15 Ocak 2018 Pazartesi

Güvendiğimiz dağlara karlar yağmaya devam ediyor hep ***

Ülkemizde birbirimizle ilişkimiz, alışverişimiz, tamir vb. işlerimiz genelde güven esasına dayalıdır. Bunun için tanıdık veya tanıdığın tanıdığını arar buluruz. Güvendik mi ölümüne güvenir, ölümüne gideriz yanına. Bir başka kapıya adım atmadığımız gibi başka yerden de kolay kolay fiyat sormayız.

Gireriz tanıdığımızın yanına, bir taraftan bize ikram edilen çayımızı yudumlarken gözümüz kapalı alırız gerekli olan ve olmayanı. Bir taraftan da ortak tanıdıklarımızın muhabbetini yaparız. İş ödemeye gelince "Durumun müsait değilse sonra da alırız" şehir teklifi yapılır bazen. Çok hoşumuza gider bu teklif. Sonsuz güven gibi algılarız bu ilgiyi. Hele bir de "Efendim, başkasına şu fiyattan veriyorum, siz tanıdıktan öte aile dostumuzsunuz, size şu fiyattan yazdım" deyince moralimiz yerine gelir, zaten pazarlık bile yapamayız. Zira adı üzerinde tanıdık. pazarlık mı yapılır? Biz onu, o bizi tanıyor ne de olsa. Ödemeyi yapar çıkarız.

Alışverişten çıktıktan sonra ödemenin biraz tuzlu olduğu aklımıza dank eder. "Niyetimizi bozmayalım, adam tanıdık, bize mi pahalı verecek, daha neler!" diyerek kendimizi ikna etmeye çalışırız. Biz içimizde pahalı mı aldık, ucuz mu aldık muhasebesi yaparken evimize gelen veya aldığımızı gören bir başka dostumuz "Hayırlı olsun, güzel görünüyor, kaça vardı?" diye sorduğunda bize mal olan fiyatı söyleriz. "Pahalı değil mi? Siz pahalı almışsınız. Bu aldığınız falan yerde şu fiyat" deyince 'Efendim markası farklıdır, bizimki şu marka' şeklinde savunuruz. Olayın iç yüzünü deşeledikçe aynı marka olduğu ortaya çıkar. Sonunda bir dost kazığı yediğimiz ortaya çıkar. "Bir daha mı, bedava verse de gitmem artık' deriz. Aramızda soğuk rüzgarlar esmeye, yanına uğramamaya başlarız. yanına varsak da içimizde hep bir ukde kalır. Giden paradan ziyade yapılan muamele zorumuza gider. Hatta yeni bir şey alacağımızda dostumuzdan habersiz bir başka yerden alır, geçer gideriz. Haberi olduğunda kararsa da ne demişti atalarımız, "Dostunla ye, iç, ama alışveriş yapma!' En iyisi bu deriz.

Gerçekten bizim bu halimiz hiç değişmeyecek mi? İnsanlar hep dost veya tanıdık kazığı mı yiyecek? Bu işe tanıdıklar bir dur demeyecek mi? "Yarın haberi olursa biz yüz yüze bakacağız" diye düşünmüyorlar mı? Ama gördüğüm kadarıyla para tatlı geliyor; kazanma hırsı gözlerimizi, basiretimizi bağlıyor.

Geçen hafta bana göre gereksiz çocuğuma göre gerekli bir şey aldım. Şu aksesuarını, bu aksesuarını da alalım, almışken tam olsun derken 6 bin lirayı buldu alacağımız. Bu aletin içine bir yükleme yapılması gerekiyormuş, aldığım yerde 500'e yüklüyorlarmış. Aradım tanıdığımı, durumdan bahsettim. "Yazık olur o vereceğiniz paraya, biz onu cüz'i bir miktara, 100 liraya yaparız, sen al gel buraya dedi. Götürdüğüm zaman tanıdığım yokmuş, ortağı varmış. Adamcağız saatlerce uğraştı, didindi, yapılması gerekeni yaptı. O uğraştıkça içimden "Tanıdık da yok, şimdi bu adam bizden daha fazla para isterse, ortağın şu kadar fiyata yaparız demişti desem ayıp olur, üstelik saatlerce uğraştı, sonra adamı tanımıyorum, bir yabancı, bakalım hayırlısı" derken iş bitti, borcumuz ne kadar dedim. "40 lira ağabey borcunuz" demez mi adamcağız. Parayı verdim eşyamı alıp çıktım. Ben içimde farklı dünyaları yaşarken daha 15 yaşındaki çocuğum aradaki fiyat farkının farkına varmış olmalı ki, "Baba! Bu nasıl iş, hani cüz'i bir miktara, yüz liraya yapılacaktı" dedi. Yani içimdeki hayıflanmamı dışa vurdu.

