27 Aralık 2017 Çarşamba
Günaydın Türkiye! Günaydın yetkililer!
Çoğu konuşmamda "FETÖ, devletten kaç adım önde gittiğini, FETÖ'yle mücadele ederken çok dikkatli olmak gerektiğini, FETÖ'yle mücadeleyi sulandırmak için her yolu denediğini, gerçek FETÖ'cülerin içine masumları da karıştırabileceğini...bunun için soğukkanlı bir şekilde mücadele edilmesi gerektiğini, ortalıkta masum olduğunu söyleyen insanların olduğunu..." ifade ettim. "Masum falan yok, bunlar mağduriyet edebiyatı yapıyor. Bu tür konuşmalar FETÖ'yle mücadeleyi sulandırır" dendi.
Bugün Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman'ın açıklaması, FETÖ'nün bir oyununu daha ortaya çıkardı. Günaydın Türkiye dedirtti. Başsavcı, "FETÖ’nün gerçek ByLock kullanıcılarının tespitini engellemek için 11 bin 480 kişinin GSM numarasının kullanıcılarının iradeleri dışında ByLock IP’lerine yönlendirildiğinin tespit edildiğini" söyledi.
Sayı, bir veya iki kişi değil. Tamı tamına 11480 kişi. İçlerinde içeride yatanlar da varmış.
Bu olay, FETÖ'yle mücadele ederken yoğurdu üfleyerek yememiz gerektiğini gösteriyor. Bundan sonra her adım atacağımızda bin düşünmemiz gerekiyor. Toptancı yaklaşımdan uzak durulmalıdır. Zira karşımızda teknolojiyi iyi kullanan, devletin kılcal damarlarına girmiş, ihanet hedeflerine hizmet etmek için her yolu mübah gören, takiyyeyi meşru gören sinsi bir yapı var.
Umarım masumluğu ortaya çıkan bu tür mağdurların acilen mağduriyetleri giderildiği gibi gönülleri de alınır. Allah devlete zeval vermesin, yetkililere de yardım etsin, FETÖ'nün oyunlarına düşürmesin. Ülkemizde en yakın zamanda suçlu-suçsuz ayrımı yapılsın. Aramızda güven ortamı oluşsun, barış havası essin. 27.12.2017 Ramazan Yüce
25 Aralık 2017 Pazartesi
Yurtlarda Görülen Tecavüz Vakaları *
İnsanlık tarihi kadar eskidir tecavüz ve istismar olayları.
Günümüzde mi çok artış gösteriyor, yoksa eskiden vardı da üstü mü
kapatılıyordu? Öyle zannediyorum eskiden üstü kapatılan bu tür istismar
vakaları günümüz iletişim araçlarıyla gün yüzüne çıkıyor/çıkarılıyor.
Gün geçmiyor ki bir ilimizden tecavüz ve istismar vakaları
gelmemiş olsun. Sanki sıraya binmiş gibi. Toplumda büyük bir infiale sebebiyet
veren bu tür menfur olaylar pek kesileceğe de benzemiyor. Fırsatını bulan
uçkurunu düşkünler insanımızın hayatını karartıyor, toplumu lekeliyor. Bu kadar
tepkinin olduğu bir ortamda bu tür olayların azalacağı yerde artarak devam
ediyor olması pek hayra alamet değil. Allah’tan korkuları olmayan bu sapıkların
-gördüğüm kadarıyla- toplumdan utanması da yok.
Günümüzde çocuğa yapılan istismar ve taciz olayları daha
bir ön planda. Nerede bir öğrenci yurdu var, buralarda bu tür vakalar meydana
gelebiliyor. Çoğunluğu da ilköğretim ikinci kademe dediğimiz ortaokul
talebelerinin başına geliyor. Anladığım kadarıyla sapıklara ekmek, küçük çocukların
yoğun yaşadığı yurt ortamlarında çıkıyor. Çünkü çocuklar korumasız ve başına ne
geleceğini bilmiyor. Öyle zannediyorum sapıklar bu ortamı iyi değerlendiriyor.
Pekiyi bu sapıkça hareketler böyle devam edip gidecek mi? Devletin, yurt
yetkililerini, anne ve babaların bu konuda ne tür bir tedbir düşündüklerini
merak ediyorum. Yoksa başa gelen çekilir diye köşemizde veya koltuğumuzda
oturmaya mı devam edeceğiz?
