2 Şubat 2018 Cuma

Okul Müdürleri Düşünsün!

Öğrenci ve öğretmen bu on beş gün ne çabuk geçti, biz bu tatilden bir şey anlayamadık diye kara kara düşüne dursun. Onlar düşüne dururken okullar hummalı bir şekilde ikinci döneme başlamanın hazırlıklarını yapıyor. 

Okul idareleri sorunsuz okulu açmaya odaklanmış durumda. Bunun için ilk iş, öğrenci ve öğretmene herkesi memnun edecek iyi bir ders programı yapmak. Bunu da son ana kadar bekletirler. Ki bekletmek zorunda. Çünkü kim sağ, kim selamet görmeleri gerekiyor. Öğretmenin özürden tayini çıkmıştır, yerine gelen ya olmamıştır, ya da atanmışsa görevine başlamamıştır. Norm fazlası öğretmen varsa daha önce ataması yapıldığı için birinci dönemin sonunda ilişiğini kesip gitmiştir. Onun derslerini diğer branş öğretmenlerinin arasında eşit bir şekilde dağıtılması gerekir. Öğretmen ihtiyacı varsa ücretli öğretmenin görevlendirilmesini bekler. Program yapma dan önce öğretmen verilmemişse -ki verilmez- programda onun adı X, soyadı da Y olarak yer verilir. Mevcut öğretmenlerin mazeret durumları göz önüne alınır. Müdür, eğitim bölgesindeki öğretmen alışverişiyle ilgili toplantıya katılır. İlçe milli eğitimden son dakika golü gelir mi, gelmez mi diye beklenir. En erken ders programına başlayan okul -sorunsuz okul demektir- cuma günü öğleden sonra program yapmaya başlar. Sorunu olan okullar ise cumartesi veya pazarı ders programı yapmak için okula kapanır. Programı yapar yapar, bozarlar. Çünkü öyle program olmalı ki tarafların hepsi memnun olsun. Bunun için sağa koyarlar olmaz, sola koyarlar dolmaz. "Hah oldu" derken önemli bir ayrıntıyı atladıkları anlaşılır. Bozup tekrar yapmaya koyulurlar. 

Okul idaresi yoğunlaşıp program yapıp yetiştireceğim diye çabalarken meraklıları, "Hocam program ne oldu, yapıldı mı? Dört gözle bekliyorum, hala yapılmadı mı?" mesajı atar veya telefon eder. Burnundan solurken bir de onlara cevap ver. Sonunda ikinci hafta tekrar değişecek şekilde idarelik bir program yapılır. Çünkü yeni durumlar ve gözden kaçan ayrıntılar ortaya çıkar. Ardından nöbet listesi hazırlanır. Bunun için de bir emek sarf edilir. Hangi gün kime, kimin yanında nöbet vereyim diye. Öğretmene nöbet verilen gün de boş geçen dersleri doldursun diye boş pencere aranır, bir de nöbetlerde denge gözetilir. Hangi öğretmeni, hangi ciddi öğretmenin yanında nöbet görevi vereyim ki onun eksikliğini diğeri gidersin. 

Mutfakta nice emeklerle pişen bu programı beğenenler programı yapana çok çok teşekküre gelirler, beğenmeyenler ise burnundan soluyarak yöneticinin yanından geçer gider. En iyisi, ya zoraki bir gülümseme, ya da o değilden bir selam. Kimi de selam verir gibi kafasını sallar; "Alacağın olsun, görürsün sen, bundan sonra selamın S'sini, gülümsemenin G'sini sen," der gibi. Kapalı kapılar ardında ve öğretmenler odasında ders programıyla ilgili yapılacak homurdanmalar hariç. Bu da işin bonusu. Bir de "Program bu hafta bir daha değişemez mi" diye soranlar olur.

Okulun giriş-çıkış saatlerine sıra gelmiştir. Valiliğin giriş-çıkış yazısını, havanın aydınlık ve karanlığını, servisçinin bir servisten gelip diğer servise yetişeceğini, öğrenci, veli ve öğretmeni memnun edecek bir giriş-çıkış saatini belirlemeye çalışır okul idaresi.