Kimsenin kazandığında falan gözüm yok. İnanır mısınız, para önemli değil, 6 bin lirayı gözden çıkaran, firmadan 500'e yüklemede yaptırtır, ya da tanıdığın dediği yüz lirayı da verir. Düşünüyorum da keşke 6500 lirayı verip hepsini firmaya yaptırmış olsaydım da tanıdığın bana yüz lira fiyat çekmesine şahit olmasaydım. İnsanı yıkan da bu maalesef. Aradaki 60 lira fiyat farkını ödemiş olsaydım ne beni öldürür, ne de onu ondururdu. Konuşmaya bile değmez. Burada kaybolan koca bir güvendir. Keşke her şeyimizi kaybetsek de güvenimizi kaybetmeseydik, ne de güzel olurdu. Daha önce gözüm kapalı gittiğim, malımı, eşyamı bıraktığım, onca işimi yaptırıp ödeme yaptığım bu dostun yerine bir daha gider, iş yaptırır mıyım, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, dostum bir müşteri kaybetmekle kalmadı, ona olan güvenimi de yok etti. Bundan önceki ödediğim paralara da leke getirdi. Değer miydi 60 lira için dostluğu kaybetmeye? Bence değmez. 15/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

*** 16/01/2018 günü haberladik.com adresinde yayımlanmıştır.

Çingene beyi, elinin kanıyla iyilik saçıyor!

Bulunduğu ilde yabancıydı ama hep baş tacı yapıldı. Görevlendirme formatörlük, görevlendirme müdürlük, görevlendirme şube müdürlüğünün ardından ilin merkez ilçe müdürlüğüne oturtuldu vekaleten. Ne de olsa ilde yabancı hayranlığı had safhadaydı.

Hiçbir sınavı kazanıp gelmemişti ama olsun, oturduğu koltuğun hakkını vermeliydi. Çünkü hak etmeliydi her şeyden önce. Bunun için müdür olduğu ilçeye gitti göreve başlamak için sabah tam 08.00’de. Çünkü mesai 08.00’de başlıyordu. Yerine geldiği müdür ise daha ayrılmamış, personeli ile vedalaşmamıştı. Sabık müdür, “Sayın hocam, bir toparlanayım, personelimle bir toplantı yapıp vedalaşayım, bana akşama kadar biraz müsaade etseniz” deyince sevinci kursağında kalır. Halbuki ne de sevinmiş ve erkenden koltuğa oturup, ilk günün heyecanını atacaktı. Neyse şurada akşama ne kaldı? Gider, dolaşır gelirim, bugünlük boş geçirmişliğimi sonra telafi ederim” düşüncesiyle koltuğa oturmayı erteler.

Bir gün, bir gün diyerek aynı gün göreve başlar. Ertesi gün emrindeki okul müdürlerine “Yapacağınız projeleri, hedeflerinizi yazıp, bir fotoğrafınızı ekleyerek doldurun ve yarınki toplantıya gelirken elden teslim ediniz” şeklinde bir format gönderir. Formatörlükten edindiği ve bolca kullandığı slaytını açarak toplantısını ‘Bismillah’ diyerek başlatır. Klasik başlangıçları sevmediğini, formaliteyi sevmediğini bir bir sayar, bolca ayet ve hadis okur. Yerinde kalıp kalmayacağı belli olmayan okul müdürleri proje olarak neler yazdı bilinmez ama kendisi ilk toplantısında bir hedef koymuştu: “…..’den dünyaya.” Yani görevlendirildiği ilçeden dünyaya açılmayı hedefliyordu.

Müdürlerin getirdiği projeleri ne kadar okudu, kaçı hoşuna gitti bilinmez ama bir iki ay içerisinde kanunun kendisine verdiği yetkiye dayanarak 7-8 müdürün dışında tüm müdürleri eledi. Belli ki projelerini beğenmemişti. Sonra akıl hocalarının verdiği listeye göre çalışacağı müdürleri yeniden seçip göreve başlattı. Her şey planlandığından hızlı gidiyordu. Çünkü hazırlıklıydı. Kendisine verilen emir erliği görevini yanındaki iki yaveri, pardon yardımcısıyla beraber layıkıyla yapmıştı. Kimini başarısız, kimini paralelci bilmem ne diyerek eledi. Bu kadar kişinin kellesini aldı, ah bir de kadrosu verilseydi. Ama o da gelecekti bir gün. Az sabır göstermek gerekiyordu.

