6 Şubat 2018 Salı

Komşuluk hukukuna riayet önemli elbet!

Araba kullanmayı ve sürmeyi pek sevmem. Şoförlüğüm de iyi değil zaten. Hele arka arkaya gitmek ve aracı park etmek işkence mi işkence benim için. Bugüne kadar nizami bir şekilde park ettiğim hiç vaki değil. Bu yüzden zorunlu olmadıkça gideceğim yere aracımla gitmem. Ya yürür, ya toplu taşıma araçlarını kullanır, ya da gideceğim yöne gidecek olan eş-dost olursa onların himmetine sığınırım.

Arabayı garaja koyduğum zaman günlerce içeride kalır, çıkardığım zaman da kolay kolay içeriye koymam. Çünkü girdirmek ayrı bir dert. Bir de iki kişi kullandığımız için ilk koyan çıkması gerektiğinde arkadaki aracı da çıkarmak gerekiyor. Tatil dönemi ara ara kullanırım diye arabayı garaja koymadım. Aracı evin önüne koyarken  kapısı duvara değmeyecek şekilde mesafeli bıraktım. 

Sabah kalktım, arabama yukarıdan baktım. Sileceklerden birinin kaldırılmış olduğunu gördüm. Acaba trafik polisi, Konya trafiğini halletti de apartmanın bahçesindeki araçları mı hale yola koymaya başladı diye düşündüm. Az sonra ekmek almaya giden çocuğum, arabanın üzerine bırakılmış aşağıdaki notu getirdi.

"Sayın araç sahibi!
Aracınızı lütfen geçişi engelleyecek şekilde park etmeyin. Garajı kullanmıyorsunuz bari kullananların giriş-çıkışını zora sokmayın.
Komşuluk hakkına riayet etmenizi rica ediyorum." Prof. Dr….

Komşum ne ara geldi? Aracını garajına koyduğuna göre demek ki geçebilmiş benim aracımın yanından. Ama yine de dikkatli geçmesine sebebiyet verdiğim için komşum yerden göğe kadar haklı. Bundan sonra içi rahat olsun. Komşuluk hukukuna titiz bir şekilde riayet ederim. Kendisine verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim. Hakkını helal etsin. Buradan helallik diliyorum. Zira benim onda, onun da bende telefonu yok. Şimdi görsem, "Bu kimdi" diye tereddüt ederim. Suç bastırmak gibi olmasın, yaptığımı mazur gösterme gibi bir niyetim yok. Mademki komşum, komşuluk hakkına riayete önem veriyor ve bana bunu hatırlatıyor. 

Komşuluk, sadece arabanın geçişini zorlaştırmada hatırlanmaz. Komşu dediğin birbirinin külüne muhtaçtır. Bir defa komşu, baktı ki geçmekte zorlanabiliyor, “Komşu aracınızı çekebilir misiniz, geçemiyorum” diye komşusunun ziline basabilmelidir. Ayrıca komşusuna, “Sayın araç sahibi” diye hitap etmez, ismiyle hitap eder. Notun altına prof. unvanını yazmaz. Zira burası ne bilimsel bir platform, ne de üniversite kampüsü. Sadece ismini yazması, ya da yan taraftaki komşun demesi yeterli idi. Ayrıca garaja araba koymak için ortak olarak kullanılan bahçenin toz, toprak, gazel, kağıt vb nedenlerle temizlenmesi gerektiğinde bahçenin temizliğini ya sırayla yapmalı, ya da gönüllü yapana teşekkür etmeyi bilmeli. Burada amme hizmeti yapılmıyor. Ayrıca bir komşudan komşuluk hakkı bekleyen kişi, eğer o komşusu kendisinden sonra taşınmışsa evine kadar gelip “Komşu! Hoş geldiniz, benim adım şu, ben de şu yan tarafta oturuyorum, bir ihtiyacınız varsa kapımız her zaman açık” diyebilmeli. Yok, hoş geldine gelemiyorsa en azından giriş ve çıkışta karşılaştığında dilinin ucuyla da olsa “Hayırlı olsun” diyebilmeli. Yok, “Ben bir ev sahibi olarak asla bir kiracıya hoş geldin demem, üstelik üniversite hocalığıma bu işler ters, ben koskoca bir akademisyenim” diyorsa o zaman kimse komşuluk hakkına riayetten bahsetmesin. Önce komşuluk hukukunun kendisini ilgilendiren kısmını yerine getirsin.

Aslında bu yazdıklarımı ben de üşenmeyip bir kağıda yazıp komşunun arabasına sıkıştırmak istiyordum. Zira resmiyete resmiyet! Ama arabasını dışarıya park etmiyor. Bu yüzden aynıyla mukabele edemiyorum. 06/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



Futbol ve Siyaset *

Bizde futbol ve siyaset bir tutku dense yeridir. Sezon boyunca yediden yetmişe futbol konuşur; seçim olsun, olmasın siyaset yaparız. Futbolun kulüpleri, siyasetin de partileri olur. Her ikisi de dernekler yasasına tabidir. Olağanüstü bir seçim kararı alınmamışsa dört yılda bir seçimleri olur, başkan ve yönetimini seçer. Her ikisinin de fanatikleri vardır. 