Derken kervan yola çıkar. MEB'in veya MEM'in son dakika golü gelir. Çünkü onların eli armut toplamıyor. Onlar da müdür okulunda çalışırken yukarıda bir planlama yapmıştır. Okuldan birkaç öğretmeni ya seminere alır, ya il dışı özellikle Antalya'ya bir haftalık seminere gönderir, ya da kitap yazma komisyonuna alır veya bir görevlendirme yapar. "Okul açıldı, bu öğretmenlerin dersleri ne olacak, çocukların dersi boş geçecek" diyen müdüre "Plan ve program bu şekilde. Ben yaptım oldu. Müdür değil misin? Tedbirini alacaksın. Burası ağlama-sızlama, dert yanma, bahane üretme yeri değil, adı üzerinde müdürsün. Ne demek müdür? İdare eden. O zaman idare edeceksin. Tamam mı" denir hal diliyle. Anlamak istemiyorsa lisan diliyle de cevap verilir. Bunlar olacak. Çünkü bizde kervan, yola çıktıktan sonra düzülür.

Okul açılır. Müdür yardımcısı hastalık, izin, görevli vb. nedenlerle gelemeyen öğretmenlerin yerini nöbetçi öğretmenlerle kapatmak için sabahın köründe mini bir planlama yapar.

Ağır-aksak başlayan dönemin ilk gününde sabahın koşuşturması bittikten ve öğretmenler derse girdikten sonra müdür, yardımcılarıyla hemen bu hafta içinde yapılması gereken ikinci dönem toplantısı gündemini oluşturmak için toplantıya geçer. Bu iş salıya kalmaz. Çünkü salı günü müdürün danışma ve müdürler toplantısı vardır. Salı toplantıları bittikten sonra müdür gündem konularına hazırlık yapar. Çarşamba öğretmenler kurulu, perşembe de zümre toplantıları olur. Gerekirse okullarda kıvrak eğitim yapılır.

Dönemin ilk haftası cuma dışında bu şekilde toplantılarla geçer. Korkulan olmadı gördüğünüz gibi. İş, müdürlerin abarttığı gibi değil. 02.02.2018, Ramazan Yüce, Konya


1 Şubat 2018 Perşembe

Ülkeyi yönetmeye talip olanların sorumluluğu

Toplumsal barışa en fazla ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde iktidar ve muhalefete mensup aşırı sempatizanlarının, gerilimi yükselten paylaşımları dikkat çekiyor. Herkes gerilim siyaseti izliyor. Bu siyaset, halkı kutuplaştırmadan öte bir işe yaramaz. Ülkeyi sevdiğini söyleyen bu kişiler, bu görüntüleriyle ülkeye zarar vermekten öte bir şey yapmıyorlar. Aşırı sevgi ve nefret duygusu göz ve anlayışlarını yok etmişe benziyor.

İktidarı savunan kişiler en ufak bir eleştiriye gelmiyor. Ağzını açanı yok etmeye çalışıyor. İktidara muhalif olan ve yıllardır iktidar yüzü görmeyen müzmin muhalifler ise ‘vur abalıya’ mantığıyla var gücüyle olur-olmaz eleştiri yapmaya çalışıyor. Tarafların yaptığı, eleştiri boyutuyla kalsa keşke…İş, hakaret ve kişilik haklarına saldırı şekline dönüşüyor. Niçin yapılıyor bu? Kimi iktidarda kalacağım, inmeyeceğim; kimi de iktidarı devirip ben veya benim zihniyetim başa geçecek psikolojisiyle yapılıyor. Toplum gerildikçe geriliyor. Bir, birbirinin boğazını sıkmadığı kalıyor. Bu gidişle o da olacak maazallah!

İktidar olmak önemli bu ülkede. Çünkü ülke yönetilecek işin sonunda. Fakat gerilim siyasetiyle iktidar olmak belki taraflara bir çıkar sağlar ama bunun ülkeye ne katkısı olur? Zarardan başka bir işe yaramaz.

İktidar olmak; ülkeye daha iyi hizmet edeceğim, Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke yapacağım, ben rakiplerimden daha iyi yapacağım, düşüncesiyle bu iş yapılmalıdır. Aralarında bir fazilet yarışması olmalıdır. Rakibi kötüleyerek bir yere varılmaz.