Derken 07 Haziran seçimleri oldu. Sevinci kursağında kaldı. Zira kendisini getiren irade tek başına hükümeti kuramamıştı. İlin düzenlediği bir toplantıya yeni müdürleriyle kendisi de katılmıştı. İlin sorumlu müdür yardımcısı, toplantı gündemiyle ilgili maddeleri tek tek ele alıp değerlendirdi, bazen de okul müdürlerine söz verdi. Dilek ve temenniler bölümünde ise bir okul müdürü, “Hocam! 07 Haziran seçimleri sonrasında öğrenci ve velilerde bir tedirginlik var. Yeniden katsayı geri gelebilir endişesini taşımaya başladı veliler. Hatta bir kısmı çocuğunu İHO ve İHL’lerden almaya başladı. Ne yapacağımızı şaşırdık…” şeklinde bir durum değerlendirmesi yaptı. İlin müdür yardımcısı “Biz görevimizi yapacağız…”şeklinde yuvarlak birkaç cümle söyledi. Yukarıda bahsi geçen müdür cevap vermek için söz aldı: “Arkadaşlar! Biz bu topraklarda Müslüman olarak dünyaya geldik, Müslüman olarak öleceğiz” cevabı verdi. Bu cümlenin üzerine kimse söz de almadı, söz de söylemedi.  Kim, ne söyleyebilirdi ki bu sözün üzerine bir söz.

İlçesinde proje üzerine proje yaptırdı, yarışma üzerine yarışma yaptırdı, etkinlik üzerine etkinlik yaptırdı. Ah bir de emrindeki şube müdürleri bir işe yarasaydı, daha neler yazmazdı kim bilir! Bunun da çözümünü buldu. Tıpkı kendisinin geçici görevlendirme şube müdürlüğü yaptığı gibi yanına görevlendirme şube müdürleri aldı. Yaptığı bu başarılı çalışmaların ardından beklediği kadrosu gelmişti. Daha ne isterdi, mutluluğuna diyecek yoktu. Nereden nereye! Bu başarıya ne yürek dayanırdı, ne de kalp! Bunu ancak kendisi yapabilirdi.

Başarıya giden yolda sıkıntı çekmedi değil. Kendisine referans olan ilin yardımcısı, yanındaki en büyük iki destekçisi FETÖ’den gitmişti ama olsun. Yanındakiler ve üstündeki FETÖ’cülükten giderken kendisi, insanları ‘paralelci’ diye elediği için yerinde kalmıştı belki de. Yapının gazetesine abone olduğu kendisini götürmek için yeterli delil değildi. Şükür ki kendisine bir şey olmadı. Çünkü daha yapacak çok şeyi vardı.

Yapmak isteyip de yapamadıklarından geriye bir dünyaya açılmak kalmıştı. Onu da yapacaktı bir gün. Yurtdışına açılmak. Çünkü ilk gün koymuştu bu hedefi. İşte şimdilerde o hedefini gerçekleştirmekle meşgul. Emrindeki bir okulun ürettiği bir projeye ortak olarak yurtdışında, fakir bir ülkeye buradan götürdüğü yardım paketlerini dağıtmakla meşgul. Sosyal medyada boy boy fotoğrafları paylaşılıyor. Gücüne güç katıyor, şöhret basamaklarını bir bir tırmanıyor. Hele küçük bir çocuğu kucağına alması yok mu? Merhamet timsali mübarek! Öyle bir görüntü veriyor ki tıpkı ki bir iyilik meleği. Haklı-haksız yüzlerce müdürün kanına giren, kellesini alan o değil sanki!

İçini bilinmez ama reklam fena değil. Reklam reklamdır. Zira reklamın kötüsü olmaz. Bu son dünyaya açılma aşaması onu daha yüksek mertebelere taşıyacak gibi. Baksanıza kendi ilçesini düzeltti, şimdi dünyayı düzeltiyor.

İyi yükselmeler bayım! Çünkü senin için yükselmenin sınırı yoktur. 15/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

14 Ocak 2018 Pazar

Emlak ve araba alım satım işleri ve eğitim-öğretim

Başlığı görür görmez emlak-araba alım-satış işiyle eğitim ve öğretimin ne alakası var? Biri Hanya ise, diğeri Konya diyebilirsiniz. Eyvallah derim bu eleştirinize. Nasrettin Hocanın kardan yemek yapmayı denemesi gibi ben de  deneyeceğim. Bakalım ne çıkacak?

Günümüzde gayrimenkul ve araba alım satış işleri hız kesmeden devam ediyor. Kimi ihtiyacından, kimi yatırım, kimi de yenilemek istemeden dolayı bu piyasa sürekli canlı. Zaten bu yüzden galeri ve emlak sektörü de var bu işlere bakan ve bu işlerden ekmek yiyen. Vergisini ödeyen, dükkanının elektrik ve suyunu ödeyen resmi alım-satıcıların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Yaptıkları iş oranında alan ve satandan komisyon alıyorlar. Bu işi resmi yapanların dışında bir de gayri resmi yapanlar var. Kimi memur, kimi emekli, kimi işçi, kimi esnaf, kimi zanaat sahibi, kimi serbest meslek. Önüne gelen yapıyor bu işi. Kimi alıp satıyor, bundan ekmek yiyor, kimi komisyonculuk yapıyor, tıpkı galerici veya emlakçi gibi yüzde ile çalışıyor. Kimi alım satımdan dolayı devletin belirlediği sınırı doldurmuşsa ya eşinin, ya annesinin, ya çocuğunun üzerinden bu alım-satım işlerine devam ediyor.