Her hafta oynanan futbol maçına yaz-kış, soğuk-sıcak, gece-gündüz demeden sürekli giden taraftarları vardır. Maça gidemeyen şifreli kanaldan maçı izler. Ardından özetlerine bakar, pozisyonları değerlendirir. Hafta boyunca maçın kritiğini yapar, hakemi eleştirir. Kulüpler etine-buduna, gücüne göre bir hedef belirler. Kimi şampiyonluğu, kimi küme düşmemeyi, kimi de üst sıralarda tutunmayı hedefler. Şampiyonlar ligine veya Avrupa kupalarına katılma yine hedefleri arasındadır. Takım galip gelirse yönetimle taraftar arasında bir uyum olur. Takım sürekli mağlup olur, işler yolunda gitmezse daha statta iken seyirci, "Yönetim istifa!" protestosunu yapar. Başkan ve yönetim, ara dönemde ek transfer yapmak, teknik direktörü değiştirmek gibi yollara başvurur. Gerekirse uygun bir zamanda kulübü olağanüstü kurultaya götürür. Ya yeniden aday olur, ya da kulübü yönetecek aday çıkmasını ister. Seçilirse güven tazelemiş, kaybederse kulübe taze bir kan, yeni bir soluk gelmiş olur. Türkiye'nin ezeli kulüplerinden biri dışında kulüplerin çoğunda başkan ve yönetim başarısızlık gibi nedenlerle genelde değişir.

Takımların bağlı bulunduğu yasalara göre yönetilen siyasi partilerde ise başarılı olsun veya olmasın, istersen girdiği tüm seçimleri kaybetsin kolay kolay genel başkan değişmez. Olağan veya olağanüstü ne kadar kurultay yapılırsa yapılsın, durum aynıdır. Başkana sınırsız yetki veren bu siyasi partiler yasası olduğu, delege sistemi değişmediği, başarısızlık sonucunda olması gereken istifa mekanizması olmadığı müddetçe dünya bir araya gelse başkan değiştirilemez. Kiminde aday çıkmaz/çıkarılmaz, kiminde çıkarsa da kazanamaz. Ancak konu mankeni olur. Sonuç, mevcut genel başkan yoluna devam eder. Başkan delegesinden, delege ise başkanından memnundur. Kime ne? Çekemeyen hasetçiler çatlasın! Öyle değil mi diyebilirsiniz. Ne diyelim? Allah sevgilerini ve memnuniyetlerini artırsın.

Futbol kulüpleri ile siyasi partilerin kıyaslanması bile abestir. Çünkü futbol izleyenlere seyir zevki veren bir spordur, olsa da olur olmasa da. Hayatın vazgeçilmezi değildir. Geçmişte amatörce oynanan bu futbol, şimdilerde profesyonel bir şekilde yapılmakta ve büyük paralar dönmekte. Siyaset ve siyasi partiler ise demokrasinin ve ülke yönetiminin vazgeçilmezidir. Olmazsa olmazımızdır. Ama nedense spor kulüplerindeki başarıya endeksli başkan ve yönetim değişimi, siyasi partilerde ara ki bulasın. Halbuki siyaset bir vitrin işidir, kendini ve zihniyetini pazarlama sanatıdır. İktidar olmak için yapılır. Kaç tane seçime girdiği halde koltuğu bırakmayan ve her defasında yüksek oyla seçilen genel başkanları görünce akıl havsalam almıyor. Seçen delege ne diye seçiyor? Başarısını bir türlü kaç seçim gösteremeyen genel başkan niye aday olur? Haydi koltuk kişiye itibar kazandırır, insan kolay kolay bırakamaz diyelim. Çoluğu-çocuğu, eşi-dostu “Zorla güzellik olmuyor, bu kadar başarısızlık yeter artık! El âlemin yüzüne bakamaz olduk” da mı demiyor.

Unutmayalım ki bu ülkenin iktidarı ne kadar önemliyse ana muhalefeti ve muhalefeti de bir o kadar önemlidir. İktidar olan parti, muhalefetin nefesini arkasında hissetmeli. Muhalefet ise iktidarın hatalarına yapıcı muhalefet yaparak kendisini iktidar adayı olarak pazarlamayı bilmeli. Eğer bu iş böyle yapılmayacaksa bu ülke, “Yenilen pehlivan güreşe doymaz” misali iktidar-muhalefet hiç değişmeden yoluna devam eder. Benden söylemesi. Ki benim için hava hoş! 06/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 14/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


5 Şubat 2018 Pazartesi

Şehitlerimiz üzerine *

Her ülkede yaşamanın ve nefes almanın bir bedeli vardır. Kimi dertsiz bir keyif sürerken kimi de dertten kurtulmaz. Bizim ülkemizde yaşamanın birçok ülkeye göre bedeli hem zor, hem ağırdır. Bedeli, bedenimizi ve canımızı ortaya koymaktır. Nasıl bir ülkede yaşıyorsak kan, gözyaşı, şehit ve gazi olmak eksik değil bizde.