İktidar olanlar bir defa toplumu kucaklamayı esas almalıdır. İktidar olamayanlar, “Biz bu işi daha iyi yaparız” deyip halka kendini iyi anlatmalıdır. Yıllar yılı iktidar olacağım diye kalkıp her defasında bir arpa boyu yol gidemeyenler iktidara ve iktidar savunucularına kızıp köpürmekten ziyade “Biz niye iktidar olamıyoruz, halk niçin bizi benimsemiyor, biz nerede hata yapıyoruz, kendimizi nasıl yenileyebiliriz, halkın dilini nasıl anlayacağız” diye düşüneceği yerde işi-gücü iktidara ve iktidara oy verenlere kızıyor. Halkın kime oy verdiğine kimin kızma hakkı var? Halkımız bu işi kim daha iyi yapacaksa ona oy verir. Bu halk maceraya yelken açmaz. Kimseye de oyu tapulu değildir. Baktı ki iktidar olan bu işi beceremiyor, muhalefetteki bu sorumluluğu daha iyi yapacak derse seçmen dünün muhalefetini iktidara taşır. İktidardakini de hatasıyla yüzleşsin diye muhalefete indirir. Türkiye’nin geçmiş siyasi tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Muhalefet veya muhalefeti destekleyenler şunu bilsin ki siyaset bir vitrin işidir, halkı ikna etme sanatıdır, kendini iyi pazarlamadır; halkın değerlerini, ihtiyaçlarını, derdini anlama işidir. Kim halkı ikna ederse iktidarı kapar bu ülkede. Yıllar yılı patinaj siyaseti yapan ve bir arpa boyu yol gidemeyen, halkın değerlerini anlamamakta direnen ve kendi meramını anlatamayanların ülkeyi yönetme denilen iktidarı göremezler. Hatta rüyalarında bile.

Desteklediği partisi iktidar olamayınca bazıları, “Biz niye iktidar olamıyoruz” diyeceği yerde gecesini-gündüzünü iktidara kızan, hakaret eden, iktidarın her hareketini eleştiren paylaşımlara yer veriyor sosyal medyada. Bu arkadaşlara yanlış yolda olduklarını, kendilerini yenileyip yeni bir yol haritası belirlemeleri gerektiğini söylemek isterim. Yoksa bu kızma siyasetleri ancak kendi küpüne zarar verir. Bu da ne kedilerine fayda sağlar, ne de ülkeye katkı sağlar.  01/02/2018, Ramazan Yüce, Konya


Türkiye'nin Hocalarla İmtihanı *

Ülkede adına hoca denen kişi sayısı çok. Hepsi de çeşit çeşit, tekdüze değil. Öğretmen, imam, üniversite hocası, bir tarikat şeyhi ya da bir işi iyi bilen vb. kişilere hoca denir bu ülkede. Bazı bölgelerde tanımadığı kişilere 'hocam' hitabı da kullanılır. Kimi de sevdiği, arkasından gittiği kişilere sadece hoca hitabını yeterli görmez. Sonuna ‘efendi’ ilavesi yapar.

Hoca tabiri değişik kişilere söylense de hoca dendiğinde bu ülkede dini bilen, insanlara dini anlatan ve dini yaşamaya çalışan kişiler akla gelir. Halkımızın büyük bir çoğunluğu din adamı da denilen bu hocalara ilgi-alaka gösterir, güvenir, iltifat eder. Kendi iyi olmasa da hoca dediği kişilerin iyi olması gerektiğini düşünür bizim insanımız.

Bu ülkenin sınavlarından, sorunlarından biri de bu hoca denilen kişilerdir. İyisi çok iyi, etrafına güven verir; halk nezdinde sözüne güvenilen, kendisiyle istişare edilen, sözü dinlenen biridir. Bu tipler halkı kolay kolay kandırmaz. Nasıl bilinirse ömrünü öyle tamamlar. Bir de adına hoca denilen kişiler vardır ki önce halka güven verir, halkın güvenini kazanır, sonra gerçek yüzünü gösterir. Kimi ihanet eder, kimi insanları para yönünden dolandırır, kimi taciz vb yollara tevessül edebiliyor. Halkımız, gerçek yüzünü gördükten sonra bu tip hocalara, “Bir de hoca olacaksın” şeklinde serzenişini de dile getirir.

Bu toplum şeytana pabucunu ters giydiren; hoca görünümlü, sonunda ‘efendi’si olan hocaya da şahit oldu. İhanetlerden ihanet beğendirdi bu ülkeye. Bu milletin verilmiş sadakası varmış ki bu hoca bozuntusunun oyun içinde oyunlarını son anda önledi. Biraz pahalıya patladı ama sonunda ülkeyi bu şer ocağına teslim etmedi. Bizim için bu musibet, bin nasihate bedel oldu.

Gerçek yüzü ortaya çıkan hocanın biri gidiyor, biri geliyor bu ülkede. Son günlerde sevenleri, sempatizanları ve tabileri tarafından hocaefendi denilen bir başka hoca ile ilgili operasyonu konuşuyor ülke.

Nebevi tebliğ görevini yaptığını söyleyen, peygamberin yolundan gittiğini izhar eden ne kadar hoca varsa çoğunun arkasında bağlılar ordusu var. İşin garibi hiçbirinin para sorunu yok, itibar sorunu yok, insanlara ulaşma sorunu yok. Hemen hemen hepsinin TV kanalı var. “Haydi ölün” dese, bir sözüyle ölecek nice bağlıları var. Bu keramet dinden mi kaynaklanıyor, yoksa hocanın maharetinden mi, çok anlayamadım gitti.

