüphaneyi şehrimize kazandıran Konya Büyükşehir Belediyesini, içini kitapla donatan ve işleten Kültür ve Turizm Müdürlüğünü ve buradaki imkanlardan faydalanan gençlerimizi tebrik ediyorum. Özellikle buradan faydalanan gençlerimizin sayısının artmasını canı gönülden arzu ediyorum. Allah emeklerini yağlı etsin, okuduklarıyla yaşamayı, bu ülkeye hizmet etmeyi Allah onlara nasip etsin. 

Her girişimde hayran kaldığım İl Halk Kütüphanesinin işletilmesi konusunda ve buradan ödünç alınan kitaplar konusunda eleştirilerimi dile getirmek istiyorum. Girişte bulunan bilgisayardan birinin başına geçerek aradığım kitabın kütüphanede mevcut olup olmadığını öğrenmek için "Katalog Tarama" ekranını kullandım. Aradığım kitaptan kütüphanede 9 adet kitap olduğunu, fakat hepsinin ödünç alındığını, 15 günlük okuma süresini geçtiği halde teslim edilmediğini gördüm. Teslim edilme süresini 3-5 gün geçmemiş, 2013 yılında teslim edilmesi gereken kitap bile teslim edilmemiş. Hepsinin üzerinden kaç yıl geçmiş. Bu şekilde ödünç alınıp da teslim edilmeyen ne kadar kitap vardır? Bunu bilse bilse oradaki görevliler bilir. Katalog taramadan önce salonlardaki bir görevliden aradığım kitabı sorduğumda bir dokunup bin âh işitmiştim: "Maalesef aradığınız kitap yok, ne kadar varsa hepsi ödünçte. Süresi geçmesine rağmen teslim edilmedi. Üye olurken verdiği numarayı arıyoruz, ya telefon kapatılmış, ya cevap verilmiyor, ya da kem-küm..." dedi. “Üye olunurken depozite alsanız o gelmeyen kitapların hepsi gelirdi. Niçin böyle bir yol izlemiyorsunuz?” dedim. "Bakanlık, para alınmasına karşı" dedi. “Para almıyorsunuz, depozite üyelik kapatılırken geri verilir, raporlayın bu durumu,” dediğimde "Bakanlık, paranın her türlüsüne karşı" dedi tekrar. "O zaman gelecek diye bekleyin giden kitapları. Bizim Bakanlık da okullarda Takviye ve Yetiştirme Kursu açtırır. Bu kurslar da bedava. Çoğu kimse yazılır; devam etmez, devlet o kadar masraf eder, öğretmen 3-5 kişiye talim eder" dedim, ayrıldım.

Gelelim ödünç kitapların geri getirilmeyip iç edilişine. İçinizden "Yeter ki okusunlar, götürüp getirilmesin. Kitap dediğin bedeli ne kadar, helâli hoş olsun" diyebilirsiniz. Ben sizinle aynı kanaatte değilim. Mesele geri gelmeyen kitabın bedeli değil, emanet anlayışımızdır, emanete gösterdiğimiz duyarlılıktır. Bugün üç kuruş bedeli olan kitaba tenezzül eden, yarın eline fırsat geçerse nelere ihanet etmez. Biz gençlere kitap okutmadan önce alınan bir emanetin zamanında geri verilmesini öğretmemiz lazım. Etik ve ahlaki değerlerin onların davranışlarına sirayet etmesi için ne yapmamız gerekir? Bunun üzerine kafa yormak gerek.

Kültür Bakanlığı veya bir başka bakanlık, yapacakları hizmeti bedava yapma hastalığından veya iyi niyetinden vazgeçmeli her şeyden önce. Bedava işin hizmeti olmaz, az veya çok bir bedeli olmalıdır. İlgili Bakanlık, "Alınsın, okunsun, gerekirse kendisinin olsun, ben ihaleyle yayınevlerinden yükler dolusu kitap alır, yine gönderirim, asla depozite de olsa para alınmayacak" diyorsa ben de derim ki: "Siz kimin parasını, kime ulufe olarak dağıtıyorsunuz, bir defa bulunduğunuz yerde millet adına amme hizmeti yapıyorsunuz, harcadığınız her bir kuruş kendi cebinizden çıkmıyor, her bedava hizmet, yol-su-elektrik olarak vatandaşa külfetli olarak geri döner. Bir defa bulunduğunuz makam da milletin size verdiği bir emanettir, emaneti bu şekil hoyratça kullanamazsınız. Eğer illaki hizmet diyorsanız o zaman şehirlerde il halk kütüphanesi açmanıza gerek yok. Kim, hangi kitabı istiyorsa olmazsa kitabı evine gönderin. Hem bu tipler kütüphaneye kadar gelip yorulmamış olur. Ayrıca kütüphanede görev yapan onca görevliye maaş ödememiş ve binanın masrafıyla yüz yüze kalmamış olursunuz.

Siz devlete bakmayın gençler! “İnadım inat,” der, yoluna devam eder. Siz bari insafa gelin, o okumak ve geri vermek üzere aldığınız kitapları geri getirin, evinizde durarak o kitaptan bir daha kimse faydalanamaz, getirin ki bu kitaplardan ödünç almaya gelen niceleri faydalansın. Evde tutarak o kitabın turşusunu da kuramazsınız... 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 24/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.