Büyük bir devlet ve cihana hükmederken bizi yıkmak suretiyle bizi küçücük bir toprak parçasında yaşamaya mecbur edenlerin bu ülkedeki kötü emelleri hiç bitmedi. Daha doğrusu bize galip gelenler, bizi bize bırakmıyorlar. Bizden devşirdikleriyle bizimle olan savaşlarını kancık yöntemlerle devam ettiriyorlar. Biliyorlar ki bizi bize bırakırlarsa geriyi emniyete alıp gücümüzü birleştireceğiz ve kendilerine yöneleceğiz. O yüzden köpeklerini bir türlü üzerimizden çekmiyorlar. Tüm dertleri, belimizi doğrultmadan bu ülkede birden fazla devlet çıkartıp bölebilirlerse rahat uyuyacaklar. Ne kadar oyalarlar, gücümüzü zayıflatırlarsa kardır onlar için.

Mertçe karşımıza çıkamayanlar, terörle yok etmeye çalışıyor bizi. O yüzden bizim savaşımız; düşmanı açık olmayan, pusu kurarak vur-kaç taktiği uygulayan kişilerledir. Bu savaşımızda karşımıza çıkanlarda savaş kuralları, ahlaki ve etik değerler yok maalesef. Önce Doğu ve Güneydoğu’yu yaşanmaz kıldılar; askere, polise, yöre insanına hayatı zindan ettiler. Hendek, barikat derken Türkiye’nin birçok yerinde canlı bombalarla masum insanların canını aldılar. Tek amaçları vardı; ülkeyi iç savaşa sürüklemek, Türkiye’yi içine kapatmak, ekonomiyi felç etmek, Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e karşı düşman etmek… Baktılar ki başarılı olamayacaklar? Başka bir kukla ve ihanet şebekesiyle 15 Temmuz’da son vuruşu yapmayı denediler. Bunu da beceremediler. Aslında yapılan bu terör ve darbe teşebbüslerinin arkasında, terör örgütünün sınırımız boyunca iyice yerleşmesini ve konuşlanmasını sağlamak. İçeride başarılı olamadılar, şimdi dışarıdan tehdit olacaklar. Bunda da başarılı oldular maalesef. Nasılsa arkalarında koskoca bize dost görünen, bizimle stratejik ortak olduğunu söyleyen -ne demekse- ABD ve bazı Batı ülkeleri var. Biri, ancak bir devlette olması gereken savaş uçağı dışındaki her türlü silahı, füzeyi, uçaksavar vb savaş aletlerini veriyor; bir diğeri, paramızla aldığımız tankların modernizasyon anlaşmasını askıya alıyor. Tüm engellemelere rağmen toparlanan Türkiye, önce Fırat-Kalkan Harekâtını başlattı, şimdi de Zeytin Dalı Harekâtıyla Afrin’deki terör yuvasının inine girmek ve belini kırmak için mücadele ediyor.

İki haftayı geçen operasyonda birbiri ardına şehitler veriyoruz. Sınır illerimize füzeler atılıyor. Atılan her bir füze, şehit olan her bir can, yüreğimizi dağlıyor; içimizi paralıyor, yürek yakıyor. Kimi yeni evlenmiş, kimi nişanlı, kiminin yeni çocuğu olmuş. Her biri bedenini ortaya koyuyor. Niçin? Biz bu ülkede daha rahat edelim, huzurlu yaşayalım, bu ülkeyi üç-beş çapulcuya bırakmayalım diye kendi bedenlerini ortaya koydular. Şehit oldular, daha da olmaya devam edecekler “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” diyerek…

Dedik ya bu ülkede yaşamanın bedeli ağır diye. Askerimiz can siperane bir şekilde terörle mücadele ederken harekât başlar başlamaz üç bin kişi de “Savaşa gitmek istiyoruz” diye askerlik şubelerine müracaat etmiş. Belki bu ülkenin taşı-toprağı altın değil, belki enerjisi yok, belki zengin değil. Ama uğruna canını ortaya koyacak ve gözünü kırpmadan şehit olacak insanlarımız var, “Şüheda fışkıran” toprağımız var. Her bir köşemizde bir şehidimizin anısı var. Belki mekanlarını değiştirdiler ama “Onlar ölü değildir, bilakis diridirler.” Hep gönlümüzde yaşayacak ve biz onları minnetle anacağız hep. Allah onlardan razı olsun, mekanları cennet olsun. Vatanımız uğruna bedenini, canını ortaya koyan ve koymak isteyenlerin sayısını artırsın. Artırsın ki bizi birbirimize kenetlesin ve biz bu memleketin kıymetini bilelim. 05/02/2018, Ramazan Yüce