Bir başka hoca daha var ki kendisini mehdi olarak lanse etmekte. Soyunu ise zaten peygamberin soyuna dayandırıyor. (ne işe yarayacaksa…) Darwin Teorisini çürütmek için epey bir uğraş verdi, kitaplar yazdı. Kendisinin ve bağlılarının hiç para sorunu yok. Paranın suyu nereden geliyor bilinmez. Ne iş yapar onu da bilen yok. TV kanalı var. Haftanın yedi günü kanalının müdavim ve demirbaşı. Müntesipleri, o bildiğimiz dindar-mütedeyyin kadın giyimine pek benzemiyor. Neredeyse anadan-üryan açılmış bir şekilde kanalda boy gösteriyorlar. Ağızlarından inşallah-maşallah pek düşmüyor. (ibadet şekilleri sanırım) Kedicikleri sayesinde kanalda dans, müzik hiç eksik olmuyor. (Bu da ibadetleri olabilir)

Ülkemizin sıkıntılı günlerden geçtiği günümüzde bu sosyete cemaatinin tek gündemi biricik hocaları ve hocalarının ‘Kediciklerim' dediği kızlar. “Yaptığımıza Allah ne der? Yok ya, millet ne der? Daha neler neler!” dedikleri falan yok. Bu işler; inşallah ile maşallah ile olmaz, bu anlattıklarınız ve icra ettikleriniz dine ters diyen olursa yüzleri hiç kızarmadan cevap bile veriyorlar. Çünkü ne yaptıklarından o kadar eminler ki…

Allah’ım! Sen aklımıza mukayyet ol, senin dinini kendi çıkarları uğruna alet edenlere fırsat verme. Dine meyyal bu milletin duygularıyla kimsenin oynamasına izin verme. Dinini kendi menfaatleri uğruna kullanmayan hocalar ver bize. İnsanımıza da olur-olmaz kişilerin ardından gitmeme basiret ve feraseti ver.  01/02/2018, Ramazan Yüce, Konya


* 03/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


31 Ocak 2018 Çarşamba

Bizim Mahallemize Uğramayan Nimet: Birlik

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” Kur’an-ı Kerim’in Ali İmran Süresinde birlik mesajı veren bu ayet, parçalanmamayı öğütleyen, bir ve beraber olmayı Allah’ın nimeti olarak değerlendiren ve bu nimet sayesinde kardeş olduğumuzu hatırlatan, parçalanmayı ateş çukurunun kenarına benzeten bir ayettir. İşitmiş olamazsınız. Okumuş, ya da dinlemişizdir, hem de defalarca. Anlamını bilmeden kaç defa hatim inmişizdir. Hatipler, vaaz kürsüsünde ve minberde birlik mesajı vereceklerinde bu ayeti anlamıyla birlikte defalarca okumuştur.

Bugün bu ayetin muhataplarının parçalanmışlığını görünce anlaşılan okumuş, dinlemiş, kulak ardı ederek geçip gitmişiz. Yani kendi bildiğimizi okumuşuz. Hiç üzerimize almamışız. Böyle yapmışız ki resmi dini İslam olan, halkın büyük bir çoğunluğu Müslüman olan nerede bir İslam beldesi görseniz sanırsınız ki bu ayet buralara hiç inmemiş ve Müslümanlar bu ayetin muhatabı değiller. Çünkü bölük-pörçüklük paçamızdan akıyor, hem de diz boyu. Hiçbir İslam beldemiz yoktur ki grupçuluk, mezhepçilik, hizipçilik yapmasın ve yaşamasın.

Siyonist güçlerin sömürü yeri ve para deposu İslam beldeleri. Nerede bir çıkar kokusu almışlarsa yaptıkları ilk iş, Müslüman hizipleri birbirine kırdırmak şeklinde başlıyor ve film bu şekilde devam ediyor. Maşa varken ellerini kora sokmuyorlar yani. Birbirimizi kırıp geçiriyoruz, kimse siyonist güçlere düşman olmuyor ve onlara karşı birleşme yoluna gitmiyor, ben Müslüman kardeşime kurşun sıkmam demiyor. Çünkü birbirinden mevzi kapmaya, emperyalistlerin gözüne girmeye çalışıyor. Irak, Suriye, Yemen, Libya, Sudan, Pakistan, Afganistan vb. yerler en güzel örneğidir. Siz hiç buralarda ABD askerinin öldüğünü gördünüz mü? Hep birbirini kırıp geçiriyor Müslümanlar. Yaptıkları bu uğraşa, cihat adı veriyorlardır üstelik. Kur'an, sünnet ve fıkıhtan kılıfını da hazırlıyorlardır. Halbuki hiçbir dini umde; bu şekilde adam öldürmeye, kan akıtmaya, fitne çıkarmaya, insanları işinden-aşından etmeye, memleketinden çıkarmaya cevaz vermez. Memleketimizi istila edenlere karşı bir araya gelip, gücümüzü birleştirip topyekûn mücadele edeceğimiz yerde birbirimizle boğuşarak iyice zayıflıyoruz.