Vatandaş bir gayrimenkul veya bir araç alım-satım işi yapmaya kalksa emlakçi ve galericiye komisyon vermeyeyim, eş-dost vasıtasıyla satmaya/almaya kalksa veya ‘Sahibinden’ alım-satım yapayım demeye kalksa karşısına yine bir komisyon alan veya komisyon uman çıkıyor. Gayri resmi emlakçilik veya galericilik yapanların kazandığı parada falan gözüm yok. İsteyen istediği kadar alsın, satsın, para kazansın. Ek gelir gibi görebilirsiniz bunu. Fakat bildiğim akdarıyla kayıt dışı ekonomi bu. Bu alışverişlerden devletin kasasına vergi girmiyor. Bu işi resmi olarak yapanlar vergi verirken gayri resmi yapanlar vergiden muaf oluyor. Bu işlerde devletten vergi kaçırıldığı gibi haksız rekabet de göze çarpmaktadır.

İnsan emlakçiye, galericiye niye gider? Alım-satım işlerini anlamadığı için gidiyor. Haydi alınan komisyondan dolayı buralara gitmedi, eş-dost vasıtasıyla bu işi halledeyim hesabı yapıyorsun. Muhabbet ettiğin, evine gidip geldiğin kişiye konuyu açınca sana ev-araba almak için dört elle sarılıyor bu işe. Sana ön ayak oldukça yaptığı iyilikten dolayı zahmet verdim diye özür üstüne özür diliyorsun. Koşuşturmayı sonradan anlıyorsun. Zira bir alım ve satımda sana ön ayak olan dostun bir bakmışsın ki komisyon derdindeymiş. Zaten komisyon vermezsen ya da senden alamayacağını anlarsa kolay kolay yardımcı olmuyor, ipe un sererek bakıyor bu işlere.

Gördüğüm kadarıyla emlak ve araba alım-satım piyasasında aracı olan; eşin, dostun da olsa parasız, komisyonsuz yürümüyor bu işler.

Şimdi gelelim eğitim ve öğretimle alakasına…Emlak ve araç piyasasında gayri resmi olarak komisyon hesabı çalışanların, bir zaman sonra eğitim ve öğretimle ilgili bir işi olsa, senin kapını çalsa işini yapmak için araştırma yapıyorsun, önüne düşüyorsun, oturup kendin yapıyorsun, günlerce uğraşıyor, yardımcı oluyorsun…karşılığında para yerine ‘sağ ol, teşekkür ederim’ alıyorsun. Çok vefalı olanı, yeri geldikçe “Sayende bu işimiz oldu’ diyor zaman zaman.

Hemen aklınıza eğitimciler de yaptıkları yardımlardan para mı istiyor gelebilir. Hiç öyle bir şey düşünmedim. Zaten teklif eden de olmaz. Para teklif eden olsa da hiçbir eğitimcinin yapılan rehberlikten dolayı para alacaklarını sanmıyorum. Zira vatandaşın bilmediği bir konuda yol gösteriyor, yardımcı oluyorsun. O zaman derdin ne derseniz? Mademki yabancısı olduğun emlak ve araba alım-satım işlerinde bu işlerden anlayanlar gayri resmi olarak komisyon alıyorlarsa insanlar bilmedikleri eğitim ve öğretim konusunda kapısını çaldıkları eğitimciye veya bu işleri bilen birisine para teklifi etmiyor? Acaba, bu ülkede eğitim ve öğretim zaten bedava diye mi teklif edilmiyor. Eğer böyle düşünülürse acaba yarın devlet emlak ve araç alım-satım işlerine aracılık edenlere ücret ödenmez dese, acaba bu kişiler aracılıktan dolayı komisyon almaktan vazgeçerler mi?

Emlak ve araba alım-satım işleri ile eğitim-öğretim arasında kurduğum bağlantı garibinize gidebilir. Garip de olsa düşünülsün istiyorum. Etik olanın emlak ve galericilik işini resmi yapanların belirlenen ücreti alması, işi-gücü olup da gayri resmi olarak alım satım yapanların bu işlerden ekmek yememesidir. Yok, bu işlerde ek gelir var, vatandaş işini çıkartıyor deniliyorsa özellikle böyle düşünen memur görünümlü emlakçilerin, eğitimle ilgili sorunlarını halledenlere de para vermesi gerekir. Eğer bilmeyene yardımcı olmak para almayı gerektiriyorsa o zaman bilmediğimiz her konuda bize yardımcı olana para verelim. İşin ucunda para olduğu zaman insan daha değerli oluyor. Bu ülkede parasız yürüyen işlerde hiç kimsenin değeri olmuyor. 14/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya





13 Ocak 2018 Cumartesi

II.Abdülhamit ve Şerif Hüseyin

Bir yerde güç-kuvvet, makam-mevki, başarı varsa; her şey tıkırında gidiyorsa birlikte iş yapanlar arasında pek sorun olmaz. Sorun çıkarsa da aralarında istişare ile halleder veya görmezden gelinir.