* 07/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



4 Şubat 2018 Pazar

"Baba ben milletvekili olacağım" ***

-Yavrum! 16 yaşına geldin, şurada lisenin bitmesine ne kaldı? Doğru dürüst kendini derslerine vermiyorsun? Sen, hep dijital oyunlarla vakit geçiriyorsun. Görüyorum ki sen hala sorumluluğunu üstlenemedin. Sen bu temponla üniversitede iyi bir bölüm kazanacağına inanıyor musun?
-Elimden geleni yapıyorum baba. Kendimi daha fazla zorlayamam. Günde birkaç saat bilgisayar oyunu oynuyorum, tüm arkadaşlarım oynuyor. Ben oynamayayım mı? Çocukluğumu yaşamayayım mı?
-Çocukluğunu yaşa yaşamaya. Ama derslerini de ihmal etme. Benim senden istediğim gönlümden geçen iyi bir bölüm değil. Unutma ki kazandığın bölümü değil, ben senin çabanı takdir edeceğim. Önce bir hedef koymalısın kendine.
-Hedefim var benim baba!
-Neymiş hedefin? Bir de ben duyayım.
-Milletvekili olmayı düşünüyorum. Hem kendimi hem de sizi kurtarmış olurum.
-Bu yaşta…Güldürme beni!
-Gülmeni gerektiren bir durum yok. Sen bana hedef koy demedin mi. Al sana hedef.
-Oğlum 16 yaşındasın daha. Milletvekili olmak demek, sorumluluğunu üstlenmen demektir. Haydi bundan geçtim, para demektir. Seçim çalışması yapman için parayı nereden bulacaksın?
-Ne varmış yaşımda? Anayasa referandumuyla birlikte 18 yaşını dolduran vekil olabiliyor. Kalmadan bitirebilirsem lise biter bitmez,  vekilliğe adaylığımı koyacağım. Üstelik sorumluluğumun da farkındayım.
-Oğlum! Adamın canını sıkıma! Ne sorumluluğundan bahsediyorsun? Daha sen doğru dürüst ekmek almaya bile gitmiyorsun, gelen misafire izzet-ikram yapmıyorsun. Üstelik misafir gelince fellik fellik kendine yer arıyor, odandan dışarı çıkmıyorsun.
-Böyle deyip de moralimi bozma. Hedef dedin ben hedefimi koydum, saygı duymanı istiyorum. Sonra oğlun vekil olacak, sevinmelisin buna.
-Oğlum macera ve serüvene kapılma. Sen vekil olmayı kolay mı sanıyorsun? Bu evde macera istemiyorum. Hele hayal hiç!
-Denemekten zarar gelmez baba! Sen demiyor muydun inanmak başarmanın yarısı diye. Bu işler, hayalle başlar…
-Oğlum! Beni el aleme, eşe-dosta rezil etme. Böyle havada uçma, ben senin çok para kazanmanı, şöhret olmanı değil, elinin ekmeğini yiyeceğin bir işin, bir mesleğin olsun istiyorum.
-Eve çok paranın girmesi, oğlunun itibar sahibi olması fena mı? Kendin olamamışsın, bari bana engel olma!
-Oğlum, her şeyden geçtim. Vekil aday adaylığı için müracaat parasını nereden bulacaksın? Daha harçlığını benden alıyorsun.
-Sen bana vekillik müracaat paramı ver, propaganda için de biraz para ayır, şansımı deneyeyim. Bu işler denemeyince olmuyor biliyorsun.
-Oğlum! 18 yaşında vekilliğe müracaat edince el, adama ne der? Ayıplamaz mı bizi.
-Niye ayıplayacak baba! Devlet 18 yaşını dolduran vatandaşlara önce seçme, şimdi de seçilme hakkı verdi. Bu şans bir daha elime geçmez. Benim için bir fırsat bu.
-İyi de milyonlarca 18 yaşını dolduran gençler arasında nasıl vekil seçileceksin? Bizim etimiz ne, budumuz ne?
-Baba! Tüm siyasi partiler aday belirlerken nasılsa en genç vekil adayı bizde diye caka satmayacak mı? Bu ne demek? Hepsi az da olsa 18’ini yeni bitirmiş kişilerden aday gösterecek. Bu şans niye bana gülmesin. Sonra olan anasının karnında mı vekil oluyor? Oturduğum yerden bana vekillik vereceklerini mi sanıyorsun? Bunun için “Ya çıkarsa” demek gerekmiyor mu? Senin hesabına göre bu işlere çok kişi müracaat edecek, bize çıkmaz, diyorsun. Bu milletin büyük bir çoğunluğu para verip piyango bileti almıyor mu? Yine toto ve loto adı verilen şans oyunlarına bel bağlamıyor mu? Sanki bu şans oyunları her oynayana çıkıyor mu? Herkes “Ya çıkarsa” deyip oynuyor, sonunda birkaç kişi gülüyor. Ben de şansımı deneyip “Ya çıkarsa” deyip vekillik düşünüyorum. Lütfen önümü kesme. İşin başında da moralimi bozma.
-Üniversite ne olacak? Okumayacak mısın? Ya askerliğin?
-Hepsini yapacağım. Vekil olduktan sonra hedeflerimde hem üniversite okumak var, hem de askere gitmek.
-Nasıl olacak bu?
-Nasıl, nasıl olacak? Sen Meclisi okul gibi ya da devlet memuru gibi günlük yoklama yapılan yer mi sanıyorsun? Vekil seçildikten sonra kazandığım okula arada bir giderim, önemli oylamalarda liderimin talimatıyla Meclisteki yerimi alır, liderim nereye diyorsa ona göre parmak kaldırır, sonra işime bakarım. Askerlik için de bedellilik düşünüyorum. Bunun için Meclise vereceğim ilk önerge, “Askerliğini yapmamış vekiller, askerlik yükümlülüğünü hiç askere gitmeden bedelli olarak yapar. Bedeli de Meclisin bütçesinden karşılanır.” şeklinde olacaktır.
-Git oğlum! Senin aklın bir karış havada. Ortada fol yok, yumurta yok, sen daha şimdiden uçuyor, Meclise önerge bile veriyorsun. Ayakların yere bassın artık. Sen daha lisede okuyan, liseyi bitirememiş bir çocuksun.
-Bana niye kızıyorsun ki? Bana kızacağına bana seçilme hakkını verenlere bir şey söyle o zaman. Onlar bunu çıkarmışsa demek ki bana güveniyorlar, mutlaka bir bildikleri vardır.
-Git ne halin varsa gör. Ama bu işler senin hayal ettiğin gibi olmaz. Kendini şimdiden darı ambarında görmesen iyi olur. Yoksa hayat çekilmez olur.
-Senin oğlunum, ama gördüğüm kadarıyla benim hayallerimle başa çıkamıyorsun. Unutma ki benim hayallerimin ulaştığı yere senin gerçekliğin asla ulaşamaz. Oğluna, haydi oğlum diye moral vereceğine şimdiden demoralize ediyorsun. Vekil olursam hatırlatırım bunları sana.
-Şimdiden hayırlı olsun o zaman, ne diyeyim? 04/02/2018, Ramazan Yüce, Konya