Müntesibi olmakla övündüğümüz bu İslam anlayışı ve yaşantımız, bizi düşmanlara karşı maskara ve rezil etmektedir. Biz bu yaşadığımız İslam ile kendi yüzümüzü güldürmüyoruz ki başkasına ışık olalım. Biz birbirimize karşı kedi-köpek gibi boğuşurken, onulmaz yaralar açarken adamlar malı götürüyor. Anlaşılan biz, olayların perde gerisini anlamakta zorluk çekiyoruz, ya da görmek istemiyoruz. Bize “Bu senin düşmanın” diyenlerin dümen suyuna girerek adamların ekmeklerine yağ sürüyoruz. Adamlar iç savaşa karar vermişlerse fitili ateşlemek kalıyor sadece. Biz buna o kadar teşneyiz ki hemen atlıyoruz birbirimizi yok etmeye. Biz birbirimizle kıyasıya savaşırsak bundan kim faydalanacak diye düşünmüyoruz.

Görüntümüz, gidişatımız, hal-i pürmelâlimiz iyi değil maalesef. Rabbim encamımızı hayreylesin. Bizlere feraset, basiret versin, akıl noksanlığı vermesin, olayların perde gerisini görme basireti versin. Bizleri mezhepçilikten, hizipçilikten korusun. Ali İmran 103.ayetin gereğini yapmayı nasip etsin.
 31/01/2018, Ramazan Yüce, Konya


Meslek odaları mı dediniz?

Bu ülkede ağzını açan bürokrasiden ve atanmışlardan şikayet eder, sorunun kaynağı olarak burada görev yapanları görür. Bence ülkedeki sorunların başında seçilmişler gelmektedir. Seçilmiş derken sadece partilerin başındaki siyasi liderleri kastetmiyorum. Meslek odaları, dernekler, vakıflar, STK'lar, bir cemaatin başında olanlar da siyasilerden farklı değildir. Seçilmiş diye kimse onlar aleyhine pek konuşmaz.

Siz hiç seçilmiş olarak bir koltuğa oturup da sonradan kendiliğinden gittiğini gördünüz mü bu ülkede? Ne mümkün efendim! Gelen gitmemek üzere oturur koltuğa. Gelir gelmez ilk yaptığı da yerinde ebedi kalmak için teşkilatını yukarıdan aşağıya doğru örer ve hep kendine sadık kişiler gelir/getirilir. Bundan dolayı kendisi bırakmadığı müddetçe kimse onları seçim ve sandık yoluyla değiştiremez. Kendi isteğiyle görevini bırakan da yerini istediği kişiye bırakır. Örnek mi istersiniz? Etrafınıza bir bakarsanız örneklerin en alasını görürsünüz.

Bir siyasi partiyi düşünün. Hepsi iktidara gelip bu ülkeyi yönetmek için parti kurar. Yüzlerce partinin içerisinde yarışa girerler, sadece bir tanesi iktidarı göğüsler, diğerleri büyükten küçüğe ana muhalefet, muhalefet, meclis içi ve meclis dışı olarak sıralanır. Girdiği tüm seçimlerde başarılı olmamasına rağmen bir partinin liderinin değiştiğini göremezsiniz. Çünkü beslediği delege ve teşkilatı sapasağlam arkasında durur. Liderin karşısında aday olan sadece konu mankeni olur.