İşe yurt hayatı ve ortamından başlamak lazım diye
düşünüyorum. Yurtlar mercek altına alınmalıdır. Günümüzde yurt hayatı bir
zorunluluk mu? Olmazsa olmazlardan mıdır? Haydi diyelim ki yurtlar barınma
ihtiyacını gidermektedir. Üniversite öğrencisini anladım. Haydi her yerde lise
yoktur, liseli öğrenciler için de yurt düşünülebilir diyelim. Ortaokul çocuklarının
anne ve babasından ayrı ve uzak bir şekilde yurt ortamlarında kalması hiç
pedagojik değildir. Ki bugünkü ortaokula başlayan çocuklar geçmişin ortaokul
öğrencisi değildir. Çocukların fiziki gelişimine bakarak bunları ortaokul
öğrencisi olarak görmek yanlıştır. Fizîken boy-pos atan bu çocuklar zihin ve
beyin yönünden tam gelişmiş değildir. Daha hayatın ne olduğunu dahi bilmezler.
Ne işi var ortaokul talebesinin yurtta? Bugün en ücra köylerde bile ortaokul
var.
Hiç lafı, sağa-sola eğip-bükmeden ortaokul çağındaki
çocuklara ait ne kadar yurt varsa kapatılmalıdır. Bu yaştaki çocuğun yeri, anne
ve babasının yanıdır. Ya yaşadığı yerdeki okulda çocuğunu okutur, ya da
çocuğunun geleceğini düşünüyorsa imkanı olan yere evini taşır. Çünkü adı ister
yurt, ister kurs ne olursa olsun ortaokul öğrencilerinin barındığı yurtlar
sapıklar için iyi bir potansiyeldir. Bu yurt ortamı ister devletin olsun, ister
özel sektöre, veya herhangi bir cemaate ait olsun, acilen kapatılmalıdır.
Çocuğumuzu kurtaracağız derken kendimizin ve çocuğumuzun ömrünü, hayatını
ve geleceğini karartmayalım. Unutmayalım ki bugün başkasının çocuğunun başına
gelen, yarın benim çocuğumun başına gelecek demektir.
Değinmek istediğim ikinci bir yön ise cinsel istismar ve
taciz olaylarının meydana geldiği yurdun isminin basın yoluyla zikredilmesi,
fotoğrafının çekilip yayımlanması. Bu tür olaylar önce basına veriliyor, birkaç
gün yazılıp çiziliyor. Etraf yeterince koktuktan sonra ardından yayın yasağı
konuyor. Yurdun adının zikredilmesini, basına çıkarılmasını uygun görmüyorum.
Farz edin ki sizin çocuğunuz o yurtta bir öğrenci. Çocuğunuz tacize uğramadı.
Yurdun adı basına çıkınca senin çocuğunun o yurtta kaldığını bilenler sizin
çocuğunuza ne gözle bakacaklar? Çocuğunuzun yüzüne bakıp acaba demeyecekler mi?
Bu tür olayların üstü kapatılsın demiyorum. Sapığa ve ihmali
olanlara en ağır ceza verilsin, hatta tacizciye ilave olarak hadım cezası
uygulansın.
Değinmek istediğim bir başka husus, taciz olayı çıktığında
bir kesimin susması, savunmaya geçmesi veya görmezlikten gelmesi, diğer kesimin
“Bak bak! Yine bir cemaat yurdunda bir taciz skandalı” diyerek olayın üzerine
atlaması var. Bir başka zaman da diğerlerine ait bir yurt veya benzeri yerlerde
taciz olayı vuku bulunca diğer taraf sessiz kalırken bu tarafın saldırıya
geçmesi. Bu, senin tacizcin benimkini yener…Bak, bizi ayıplama! Bu tip olaylar
sizde de oluyor” demeye getiriyor.