*** 04/02/2018 günü haberladik'te yayımlanmıştır.

Ümmetin Aslî Kaynaklarla İmtihanı

Diyanet, son yıllarda merkezi hutbe olarak hazırlattığı hutbe konularında sünnetin önemini işaret eden birden fazla hutbeye yer verdi. Dinin asli kaynağı olarak Kur'an ve sünnetin önemini işaret etti. Çünkü bu konu, alttan alta çoğu kimsenin gündeminde. Cumhurbaşkanı bir iki konuşmasını bu konuya ayırdı. Sosyal medyada bu konu işleniyor. TV'lerde tartışma konusu oluyor. Halkın gündeminde de bu konu var.

Mesele nedir derseniz? Dinin asıl kaynağından olan sünnetin inkar edilmesi konusu. Bu konuyu gündemine alan "Allah'a ve rasulüne itaat ediniz...Rasül size neyi veriyorsa alın, neyi de nehyediyorsa kaçının...Kim rasüle itaat ederse Allah'a itaat eder..." demeye başlıyor. Kur'an'ı merkezine alan kimselere "sünnetsizler, mealciler" deniyor.

Diyanetin ele aldığı ve gündemimizden bir türlü düşmeyen bu konudaki tartışma pek biteceğe benzemiyor. Çünkü tartışma yanlış mecrada devam ediyor. Kelime ve kavramlar birbirine karıştırılıyor. Taraflar birbiriyle ya karşı karşıya gelmiyor, ya da geliyorsa muhatabını dinlememek üzere kılıcını çekip geliyor. Bir defa konu, sünnet olmamasına rağmen hadis ile karıştırılıyor. Çünkü az buçuk dini bilgisi olan mürekkep yalamış bir kimsenin sünnetle derdi olmaz, sünneti inkar edemez. Çünkü sünnet, peygamberden uygulana uygulana günümüze kadar tevarüs eden bir pratiktir, Kur’an’ın uygulanışıdır.