Siyasileri bir tarafa bırakalım, meslek odalarının başına geçen kişiler seçim yoluyla değişir mi? Bu da mümkün değil. Koltuğu ele geçiren tepeden tırnağa kendisine bağlı kişilerle çalışır, onlar onu destekler, o da kendisini destekleyenleri. Kendini sağlama aldıktan sonra babasının çiftliğinde göremediği rahatlığı bulur orada. İstediği şekilde yönetir, istediği şekilde hor kullanır bu amme çiftliğini. Dilerse yediği kaba pisler. Kim ne karışır ki? Üyelerden gelen parayı istediği şekilde kılıfına uydurarak harcar, odasıyla ilgili olsun veya olmasın istediği açıklamayı yapar. Vatandaştan veya Türkiye’deki yaşayanların hepsinden tepki bile toplasa kimseyi takmaz. Kanunu, kuralı, hakimi, savcısı, kamuoyu, ahlak ve etik değerleri vız gelir kendisine. Çünkü kendisini seçen üye ve delegeleri var, mühim olan onların oylarını almak. Vatandaş oy vermiyor ki onlara. İdeolojisinin izlerini son raddesine kadar odanın iş ve işleyişinde görürsün. Benden bu kadar demediği müddetçe orada hizmet eder. Kazara gitmeye kalksa da yerine sadık birini bırakır gider. Arka planda yine o yönetir.

Bu ülkede babadan oğla geçen ağa değişmez, STK’nın başındaki değişmez, bir holdingin başındaki yönetim kurulu başkanı değişmez, dernek ve vakıf başkanı değişmez. Bunları ancak oradan ölüm ayırır. Bir silsile takip eden tarikatlarda bile son yıllarda ölürken yerine oğlu, kardeşi, damadı vb kimseler geçer oldu. Adına hizmet dedikleri bu yerler, birilerine hizmet eden yerler olarak devam ediyor maalesef.

Seçimle gelenlerin seçimle gitme istisnası yok mu? Var elbette. Fakat devede kulak misalidir bunun örnekleri…. İnsanlığın kötünün iyisi dedikleri demokrasilerdeki seçim, özellikle Doğu toplumlarında böyle. Yine en iyi seçim, vatandaşın önüne gelen genel seçim sandıklarıdır. Kredi verdiğinin savsakladığını görünce vatandaş, onu kızağa çekmesini de iyi biliyor.

Eğer sen de gelip gitmemek üzere bir koltuk arıyorsan, hemen bir meslek odasının başına kapağı atmaya bak. Hem bir elin yağda, diğeri balda olur; kendin ihya olduğun gibi sülaleni de ihya edersin buralarda. Bu kıyağımı da unutma! Odanın başına geçince beni de biraz nemalandırırsın umarım… 31/01/2018, Ramazan Yüce, Konya


29 Ocak 2018 Pazartesi

"...olmasaydı olmazdık"

Normal şartlarda insanlara nasihat ederken sevgi ve nefrette aşırı gidilmemesi gerektiğini söyleriz. Çünkü her ikisi de gözü kör eder, olaylara daha soğukkanlı bakmanın önüne geçer. İş başa düşünce akıl veren biz de sevgi ve nefrette aşırıya kaçabiliyoruz. Aşırı sevgi, kişiyi vazgeçilmez, onsuz olmaz gördüğümüzdendir. Nefret de ise kişi ya da kişilere ön yargıyla bakmamızın etkisi büyüktür. Bu yazımda nefretten ziyade aşırı sevgi üzerinde durmak istiyorum. Bunun örneklerini dinde, siyasette ve devlet adamlığında görebiliyoruz. 

Hz Muhammed vefat edince onun ölümünü kabullenemeyen Hz Ömer, "Kim onu öldü derse kellesini uçururum" diyerek ortaya atılmıştır. Bunu gören Hz Ebubekir, "Kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki o; ölmüştür, kim Allah'a ibadet ediyorsa bilsin ki o, diri ve bakidir" diyerek Ömer'i sakinleştirmiştir.

Halkımızın arasında birçok kitaba girmiş, çoğu kimsenin hadis diye rivayet ettiği bir söz çok meşhurdur: "Sen olmasaydın, bu alemi yaratmazdım." Kim için söyleniyor bu? Hz Muhammed ile ilgili. Pekiyi doğru mu bu söz? Asla ve kat'a doğru olamaz. Zira insanın dünyaya gönderiliş ve yaratılış amacına aykırıdır. Çünkü Allah, hiç kimse için alemi yaratıp yok etmez. İşin garibi aslı olmayan bu söz, dini bildiğini sandığımız çoğu kimsenin ağzında doğru söz olarak söylenip duruyor.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal için de bazı kişiler, "O, olmasaydı bugün biz olmazdık, Türkiye diye bir devlet olmazdı, bugün hala bir devletin esareti altında yaşardık. Bugünkü mevcut durumumuzu ona borçluyuz. O; ölmedi, sonsuza kadar gönlümüzde yaşayacaktır..." şeklinde konuşur.