Ne zamanki gemi su almaya, bir şeyler ters gitmeye başlar, başarı yerinde sayar veya geriye doğru gitmeye başlarsa birbirlerinin varlıklarından huzursuz olmaya başlarlar. Beklenti kırılganlığa, ardından dışlamaya ve birbiri hakkında konuşmaya gider. Konuştukça aralarında uçurumlar meydana gelir, birbirinin ayağını kaydırmaya başlar ve iş, kan davasına kadar gider. Hele aralarındaki iletişimi kapatırlar da meydan ve ekranlarda birbirine cevap vermeye kalkarlarsa bu durum telafisi olmayan yaralara yol açar. Böyle bir durum araları bozulsun diye bekleşenlerin ekmeğine yağ sürer. Onları, surda bir gedik açtık sevincine boğar.

Başkalarını sevindirmemek için önce mahallenin sağlama alınması, dışarıya bir çakıl dahi verilmemesi için tarafların çaba sarf etmesi gerekir. İçeride birliğin sağlanması demek geriyi emniyete almak demektir. Geri muhkemse dışarıdan korkmamak gerek. Bunun için II.Abdulhamit’in Şerif Hüseyin’e uyguladığı taktiği denemede fayda vardır. Ne yapmıştı Abdülhamit? İngilizler’le iş birliği yapan ve Osmanlı’yı arkadan vurma planları yapan ve Araplarca sevilen Şerif Hüseyin’i Hicaz’dan İstanbul’a getirterek kendisine bir yalı bahşetmiş ve gözetimi altında tutmuştur. Görünüşte Şerif Hüseyin’e iltifat etmişti Abdülhamit. Aslında ona iltifat ederek onun Hicaz’a dönmesini engellemek istiyordu. Çünkü Hüseyin’in kullanılmaya müsait olduğunu test eden padişah, onu İstanbul’da tutarak gözetim altında tutuyordu. II.Abdulhamit’in bu niyetini anlamayan veya anlamak istemeyen İttihat ve Terakki yönetimi, II.Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Şerif Hüseyin’in Hicaz’a geri dönmesine göz yumdu. Şerif gider gitmez Mekke Emiri oldu ve sonun başlangıcı oldu. Çünkü Şerif, gizli gizli İngilizler’le görüşmeyi devam ettirdi. Sonunda I.Dünya Savaşına giren Osmanlı, Şerif ve aşiretinin ihanetine uğradı.  Bu ihanetin sonucunda Hicaz elden gittiği gibi Arap-Türk nefreti hala bugün devam ediyor birçok kişi nezdinde. Üstelik bu konuda toptancı bir yaklaşım var. Sanki I.Dünya Savaşında tüm Araplar birlik olmuş, Osmanlı'yı arkadan vurmuş imajı veriliyor belirli çevreler tarafından. Maalesef İslam kardeşliğinin önüne geçmiştir bu düşünce. Hala da nefret tohumları pompalanıyor.

Anlattığım bu kısa anekdotun üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hala bu iki millet birbirine karşı güvensiz. İttihat ve Terakki yönetimi, Abdülhamit'in taktiğini devam ettirmiş olsaydı Osmanlı yine yıkılırdı yıkılmaya ama İngilizler, Hicaz'ı bu kadar kolay alamaz ve Arap-Türk arasında ihanet tartışması olmazdı. Bu olay geçti geçmesine. Çünkü tarihi geriye sarma durumumuz yok. Ama tarih niçin okunur? İbret almak için.

Günümüzdeki kardeşler arasındaki kırgınlık ihanet noktasında değildir. Anlattığım olayla günümüzdeki ayrışmaların arasında bir benzerlik bile yoktur. Yapılması gereken aynı davaya gönül verenlerin saflarını sık tutmaları, ayrılıklarını değil, ortak fikirlerini ön plana çıkarmaları, birbirlerine iltifat etmeleri gerekir. Kopmaya doğru gideni mahallede tutmaya çalışmakta fayda var. Eğer bu yapılmazsa, gönül alınmazsa birileri karşımıza rakip olarak çıkartmak için uğraşır. Bu da eldeki gücün zayıflaması demektir. İş, kardeş kavgasına dönüşebilir. İleride telafisi mümkün olmayan yaraların açılmaması için tarafların üçüncü şahısların konuşmalarına fırsat vermeden bir araya gelip eteklerindeki taşı dökerek işe başlayabilirler. 13.01.2018 Ramazan Yüce, Konya