Sorun, çözülmek isteniyorsa önce sorunu bulmak lazım. Sanırım sorun, peygambere ait olduğu söylenen sözlü sünnette. Bugün kendilerine "sünnetsiz" denilen kişiler, hadis kitaplarında hadis diye rivayet edilen sözlerin bir kısmını “Peygamber söylemiş olamaz” iddiasını dile getirmektedirler. Bunlara karşı gelen grup ise hadis kitaplarında hadis diye rivayet edilen sözlerin, “Doğruluğu geçmiş hadisçiler tarafından kritiğe tabi tutulmuş, bundan sonra bunlar hakkında ileri geri söz söylemek olmaz. Çünkü söylenmesi gereken her şey söylenmiştir. Bunlar hadistir. Kim bunları inkar ederse İslam’ın ikinci rüknünü inkar etmiş olur. Bunlara şüpheyle yaklaşmak müsteşriklerin bakış açısını yansıtır.” demektedir. İşin garibi bir orta yol bulunamadı gitti. Hadisleri tümden savunanlar, diğer kesimi “Siz sünnetsizsiniz” dedikçe bunlar savunmaya geçmekte ve kendilerini destekleyecek hadisleri öne sürmektedir. Tartışa tartışa makas daralacağı yerde iyice açılıyor. Çünkü birbirlerine karşı yapılan ithamlar gırla gidiyor. Aslında  birbirlerine karşı güzel bir üslup takınarak itham etmeden, güzel bir dil kullansalar, birbirlerine karşı samimiyetlerini bir izhar edebilseler konu tam çözülmese de en azından birbirlerinin niyetlerini anlamış olurlar. Bu da aralarında bir saygı ve sevgi iklimin oluşmasına imkan verir. Ama saldırmayı, rakibini mat etmeyi geçer üslup seçtikleri zaman muhatabı hep savunmaya geçer, kendini anlatamaz. Ardından o da saldırıya geçer.

“Kafirlere karşı şiddetli, birbirine karşı merhametli olmaları” gereken Müslümanlar, “Firavun’a bile tatlı dil ile konuş” diyen tebliğ metodunu kendi aralarında geliştirmedikleri, birbirlerinin kişilik haklarına riayet etmedikleri müddetçe sünnet veya hadis denilen konuyu çözmeye hiç oturmamaları lazım. Aynı kitaba baş koyan, aynı kıbleye dönen kişiler birbirlerini düşman görmeye devam ettikleri müddetçe bu meseleyi zaten çözemezler. İlk önce usul ve metotta anlaşmaları gerekir. Gerisi boşa kürek çekmedir, husumetin derinleşmesine yarar. Bu konuyu ele alan, sürekli gündemde tutan ele başlarını Diyanet, tarafları bir araya getirerek önce üsluplarına dikkat etmeleri gerektiğini hatırlatmalı, sonra asıl meseleyi kapalı kapılar ardında çözmeye oturtmalı. Kendi aralarında bu işi hale ve yola koymadan kamuoyu karşısında bu meselelere girmemeleri gerektiğini bir güzel işlemeli. Eğer bunu yapmazsa  Diyanet, bu gidişle bu konuda daha çok hutbe okur. 04/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



3 Şubat 2018 Cumartesi

Sosyal Medya Bizi Fişliyor! *

Bugün sosyal medyaya girmeyenimiz yok gibidir. Yediden yetmişe bu âlemdeyiz. Kimimiz meraktan, kimimiz eski arkadaşları bulmak, kimimiz Türkiye ve dünya gündemini takip etmek, kimimiz paylaşım yapmak vb nedenlerle kâh twitter, kâh facebook, kâh whatsapp, kah instagram vb iletişim araçlarını kullanıyoruz. Hangi nedenlerle olursa olsun, bir giren bir daha çıkamıyor. Çünkü bağımlılık yapıyor. Türkiye’deki kullanıcı sayısı 2017 verilerine göre 48 milyonmuş. Akıllı telefonu olmayan zaten yok gibidir.

Bu ülke, insanların fişlenmesi diyebileceğimiz Batı Çalışma Grubunu duydu. TV'lerde BBG adı altında "Biri Bizi Gözetliyor" adı verilen programlar yaptı. Hem BÇG, hem BBG lokal bir olay iken şimdi sosyal medya vasıtasıyla izlenmemiz uluslararası bir boyut kazanmış durumda. Şimdilerde pek sıkıntısını görmüyoruz bu izlenmenin. Ama çok yakında acılarını kat be kat göreceğiz gibi. Hızlı bir şekilde içimize giren bu nimetlerin -her nimetin bir külfeti olur dendiği gibi- bize ağır külfetleri olacaktır. Teknolojinin nimetleri, elbette faydalanacağız diyebilirsiniz. Elbette kullanılacak. Zira kaçış yok bu dijital ortamdan. İşin garibi bu âlemin ne kadar güvenilir olduğunu, ileride başımıza neler açabileceğini pek düşünmüyoruz. İşin uzmanları sık sık bu tehlikeye işaret ediyor. Ama ne dinleyenimiz var, ne dikkate alan.