Herkes şunu bilsin ki tacizcinin insafı yoktur. Şu kesim
yapar, bu kesim yapmaz demeye gelmez. Onların dinleri-imanları, uçkuruna
çalışmaktır; ceza falan vız gelir. Birinin hayatı kararacakmış, yarın bu iş
ortaya çıkınca herkese karşı mahcup olacağım diye bir dertleri yoktur. Zira
onların beyinleri uçkurlarına bağlıdır. Tilki gibidir onlar. Nasıl ki tilkinin
yüz planından 99’u horozu haklamak üzerine ise bunların da gecesi-gündüzü kimi
istismar edeyim diye düşünmekle geçer. 25/12/2017 Ramazan YÜCE
* 10/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 10/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
24 Aralık 2017 Pazar
"Müslümansan bunu paylaş"
Öyle zannediyorum, başlık garibinize gitmiştir. Gitmesi de lazım. Zaman zaman bu şekilde mesajlar gelir. Bazen özelden, bazen de genel bir paylaşım olarak ekranıma düşer. Size de gelirdir mutlaka böyle mesajlar. Sahi size böyle bir mesaj gelince siz ne yaparsınız? Burada mevzubahis olan benim Müslümanlığım deyip paylaşıyor musunuz? Yoksa benim gibi inadım inat deyip kulak ardı mı edersiniz?
Kimse kusura bakmasın ama kimsenin bir başkasının Müslümanlığını sorgulaması söz konusu bile olamaz. Hele bir paylaşımı yapmadığım takdirde asla ve kat'a kâfir olmam. Üstelik eksik de olsa din konusunda biraz mürekkep yalamış birisiyim. Kendimi bildim bileli bildiğim İslam'ın esasları da bellidir. Bu esaslar içerisinde böyle bir şart da yok. Hal böyleyken ne diye baskı uygulama yoluna gider bazıları? Tamam gönderdiğin şey ne ise senin için bir anlam ve önem arzedebilir, acilen paylaşılmasını gönlünüzden geçirebilirsiniz. Bunun yolu kendi sayfanızda paylaşıp herkesin okumasını veya izlemesini sağlamak olmalıdır. Benim arkadaş grubum fazla değil denirse paylaşımını herkes görebilir şeklinde değiştirebilirsin. Marifet, iltifata tabidir. İsteyen beğenir, dileyen yorum yazar, hatta sayfasında paylaşır. Kimsenin vatandaşın değer verdiği değerlerini bu şekilde baskı altına almaya kalkması doğru değildir. Sonra etin ne, budun ne ki "Paylaşmazsan Müslüman değilsin" diye fetva vermeye kalkıyorsun. Bu ne cesaret! Unutma ki yarım hoca kişiyi dinden çıkarır.
Sosyal medyadaki paylaşımlar sadece bununla sınırlı değil: "Türk'sen paylaş...Türk'sen zaten paylaşırsın. Beğendiysen bir kez paylaşır mısın? Nokta dahi olsa yorum yaz. Kaç kişi beğenecek bakalım..." gibi neler görürsünüz neler. Bu ve benzeri yollarla herkese baskı yaparak ne yapılmak isteniyor? Anlamış değilim. Açıkçası kaba veya nazik paylaştırma baskısı hissedersem ne beğendiğimi beğeniyor, ne yorum yazıyor, ne de paylaşıyorum. İnadım inattır. Paylaşmadığım için ne Müslümanlığıma halel gelir, ne de Türklüğüme.
Bir de açık veya gizli gruba ekleyenler var. Bunların niyeti de ne çok üyeye sahip olduklarıyla caka satmak ve kendi yazıp paylaştığını gruptakilere dayatmak. Başka da bir şey düşünemiyorum. Ne diyeyim Allah ıslah etsin. Allah'a yakın, bana uzak olsunlar... 24.12.2017 Ramazan Yüce
Siz olsanız öğrencinin bu cevabına kaç puan verirdiniz?
Yan tarafta gördüğünüz bir yazılı kağıdı. Öğretmenimiz,
İslam'ın şartlarını sormuş. Öğrenci ise tüm şıkları doldurarak döktürmüş. Siz
olsanız 10 puanlık bu soruya kaç puan verirsiniz?
Sizi
bilmem ama ben bu öğrencinin verdiği cevapları tamamen es geçip puan
vermemezlik yapmazdım. Tam 10 puan vermesem de en azından beş puan takdir
ederdim, doğru olmamasına rağmen.
İslam'ın
şartı da bilinmez mi diye öğrenciyi ayıplamayalım. Zira çocuk daha 5.sınıf
öğrencisi. İçinden geldiği gibi yazmış. Belli ki öğretmeni hiç dinlememiş,
kitabı da açıp okumamış. Sınavda çevresindeki İslam algısını aktarmış. Verdiği
cevapların bazısı algı, bazısı da gözlemleri. Zira çocuk; ya tutarsa deyip anlatılanı
değil, gördüğünü yazmış.