Başka kişilerle ilgili benzeri sözleri de duymuş olabilirsiniz. Yazımda Hz Muhammed ve Mustafa Kemal ile ilgili halkın baktığı bakış açısından iki örnek verdim.  Ben bu tür bakışı uygun görmüyorum. İnsanlara insan üstü bir özellik atfedilmesinin bir sonucudur bu. Allah evreni yaratırken evren yasaları dediğimiz fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasaları koymuştur. Hiç kimseye farklı bir muamele yapmaz. O yüzden her insanı abartmadan kabul etsek fena olmaz diye düşünüyorum. 29.01.2018, Ramazan Yüce, Konya


28 Ocak 2018 Pazar

İçimizde 'sorun olan' bu Suriyeli mültecileri ne yapalım?

Ortaokul ve liselerde karne haftası denilen son haftalarda kolay kolay ders işlenmez. Bu durum sanki Allah’ın emri gibi bir şey oldu okullarda. Çünkü sınavlar bitmiş ve notlar verilmiş. Amaç, sınav ve not olunca doğaldır ki dersin de işlenmemesi gerekir. Kazara işlemeye kalkarsan istenmeyen öğretmen ilan edilirsin. “Nerede görülmüştür son hafta dersin işlendiği, siz hiç öğrenci olmadınız mı, hangi okul ders işliyor bu hafta, zaten yorulduk, üstelik sınıfın çoğu da yok, kitap-defter de getirmedik…” serzenişleri gırla gider daha sen selam vermeden önce. Ne olursa olsun, ben bu dersi işleyeceğim diyen öğretmen, dersi işlese de kendi çalar, kendi oynar. ‘istemezük’ güruhunun karşısında ders işlemek, tok insanı ağırlamak gibidir. Düşmanca bakışlar arasında öğretmen ilerleyebildiği kadar ilerlemeye çalışır. İşin garibi sınıfın büyük bir çoğunluğu fire verdiği için gelen öğrenciye işlenen ders, tatil dönüşü tekrar işlenmeye muhtaç. Çünkü çoğu öğrenci bu konuyu görmemiştir.

Karne haftasında okullarda pek ders işlenmese de, işlense de pek hayrı ve verimi olmasa da, öğrenciyi ikna ettikten sonra ağır aksak da olsa ders işlemeye özen gösteririm. Bu dönem karne haftasında sınıflara girdiğimde selam verdikten sonra yine "Öğretmenim! Ders işleyecek miyiz" sorusuna muhatap oldum. İşlemeyelim dedim. Bir sevinç, bir sevinç...görülmeye değerdi. "Akıllı tahtayı açıp film izleyelim mi o zaman" dediler. Hayır, film-milm yok" dedim. "O zaman ne yapacağız, serbest miyiz" dediler. Haydi bugün karşılıklı sohbet yapalım" önerime hep beraber 'tamam yapalım" dediler. "Size göre ülkemizdeki en büyük sorun nedir, önce düşünün, sonra tek tek cevap verin" dedim.  "Kadına şiddet, eğitim ve öğretim, savaşlar, küresel ısınma, şiddet, nezaketsizlik,  ekonomi, Suriyeliler..." gibi farklı farklı cevaplar aldım. Ardından ben aldım sözü. Verdiğiniz cevapların hepsi bu ülkede önemli sorun. Bana göre de en büyük sorun, güven sorunudur. Bugün kimse kimseye güvenmiyor, kim birine güvenmişse güvendiği dağlara karlar yağmıştır. Zira duyulan güven, verilen açık çek, kötüye kullanılmıştır... Bizim kendisini örnek aldığımız Hz Muhammed'in en büyük vasfı, lakabı, özelliği güvenilir olmasıydı. Üstelik bu sıfatı, düşmanları tarafından kendisine verilmişti. Düşmanları ona; sihirbaz dedi,  şair dedi, deli dedi, baba ile oğlun arasını açıyor dedi. Ama kimse ona, yalancı demedi, sonsuz güven duyarak kıymetli eşyalarını ona emanet etti. Kısa zamanda Hz Muhammed'in görevinde başarılı olmasının, ulaşabildiği kitlelerin çoğunun ona inanmasının temelinde iyi bir hatip olması, yakışıklı olması değil, ona duyulan güven duygusu vardı. İşte o yüzden ona Muhammed'ül Emin (güvenilir Muhammed) dediler dedim ve sohbet bu minval üzere devam etti. Arka arkaya iki dersi -zaman zaman öğrenciler de söze karışarak- bu şekilde sohbet ederek bitirdik. Zil ile beraber "Hepinize iyi tatiller" demeden bazı öğrenciler, "Öğretmenim ders işlemeyeceğiz dediniz ama siz dersi yine işlediniz" dedi. Doğru söylemişlerdi çocuklar. Zira konumuz, Hz Muhammed'in güvenilir olmasıydı. Diğer sınıflarda da aynı minval üzere sohbet ettim. "Size göre Türkiye'nin en büyük sorunu nedir" soruma, her sınıfta farklı farklı cevaplar verildi. Girdiğim ve bu konuyu işlediğim her sınıfın, soruma verdiği tek ortak cevabı vardı: Suriyeliler. 
Ortaokul seviyesindeki öğrencilerin belleğine sorun olarak 'Suriyeliler' yerleşmişti.