12 Ocak 2018 Cuma

İşe adam almak yerine, adama iş bulmak... *

Türkiye’yi dünya ve olimpiyatlarda temsil eden ve madalyalar alan işitme-engelli milli güreşçimizin çalıştığı yerde paspas yaparken çekilmiş bir fotoğrafı basın ve medyada paylaşılınca tepki üzerine tepki yağdı. İlin mülki amiri; olaydan haberinin olmadığını, sorumlular hakkında soruşturma açılacağını, milli güreşçimizin başka bir işe kaydırılacağını ifade etti açıklamasında.

Olayın basına yansımasıyla birlikte, “Yok böyle rezalet…milli güreşçiye paspas çektiriliyor…büyük ayıp…” gibi tepkiler dile getirildi. Valinin açıklamasına göre kamuda kendisine tanımlanan görev, temizlik görevidir. Milli sporcumuza Gençlik İl Spor Müdürlüğünde antrenörlük kadrosu olmadığından kendisine temizlikçi kadrosu verilmiş.

Siz bu olaya nasıl bakarsınız bilmiyorum ama ben bu konudaki görüşümü serdetmek istiyorum. Ülkemizi temsil eden kişi kim olursa olsun her şeyden önce saygıyı hak ediyor. Zira bu ülke için ter döküyor. Bu ve diğer sporcularımıza başarılar dilerim her şeyden önce.

Gelelim temizlik yaptırılma işine… Sporcumuzun kadrosu zaten temizlik yapmaktır. Bu durum niçin abartıldı, anlayamadım. Sonra bir başkasının avucuna bakmadan kişinin kendi elinin emeğiyle çalışması, terlemesi, evine helal lokma götürmesinin neresi ayıp, neresi rezalet… Bu devirde yeter ki iş olsun. Milli sporcumuzun yaptığı bu işi yapmak için binlerce kişi sırada bekliyor. Eğer temizlik görevi küçümseniyor, sporcuya yakıştırılmıyorsa bence esas vahimi budur. Öncelikle şunu herkesin bilmesini isterim ki dünyada her bir iş ve meslek kutsaldır. Çünkü Allah evrenin düzenini kurarken insanlar arasında iş bölümünün de olmasını sağlamıştır. Her birimiz kapasitemiz, yeteneğimiz ölçüsünde farklı farklı işler yapacağız ki bu dünyadaki işler yürüsün. Zira herkes aynı işi yaparsa, kimsenin kimseye veya herhangi bir işe muhtaçlığı ve mecburiyeti olmazsa bu dünyanın işi nasıl yürüyecek? Kimimiz masa başında beynini kullanarak iş yapacak, kimimiz içeride veya dışarıda bedenen iş yapacak. Kimi işler riskli, kimi işlerde ise risk yoktur. Bazı işler temiz, bazısı kirlidir. Bazısının maaşı yüksek, bazısınınki ise düşüktür. Beğenelim-beğenmeyelim iş bölümü mutlaka olacaktır.

Ülkemize madalya getiren, derecesi olan sporcumuzun yaptığı bu işi kendisine uygun görmemişsek el altından başka bir işe kaydıralım. Ama güreşçiye yapılan muameleyi gündeme getirerek burada aynı zamanda temizlikçilik küçümseniyor. Kimse unutmasın ki bu ülkede geçimini, temizlikçilik ve hizmetlilik yaparak sağlayan on binlerce kişi vardır. Her biri evine buradan ekmek götürüyor. Bu konuyu basına bu şekilde taşımak suretiyle bu işten ekmek yiyen nice emekçiyi horladığımızın, yaptıkları işi küçümsediğimizin bilmem farkında mıyız? Kaş yapalım derken göz çıkarmasak iyi olur. Zira bu ülkede herkes masa başı iş yapmıyor, temizlik işi de bir şekilde yürüyecek.

Milli güreşçinin temizlik işlerinde çalıştığıyla ilgili haberlerin yanında bir başka haber daha gündeme düştü. Bir ilimizin valisi kendi eşini il milli eğitim müdür yardımcısı olarak geçici olarak görevlendirmiş. İlgili eş, okul müdürü olarak görevlendirildiği ilk gün okuluna gidince personel, vali eşinin okullarına okul müdürü olarak gelmesinden dolayı bir tedirginlik duymuş; bundan dolayı vali, yetkisini kullanarak eşini il milli eğitim müdür yardımcılığına kaydırmış. Valiye göre eşi, yıllardır değişik illerde idarecilik görevi yapmış, başarılı biri. Her sınavda da yüksek puanlarla başarı göstermiş. Eyvallah buna kimsenin itirazı olmaz. Vali eşi de olsa bir yerde çalışması gerekiyor.