11 yaşındaki bu çocuk, sınav esnasında bu soruyu görünce
İslam adına ne yapılıyor diye düşünmüş olmalı. Aklına Kur’an okumak, süre
okumak, Arapça bilmek gelmiş. Niye gelmesin ki kendisi yaz dönemlerinde Kur’an
kursuna veya özel bir kurs merkezine gittiğinde hep karşısına cüz okuma, Kur’an
okuma, süre ezberleme çıkmış olmalı. Bu okudukları da Arapça olduğuna göre Arapça
bilmek gerekir diye bir mantık yürütmüş. Çocuk da haksız değil hani. Daha okumayı
yeni sökmeye başlayan çocuğa biz ilk iş olarak süre ezberleme ve Kur’an
okutmaya kalkıyoruz. Çocuk olsa olsa süre bilmek demiş. Çünkü hep bunu görmüş.
Tıpkı ilkokula başlayan çocuğa daha okula gelir gelmez bilgi yüklemeye
kalktığımız gibi bizler de evlerde, kurslarda hep işe cüz öğrekmekle başlıyoruz.
Demek ki İslam anlayışımız küçüklerde bu şekilde anlaşılmış. Keşke işe cüz ve Kur’an
okuma, süre ezberleme diye başlamasaydık. İleride çocuk istedikten sonra her
halükarda Kur’an-ı öğrenir. Hatta hafız da olur. Keşke işin başında biz ona iyi
ve güzel olanı, etik ve ahlaki değerleri; doğruluğu, yalan söylememeyi, yerleri
kirletmemeyi, paylaşmayı, Allah sevgisini aşılasaydık daha iyi olurdu diye
düşünüyorum.
Çocuğun cevap olarak yazdıklarından bir tanesi de ‘Türk
olması’ idi. Bu cevabı da tamamen algıya dayandığını söyleyebiliriz. Biz
büyükler mezhebi farklı olanları bile kolay kolay Müslüman kabul etmiyoruz.
Adam Şafiymiş diyoruz. Daha yurtdışına çıkmamış bu çocuk ‘Türk Müslüman olmalı,
Türk’ün dışındakiler Müslüman olamaz, Türk olmak İslam’ın şartıdır diye
sığdırmış o küçücük dünyasına.
Sizi bilmem ama çocuk çok masumane bir şekilde yazmış. Din-diyanet
öğretme şekil ve metodumuz, çocuğa öyle işlemiş ki Kur’an öğrenmeye ve süre
ezberlemeye bu kadar önem veriliyorsa bunlar olsa olsa İslam’ın şartı olur diye
düşünmüş. Biz büyükler, çocuğun bu yazdıklarını İslam’ın şartları kabul etmesek
de İslam, Müslüman, çocukların dinini ve diyanetini öğrenmesi deyince aklımıza
hep Kur’an öğrenmesi geliyor. Hasılı çocuk; olması gerekeni değil, olanı
yazmış. Akılda da öğretmenin anlattığı doğru din değil; gördükleri,
gözlemledikleri ve yaşadıkları kalmış. Bizi gülümseten veya garip karşılatan bu
cevap, küçüklere İslam adına ne anlatmaya, ne öğretmeye başlayalım sorusunu
bize sordurmalıdır.
İçinizden bu daha bir çocuk, büyüyünce doğrusunu öğrenir
diye düşünebilirsiniz. Bu iş, hiç de öyle değil. Bir meslektaşımdan bu yazılı
kağıdını whatsapp vasıtasıyla alınca ilk aklıma gelen başımdan geçen bir
anekdot oldu. Onu sizinle paylaşmak isterim.
Bir İHL’de 11.sınıfların yani son sınıfları kelam dersine
giriyorum. Yaptığım iki sınavda da 45’in altında alan öğrencileri kurtarma
yazılısına aldım. Onlara geçsinler diye kolay kolay 8 tane beylik soru sordum.