02/02/2018 gecesi TVnet isimli TV kanalında Serhat İBRAHİMOĞLU’nun hazırlayıp sunduğu Net Bakış programında “Sosyal Medya Terörü” ele alındı. 1.5 saatlik programın konukları, konunun uzmanları olan Doç. Dr. Levent Eraslan, Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Kırık ve Dr. Murat Dağıtmaç idi. Sosyal medyanın işlevini anlatan, ve hemen hemen herkesi ilgilendiren böylesi önemli bir konunun gecenin geç saatlerinde yayıma verilmesini de çok anlamış değilim. Fırsat bulup izlerseniz hepimizin ağzımız açık dinleyeceğini düşünüyorum.

Birçoğumuzun bildiği ve bizleri bekleyen tehlikelere işaret etmeye çalışacağım. Sosyal medya adı verilen dijital ortama adım atmışsanız; Facebook, Twitter, İnstagram, akıllı telefon, whatsapp vb. kullanıyorsanız 7/24 izleniyoruz demektir. Paparazzinin gönüllüce yapılanı ve çok gelişmişi. İzlenmekle kalmıyoruz, fişleniyoruz. Ne kadar paylaşım yapmışsak bilgi ve belge yüklemişsek hiçbiri kaybolmadan depolanıyor. Bu bilgilerin ileride kötü amaçlı kullanılabileceğini hesaba katarak paylaşırsak daha iyi olur. Bir defa akıllı telefonlar vasıtasıyla nereye gittiğimiz, ne yaptığımız hep kayıt altına alınmaktadır. 48 milyon kullanıcının 42 milyonu paylaşımını mobil telefon marifetiyle yaptığını bütün telefonların dokunmatik olduğu düşünülürse sürekli parmak izi veriyoruz, sanki polise veriyor gibi.

Sosyal medya yenidünyanın yeni dili. İnsanları yanıltma, algı oluşturma, dezenformasyonun bol olduğu, kriminal kişi ve yapıların cirit attığı bir yer. Sosyal medya aracılığıyla tüm bilgilerimize sahip olarak kılcal damarlarımıza kadar girilmiş durumda. Manipülasyon amaçlı kullanıldığı takdirde kimyasal silah kadar tehlikeli olabilir diyor uzmanlar. 17/25 Aralık sürecinde ve Gezi olaylarında bu iletişim ağları, algı oluşturmak üzere kullanıldı. Başarılı da oldular. Paylaştığımız resimleri hafif bir değişiklik yaparak başka yerlerde kullanılmayacağının hiçbir garantisi yok. Ki zaman zaman dezenformasyon amaçlı kullanılmaktadır.

Yaptığımız her paylaşım karakterimizi yansıtır. Paylaşımlarımız sayesinde bizi bizden daha iyi tanıyor, davranışlarımızı daha iyi test edebiliyorlar. Buna göre algı operasyonları yapabiliyorlar ve yapacaklar. Bir hareketle tüm kamuoyu ve TV kanallarını, devlet yetkililerini harekete geçirebiliyorlar. Bolca yaptığımız paylaşımlar sonucunda bizi daha iyi tanıyacakları için ileride yapay zekalı robotların piyasaya sürülebileceğini söylüyor yine işin uzmanları.

İletişim çağında iletişim araçlarının hızlı bir şekilde girmesine rağmen devletin doğru dürüst tedbiri yok. Tedbir almak istese de çok başarılı olacağını sanmıyorum. Paylaşımlarımızda zaten bir etik yok. İşin garibi yaptığımız paylaşımlar, tıkladığımız sayfalar dolayısıyla bu ülkenin paraları yurtdışına gidiyor. Adamlar oturdukları yerden bizim bilgilerimizle paraya para demiyorlar. Başkasının cebini dolduruyoruz. Kazandıklarından ülkeye bir kuruş katkıları da yok.  

Kullanmaya devam edeceğimiz bu sosyal medya paylaşımlarının zararları saymakla bitmez. Biz en iyisi bu âlemi kullanırken neyi, nerede, nasıl paylaşacağımızı; gördüğümüz her bilginin doğru olmayacağını, teyide muhtaç olduğunu, ileride bize silah olarak dönebileceğini hesaba katarak yoğurdu üfleyerek yememizde fayda vardır. Teknolojiyi çok iyi bilenler; sosyal medya ağlarının benzerini yaparlarsa hiç olmazsa bilgi ve paylaşımlarımızın depolanması ülkemizde kaldığı gibi paralarımız da dışarıya gitmemiş olur. Ülkeye en büyük hizmeti yapmış olurlar. 03/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 05/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





2 Şubat 2018 Cuma

Ülkenin Kürtlerle, Kürtlerin Türklerle İmtihanı

Toplum ve uluslarda kız alıp verirken veya oğlan evlendirilirken kendi inanç, yapı ve kültürümüze uygunluğu ve denkliği aranır. Aynı ırk, mezhep ve meşrepten olmasına da özen gösterilir. Çünkü toplumun en küçük yapı taşı olan bir aile kurulacak işin ucunda. Uyum ve geçim olmazsa sağlıklı bir aile ortamı kurulamaz.