Burada sorun, okul personelinin duyduğu tedirginlikten dolayı ilgili kişinin bir başka göreve kaydırılması. Sayın vali eşi, ilde görev yaparken orada görev yapanlar tedirginlik duymayacaklar mı? Benim merakım da bu işte. Yarın oradakiler de tedirginlik duyunca sayın vali, eşine başka bir iş mi arayacak? Aslında en uygunu, kimsenin fazla tedirginlik duymadığı yer, bana göre vali yardımcılığı veya özel kalem müdürlüğü veya sekreterlik görevidir.

Üst düzey amirlerin yumuşak karnı da bu işte. Hem avantajlı, hem de dezavantajlı. Eşi veya oğlu hak etse, bak bak! Valinin akrabası olunca şuraya geldi deniyor. Valinin eşi çalışırken insanların çekinmesinden dolayı rahat da edemiyor olabilir. Valinin eşi geldiği yere hak ederek gelse, işini layıkıyla yapsa bile bu mesele su götürür, insanların ağzını büzemezsin. Gördüğüm kadarıyla bu görevlendirme şık görülmemiş olmalı ki tepki çekti. İşe adamdan ziyade kişiye iş bulundu imajı öne çıktı. Kanaatimce de bu iş bana da şık gelmemiştir. Bu durumda ne valinin yerinde, ne de eşinin yerinde olmak isterdim. Bu valinin başına gelen yarın bir başka üst düzey yetkilinin başına gelebilir.

İnsanların konuşmasının, ayıplamasının önüne geçmenin yolu, mülki amirlerin eşlerinin herhangi bir resmi görevde çalışmaması. Zaten vali eşlerinin temsil görevleri vardır. Diğer zamanlarda sosyal faaliyetlere öncülük yapabilir. Yok bu işlerden para alınmıyor, sosyal güvencesi çalışmaz, yarın emekli olamaz deniyorsa pekala vali eşlerine belli bir maaş bağlanabilir. Aynı durum milli güreşçimiz için de düşünülebilir. Çalışmadan yaptıkları görev ve taşıdıkları sorumluluk gereği kendilerine maaş bağlanabilir. Biliyorum bu önerim, bedavadan maaş olur mu diye ayıplanacak. Bu ülkede değişik kadro tahsisleri sayesinde o kadar iş yapmadan maaş alanlar var ki bunları duyunca vali eşlerinin veya milli güreşçilerin aldığı maaş devede kulak kalır. 12/01/2018 Ramazan YÜCE, KONYA

* 15/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Mustafa VAREL'den "Destanı Karasınır" Şiiri

Karasınır'ın meşhur 'Koca Çeşme'si
DESTANI KARASINIR
Karasınır'ı dolan da gör bey,
Ondaki her şey boldur ha boldur.

Anlatmak lazım ruhunda azim,
Bal gibi üzüm boldur ha boldur.

Târif gerekmez, gel de bir yol gez,
Köpüklü pekmez boldur ha boldur.

Güler varana, söyler sorana,
Türlü barana boldur ha boldur.

Derviştir kimi, ustadır tümü,
Öğretmenim ve Ben
Ibrık güğümü boldur ha boldur.

Bembeyaz unu gel de gör şunu,
Şepit somunu boldur ha boldur.

Aşıkta sazı, ekmekte tuzu,
Ördeği kazı boldur ha boldur.

Avcının avı, tarlanın tavı,
Bulgur pilâvı boldur ha boldur.

Arkasında dağ, ön yanında bağ,
Çömleğinde yağ boldur ha boldur.

Öğretmenim, oğlu ve ben
Pilavda kaşık, eller alışık,
Cepte günaşık boldur ha boldur,

Avda tazısı,  evde kuzusu,
Çeşmesinde su boldur ha boldur.

Dümdüz ovası, hoştur havası,
Demir kovası boldur ha boldur.

Çeşitli yemek, hamdolsun demek,
Nohut mercimek boldur ha boldur.

Bağı bahçesi, renk renk bohçası,
Öğretmenim, ben ve arkadaşlarım
Buğdayın hası boldur ha boldur.

Ağıtlı yollar, Hu diyen kullar,
Kovanda ballar boldur ha boldur.

Katmerli börek, yak tandırı çek,
Kesmikle tezek boldur ha boldur.
Yazın gölgesi, tatlı su sesi,
Yaren demesi boldur ha boldur.

Gelince bahar şenlenir dağlar,
Hoş geçen çağlar boldur ha boldur.
Öğretmenim

Cennet her yeri, yoktur benzeri,
Taştan evleri boldur ha boldur.




Mustafa VAREL/ Emekli Öğretmen


10 Ocak 2018 Çarşamba

Bu ülke kimi sevmez?