Kendilerinden, iki soru da kendilerinin sorup cevaplamalarını istedim. Sorduğum
sorulardan biri de “Dört büyük kitap kimlere verilmiştir. Kitapların ve
peygamberlerin adını yazınız” idi. Bir öğrencimiz yazmış:
Kur’an-ı Kerim Hz Muhammed’e,
Tevrat Hz Ömer’e,
İncil Hz Osman’a,
Zebur Hz Ali’ye
Ne dersiniz bu cevaba? İşin ilginç yanı bu cevapları veren
İmam Hatip Lisesinde okuyan son sınıf bir öğrenci. Okulu bitirir bitirmez belki
de imam olacak. Anlatmak istediğim 5.sınıf bir öğrencinin verdiği cevapla,
11.sınıf bir öğrencinin İslam veya din bilgisi anlayışı arasında pek fark yok. Tek
farkı küçüğün verdiği cevap insanı güldürürken büyüğün verdiği cevap dudak
ısırtır.
İçinizden bu cevabı yazan öğrenci geçti mi diye geçebilir. Her
ne kadar niyetim öğrencinin geçip geçmemesi olmasa da merakınızı gidereyim. Bu
öğrenci, benden sınıf geçememişti.
Sonuç; çocuklara anlattığımız din konularını, metodunu ve
zamanlamasını yeniden gözden geçirmemizde fayda var.
Yine bu cevap bize gösterdi ki klasik sınavların gözünü seveyim. Gördüğünüz gibi nelerle karşılaşıyorsunuz. 24/12/2017 Ramazan YÜCE
Yine bu cevap bize gösterdi ki klasik sınavların gözünü seveyim. Gördüğünüz gibi nelerle karşılaşıyorsunuz. 24/12/2017 Ramazan YÜCE
Bu Çöpü Kim Kaldıracak?
Yan tarafta gördüğünüz bir halıfleks. Vatandaş tepe tepe
kullanıp işi bittikten sonra evinin balkonundan herkesin gelip geçtiği yere
atmış. Bir aydan fazla bir zamandır, bu atıldığı yerde bekliyor.
Gelip
geçenler görsün, gözü-gönlü açılsın diye teşhir edilen bu sergi, daha ne kadar
izleyicilerin hizmetinde olacak? Ne zaman kaldırılacak? Sergi bittikten sonra
kim kaldırıp çöpe atacak? İşte burası muamma.
Gelip-geçenler, kendine Müslüman bu kişinin çevreye sunduğu bu hizmetinin ne zaman sona ereceğini merakla
bekliyor. Her geçişinde acaba kaldırıldı mı diye kafasını kaldırıp bakıyor.
Aynı şekilde duruyor. Zaten bakmasa da "Ben buradayım" diyor
gelip geçenlere. Bu durum garibine gitse de temizlik anlayışını hayırla yâd edip
geçip gidiyor. Çünkü evinin içini temizleyip evinin önüne atmak psikolojisini
anlamaya çalışıyor. Herkes ibret ve hayretle bu moloz buradan ne zaman
kaldırılacak diye merak ederken mal sahibinin böyle bir derdi hiç olmadı. Çünkü
onun için önemli olan bu fazlalığı dışarıya atmaktı. Evini temizledi, dışarıya
süpürdü. Daha ne yapsın?
Rahatsız olan varsa bir zahmet halıfleksin altına
elini uzatsın, çöpe götürüversin. Bu kadar da hazır yiyici olmaya gerek yok. Bu
işler paylaşım işidir. Adam evinden herkesin gelip geçeceği yere koyacak ki
bıkıp usanan, rahatsız olan çaresiz götürecek. Üstelik bunu yapmakla sevap bile
kazanır. Belki de halıfleks sahibinin niyeti, başkasının sevap kazanmasını
istemek olabilir. Adamın niyetini, içinden geçeni bilmeden ayıplamamak lazım.
Belki de bana lazım olmayan bir başkasına lazım olabilir, çöpe atsam çöp
toplayıcılar götürür gider, hiç olmazsa herkesin gözü önüne atayım ki ihtiyaç
sahibi götürsün gitsin diye düşünmüş olabilir. Ya da adamın zamanı yoktur. Çöpe
götürünceye kadar ilmi çalışmaya önem verir. Ne de olsa üniversitede kariyer
yapıyor. Sonra kariyer yapmayı basite almamak lazım. Sen yaslanıp televizyon
izlerken adam masasında dirsek çürütüyor.