Dünyada bir devletin bünyesinde farklı ırklar olmasına rağmen ırklar arasında bizdeki gibi iç içe geçmişlik yoktur. Ki bizde ırktan önce inanç ön planda olmuştur. Bizde Kürtlerin yoğun yaşadığı iller olmakla beraber Kürt yerleşim yerlerinden fazla bir nüfus Türkiye'nin diğer illerinde yaşamaktadır. Evimiz, sokağımız, mahallemiz, camimiz ortak olmuştur. Hemen hemen her evde mutlaka bir Türk gelin-damat veya Kürt gelin-damat vardır. Anne Türk ise baba Kürt, baba Türk ise anne Kürt'tür. Düşmana karşı birlikte hareket edilmiş, ülke birlikte savunulmuştur. Selahattin Eyyubi'nin katımızda ayrı bir yeri vardır. Çünkü derdimiz ortak, davamız ortak, fikrimiz ve zikrimiz ortaktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı parçalanıp yerine küçük küçük ülkeler kurdurulurken biz Türk ve Kürt tek devlet çatısı altında toplanmışız. Kürtler, "Her ırkın bir devleti var, bizim de bir devletimiz olsun" dememiştir.

Biz böyle iç içe huzur ve mutluluk içerisinde yaşarken bizden elliden fazla devlet çıkaran güçler, birlikte paylaştığımız küçük toprak parçasını fazla görmüş olmalı ki kurdurup desteklediği PKK örgütü eliyle bizi bizden koparmaya çalışıyor. Bunun için her şeyi de hazırlamış. Kürtlere devlet eliyle baskı uygulanmış, birçok insan hakkı esirgenmiş, bunun karşılığında da Kürtlerin savunucusu olduğunu söyleyen örgüt peydah olmuştur. Kırk yıldır da ülke bu örgütle başa çıkmaya çalışıyor. Şehit haberleri geldikçe Türk'ü, Kürt'ü örgüte düşman olacağı ve örgütün arkasındaki güce karşı birleşeceği yerde birbirini düşman gibi görmeye başladı. Üçüncü el/eller kaşıdıkça biz bize şüpheyle bakmaya başladık. Türkiye Cumhuriyeti var gücüyle örgütle mücadele ederken örgüt, küçülüp yok olacağı yerde iyice büyüdü. Bir terör örgütünün elinde devletlerde olmadı gereken silah ve techizat var. Üçüncü bir el; siz birbirinizle boğuşun, enerjinizi birbirinize karşı tüketin, bölünmeye kadar gidin, canınız cehenneme diyor aslında. İşin garibi Kürtlerin hamisi olduğunu filte ettirmeye çalışan terör örgütü, fikir-fikir, inanç bakımından Kürtlere de yabancı. Ama ırkçılık damarımız o kadar kabardı ki çoğunluğu olmasa da bir kısım Kürtler, Batı ve ABD destekli bağımsız bir devlet kurma hayaline kapıldı. Farz edelim ki PKK liderliğinde bir Kürt devleti kurulmuş olsun. Bu devlet kime, ne hizmet edecek, kime yar olacak? İşin bu kısmı düşünülmüyor. İşin bu noktaya gelmesinde dış güçlerin parmağı ve desteği var. Ama Kürt ve Türk olarak bu örgütün doğmasında bizim payımız büyüktür. 

Bugün geçmişe bakıp birbirimizi kötülememizin kimseye bir yararı yok. Türk ve Kürtlerden oluşan aklı selim insanların inisiyatif alıp bu akan kana, ayrılma isteğine bir dur demesi, herkesin kendi mahallesine bakması, öz eleştiri yapması, evlerinin önünü süpürmesi gerekir. PKK ile mücadelede "Kürtler öldürülüyor" propagandası yapmak, ya da örgütün başı Kürtlerden oluşuyor diyerek "Kürtler, eşittir PKK" demek sağlıklı bir bakış açısı değildir. Bu bakışın toplumsal barışa, bizi bir arada tutmaya faydası olmaz.

Eline silah alıp bu devletin insanına silah çeken ister Türk, ister Kürt olsun bu ülkede yaşayan bizlerin ortak düşmanıdır. Burada Kürt öldürülmüyor, teröristler öldürülüyor. Üstelik terörist sadece Kürtler içinden çıkmaz, Türklerden de çıkar. Bir kısım Kürtlerin kurduğu PKK nasıl bir terör örgütüyse, Türklerin kurduğu FETÖ de bir terör örgütüdür. Her ikisi de tehlikelidir. Gördüğümüz gibi teröristin dini-imanı ve ırkı olmuyor. Herkesten çıkabiliyor. Bugün kimse FETÖ'yle mücadele edilirken Türkler öldürülüyor, hapse tıkılıyor demiyorsa bize kurşun sıkan PKK ile mücadele edilirken de Kürtler öldürülüyor demesin. Yoksa bugünleri çok ararız. 02.02.2018, Ramazan Yüce, Konya