14-15 yaşındaki yeni ergen olmuş çocuklarımız maalesef içimizde yaşamakta olan mültecilere sanki düşman gibi bakıyor ve onları, en büyük sorun olarak görüyor. Nasıl becerdik bunu diye düşünürken  27/01/2018 günkü Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ahmet Hakan Coşkun, Suriyeliler konusunu ele almış. “Suriyeli mültecilerin; halkımız tarafından ensar/muhacir olarak değerlendirilmediğini, hep sorun olarak görüldüğünü, halkımızın ‘Bıktık şu Suriyelilerden, paralar Suriyelilere gidiyor, savaşacaklarına neden buradalar’ dediğini, bazen siyasetçilerin kışkırtmasıyla ırkçılığa ve mülteci düşmanlığına varan bir yaklaşım biçiminin halkın arasında yerleştiğini” ifade etmiş yazısında.

Halkımızın Suriyeli mültecilere bakış açısı Sayın Hakan’ın yazdığı gibi. Eksiği var, fazlası yok. Her konuda olduğu gibi halkımız bu mülteciler konusunda da ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmımız, onlara muhacir gözüyle baktı, yapabildiği kadar destek olmaya çalıştı. Büyük bir çoğunluk da kinli bir şekilde baktı onlara. Hatta bazı şehirlerimiz “Suriyelilere hayır yürüyüşü yaptı, linç etmeye çalıştı. Bu Suriyeli düşmanlığı ortaokul seviyesindeki çocuklara kadar sirayet etmiş yukarıda değindiğim gibi. Ordumuzun terörle mücadele kapsamında Afrin'e operasyon başlattığında "Cepheye Suriyelileri sürelim" diyenlerin sayısı da az değildi sosyal medya paylaşımlarında. Gördüğüm kadarıyla halkımızın ekseriyeti, en azından sesi çok çıkanların gözünde ülkenin en büyük sorunu olarak Suriye görülüyor.

Öyle zannediyorum; işini-aşını, evini-barkını, anne-babasını kaybetmiş içimizdeki Suriyeliler de bu ülkede durmaktan zevk alıyor değiller. Kirli savaşın onları getirdiği nokta, memleketlerini terki diyar etmek olmuş. İçlerinde tıpkı bizde olduğu gibi iyileri de vardır, kötüleri de. Her konuda olduğu gibi bu konuda da toptancı olmamak gerekir diye düşünüyorum. Dua edelim ki bu Suriye’deki savaş sona ersin, bu insanlar kendi memleketlerine dönsün, hatta bu konuda elimizden geleni yapalım. Burada sorumlu kişilere düşen Suriyeli mülteciler konusunu sürekli kaşımamaları. Zira bu mesele kaşındıkça yeni nesil Suriyeli mülteci düşmanı olarak yetişiyor. Yarın Allah göstermesin ülkede meydana gelebilecek en ufak bir kargaşada Suriyeli-Türkiyeli iç savaşı çıkartılarak insanlar birbirini kırabilir. Çünkü bu ülke toplumsal ayrışmalardan çok çekti. Zaten bol miktarda pimi çekilmiş, patlamayı bekleyen bombalar var bu ülkede. Alevi-Sünni, Türk-Kürt, laik-anti laik gibi.

Bu ülkede kimse kimsenin karnını doyurmuyor. Herkes midesinin aldığı kadar yiyebilir. İsteyen Suriyeli mültecilere yardım eder, dileyen etmez. Yardım edenin yaptığı iyiliği başa kakması hiç doğru değil. Çünkü bu başa kakma tüm iyilikleri yok eder. Yardım etmeyip de sürekli yardım ediyor/yardım ediliyor edebiyatı yapanlar da bunu yapmasınlar. Zira bu edebiyata herkesin karnı tok. Üstelik yakışmıyor. Onların bugün düştüğü duruma bakarak ülkemizin kıymetini bilelim, ayrışmaya değil; kenetlenmeye daha fazla ihtiyaç duyduğumuzu anlayalım. Allah’ın bu ülke ve bu ülke insanını aynı şekilde imtihan etmemesi için elimizden gelen gayreti gösterelim. 28/01/2018, Ramazan Yüce, Konya