Allah insanları bedenen ve ruhen farklı farklı yaratmıştır. Boy-pos yönünden farklı olduğumuz gibi duygu, düşünce ve hisler bakımından da farklıyız. 

Kimimiz fakir, kimimiz zengin, kimimiz de kendi kendine yeter durumdadır. Yaptığımız işler bile farklıdır. Zevk ve hazlarımız, önceliklerimiz, prensiplerimiz de çeşit çeşittir. Fikir, inanç, kanaat yönünden de farklı düşünüyoruz. Her yönüyle envai çeşidiz. Çünkü ülkemiz bir mozaikler ülkesidir. Fizîken ve ruhen gökkuşağının renkleri gibiyiz. Bu da normaldir. Farklı fikir ve düşünce bu ülkede yüzyıllardır neşvünema bulmuştur. Çünkü zevklerle, renkler tartışılmaz. 

Bizim gibi düşünmeyeni sevmesek de saygı duymak zorunda hissederiz. Katılmadığımız bir fikri değiştirmeye çalışır, tehlikeli gördüğümüz düşünce ile mücadele etme yolunu seçeriz. Düşüncemizin hakim olması için kimimiz vakıf, kimimiz dernek, kimimiz sendika, kimimiz siyasi parti kurar, kimimiz de ekonomik yönden güçlü olmak için ticaret yolunu seçeriz. Hepsi kabulümüzdür bunların. Zira her türlü renk, ırk, düşünce, inanç ve fikre tahammül ederiz.

Bu ülke insanının ekseriyetinin katılmadığı, tasvip ve onay vermediği tek şey vatanın satılmaya çalışılması, vatana ve ülkeye ihanet edilmesidir. Bu ülke içerisinde başkası adına çalışmak, onlar adına ajanlık yapmaktır. Ülkeyi dışarıda kötülemek, ülke aleyhine şahitlik yapmaktır. Bu ülkenin mahremine, kalbine atış yapan dış güçlerin dümen suyuna girerek bu milleti ve ülkeyi batırmaya ve çökertmeye çalışmaktır. İşte bu tipi bu ülke insanı; inancı, rengi, fikri ve zikri ne olursa olsun sevmez. Çünkü böyle bir şeyi vatana ihanetle eş değer görür. Bunlarla güvenmediği gibi nefret eder, ölümüne bunlarla mücadele eder. İşte 15 Temmuz bu milletin kendisine ihanet edenlere balyoz vurduğu, kırmızı kart gösterdiği bir gündür. 

Bu millet okumuşunu, dindarını, hocasını sever; bunlara güvenir. Alabildiğine tolerans gösterir, sırtında taşır. Ne zamanki ihanetlerini gördüğü zaman sıfır müsamaha gösterir. Bunlarla ölümüne mücadele eder.

Bu millet kaçak güreşeni, kendisini olduğundan farklı göstereni, derviş hırkasına bürünmüş din bezirganını, takiye yapanı, başka bir istihbarat adına çalışanı, ülkenin onurunu yabancı ülkelere peşkeş çekeni asla sevmez. Bunlarla ölümüne savaşır. Nitekim 15 Temmuz bunun destanıdır.

Bu millet günahları sever ama riyakarı asla. Bu millet suçunu itiraf edeni sever, ama kaçıp gideni, başka bir ülkede bir eli yağda, bir eli balda olanı, ülke aleyhine çalışanı ve hala kendini hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi göstermeye çalışan sahtekârları asla sevmez. Bunlara bu toprakları dar eder. İşte 15 Temmuz içindeki irinleri, ayrık otlarını temizleme operasyonudur.

İnancı, düşüncesi ne olursa olsun, fikrini hakim kılmak için bu ülkede mücadele eden her türlü yerli ve milli unsura geçit verir, onlara saygı duyar, ama kaçıp gideni asla affetmez. Çünkü bilir ki kaçan suçundan dolayı kaçar ve onu hain bilir.

Bu millet, darbeye teşebbüs eden Talat Aydemir'i sever. Çünkü Aydemir kaçıp gitmemiş, suçunu ve yenilgiyi kabul etmiş, canıyla ödemiştir yaptığını. Ama 15 Temmuz'da olduğu gibi darbenin tam göbeğinde olup da insanların gözünün içine baka baka, ben değilim diyeni, bu kontrollü bir darbe diyeni asla sevmez. Çünkü keriz yerine konulmak istenildiğini düşünür.

Şunu kimse unutmasın ki bu millet şer güçleriyle iş tutan haini sevmediği gibi gerçek yüzü ortaya çıktıktan sonra hala bağını koparmayan, vardır bir hikmeti diyerek aklını kiraya vereni de sevmez. Çünkü bu topraklar belki hain üretir ama haini barındırmaz. Bu ülkede yaşamak isteyenler bunu böyle bilmesinde fayda var. 10.01.2018 Ramazan YÜCE, Konya