O zaman iş başa düştü. Adamın bu kadar iyi niyetine bizim
de bir katkımız olsun. İhtiyaç duyup da bugüne kadar götüren olmadığına göre
görüntü kirliliğine sebebiyet veren bu seyirlik molozun hamallığını biz
yapacağız. Allah onun ilmini artırsın. Zira bu ülkenin ilim adamına ihtiyaç
var.
Bu düşünce ve bakış açısı ile ömrü de uzun olur. Çoğu kimseyi mezara
gönderir, kendisi yaşar oğlu yaşar. Çünkü bu gailesizlik başkasını saç-baş
yoldururken, dişlerini sıka sıka kırdırırken o daha çok yaşar. Yaşasın ki bu ülke
onun ilminden faydalansın. Bakmayın siz bu mumum dibine ışık vermediğine…bakarsınız
faydalanan çıkar.
Bana müsaade şimdilik! Nereye derseniz malum kişinin
pisliğini temizlemeye. Ne demişlerdi atalarımız? “Akıllı, deliye söyletir
lafını.” Biz de bu sözü değiştirelim: Akıllı, bulur kendine bir hamal.
24/12/2017 Ramazan YÜCE
23 Aralık 2017 Cumartesi
Hep Beraber Başardık Bunu
-Notun kadar konuş öğretmenim-
Ortaokullardan liseye geçiş adı verilen LKS sınav sistemi ilk defa bu yıl uygulamaya konacak. Belirlenen okullara öğrencilerin yüzde onu yerleşecek, diğer yerleşemeyenler ise kayıt alanlarına göre mahallesindeki veya evine en yakın okul türlerinden birine tercih sonucuna göre yerleşecek. Sistem ilk defa uygulanacağı için ne getireceği, ne götüreceği belli değil. Zaten niyetim de yeni sistemle ilgili olumlu-olumsuz görüş serdetmek değil.
Ortaokullardan liseye geçiş adı verilen LKS sınav sistemi ilk defa bu yıl uygulamaya konacak. Belirlenen okullara öğrencilerin yüzde onu yerleşecek, diğer yerleşemeyenler ise kayıt alanlarına göre mahallesindeki veya evine en yakın okul türlerinden birine tercih sonucuna göre yerleşecek. Sistem ilk defa uygulanacağı için ne getireceği, ne götüreceği belli değil. Zaten niyetim de yeni sistemle ilgili olumlu-olumsuz görüş serdetmek değil.
Önceki yıllarda yapılan ortaokuldan ortaöğretim kurumlarına
geçiş sınavlarında alınan puanın yüzde yetmişi, geriye kalan otuz puan ise okul
derslerinden alınan puanlardan oluşuyordu. Burada, öğrencinin okul derslerine
de önem vermesi amaçlanıyordu. Yeni sistemle okul puanlarının bir etkisi
olmayacak. İyi mi oldu, kötü mü oldu? Bunu da zaman gösterecek. Görünen, okul
derslerinin etkisiz eleman olması.
MEB, yeni sistemde okul puanlarının etkisini kaldırdı, ya
da kaldırmak zorunda kaldı. Çünkü öğrencisi, velisi, öğretmeni, vatandaşı, MEM
ve MEB yetkilileri okullarda verilen puanların gerçeği yansıtmadığını,
öğretmenler tarafından şişirildiğini biliyor. İşte bundan dolayı Bakanlık,
haksız rekabete sebebiyet verir düşüncesiyle yeni sistemde okul puanlarını
hesaplamaya dahil etmedi. Yani öğretmenin verdiği notun hormonlu olduğunu,
öğrencinin gerçek başarısını yansıtmadığını düşünüyor. Burada olan kime oldu?
Kimin itibarı zedelendi? Öğretmenin tabii. Zaten öğretmenin notuna güvenilseydi
yıllardır uygulanmakta olan merkezi sınav sistemlerine gerek olmazdı. Bunda pay
kimin? Sadece öğretmenin mi? Bu başarı ise, bu başarıda iç ve dış paydaşların
hepsinin sorumluluğu var. Başarısızlık ise yine tüm paydaşların sorumluluğu
var. Her ne kadar ihale öğretmenin üzerinde kalsa da burada sorumluluğu en az
olan kişi öğretmendir. Zira öğretmen burada sadece kobay olarak kullanılmıştır.
Sonuç olarak lise giriş sınavlarında okul puanlarının
hesaplanmamasında pay hepimizin. Hepimiz birlikte başardık bunu. Nasıl mı başardık? İşi ve inisiyatifi öğretmene bırakmayarak. Öğrencisi, velisi, yöneticisi öğrencinin aldığı 90 puana bile razı olmadık. Hemen öğretmeni sıkı bir markaja aldık. " Aman hocam! Özel okullar, tüm öğrencilerine yüz puan verirken sizin verdiğiniz bu puanla bu çocuk fen liselerine nasıl girecek? Sanki notu cebinizden mi veriyorsunuz? Fazla verip çocuğu moral-motive edeceğinize düşük puan vererek öğrenciyi demoralize ediyorsunuz. Bu sistemde virgülden sonraki küsuratların bir etkisi büyük. Binlerce kişiyi geride bırakabiliyor, öne geçebiliyorsunuz. Siz okul ve öğrencinizin başarılı olmasını istemiyor musunuz yoksa? Bir defa sizin 90 puan verdiğiniz çocuk, etüt merkezinde tüm soruları ful çekiyor. İnsaf ya!..." demek suretiyle mahalle baskısı yapmaya başladı. Öğrencisi durumuna razı olmadı, veli çocuğunun durumunu kabullenmedi, okul yönetimi ve milli eğitim yetkilileri bol bol not verin dedi. Baktı ki olmayacak...öğretmen kesenin ağzını açtı. Herkes iyi olurken niçin ben öğrenci, veli ve yöneticilerin gözünde kötü olacağım dedi. Çocuğun notunu en yüksek düşürmek için ne yapılması gerekiyorsa yaptı. Sonuç, bir sınıfta takdir almayan öğrenci kalmadı neredeyse. En kötüsü teşekkür aldı. Okullar başarıya doydu. Bakanlık da yaptığı merkezi sınavla bundan geri kalmadı. Sınav sistemini kolaylaştırdıkça kolaylaştırdı.17 bin birinci çıkararak başarısını taçlandırdı.
Hasılı; bu bakış açısıyla öğrenci, öğretmen, veli ve üst yetkililer denizi bitirdiği gibi kumu da bitirdi. Sistem tıkandı. Sonunda Bakanlık, kendi sınav sistemini lağvetti. Öğretmenin verdiği puanları da es geçti. Şimdi ne not isteyen var, ne de notu hesaba katan. Öğretmen kendi notuyla kala kaldı. Kimsenin onun verdiği notta gözü yok artık. Tabir yerindeyse kendisi gibi notu da etkisiz eleman oldu. Aslında bu durumda olması gereken, okullarda sınavların da kaldırılması. Böylece öğretmen ne soru hazırlar, ne fotokopi çeker, ne sınav yapar, ne kağıt okumaya çalışır, ne de kağıt israfı olur. Ekonomiye katkısı da olur bu yöntemin. Öğretmen dersini anlatır, geri kalan zamanda öğrencinin etüt merkezinde yanlış yaptığı soruları çözer. Böylece öğrenci konuyu daha iyi kavramış olur. Bazı derslerinde öğrencileri test çözmesi için serbest bırakarak etüt yaptırır. Öğrenci de etüt merkezinin şu kadar soru çözeceksin ödevini derste çözmüş olur. Öğretmenin okullardaki misyonu etüt hocalığı olur. Böylece hayatın hiçbir alanında işe yaramayan notlar da böylece kalkmış olur. Yine bu sistemde devlet karne çıkarmak zorunda kalmaz, okullar karne çıkaracağım daha telaşına kapılmaz. Nasılsa okullarda kalma da yok. Ana sınıfından başlayan çocuk hiç kalmadan Prof olabiliyor bu ülkede.
Bu sistem işlemez mi? Pekâlâ işler. Yeter ki çözüm merkezli düşünelim biraz. Hala eski alışkanlığı olarak öğretmen, öğrenciyi notla değerlendirmeye kalkarsa öğrenci ve veli, "Notunun değeri kadar konuş öğretmenim" diyerek eğitim ve öğretim görmeye devam eder. 23.12.2017 Ramazan Yüce
Hasılı; bu bakış açısıyla öğrenci, öğretmen, veli ve üst yetkililer denizi bitirdiği gibi kumu da bitirdi. Sistem tıkandı. Sonunda Bakanlık, kendi sınav sistemini lağvetti. Öğretmenin verdiği puanları da es geçti. Şimdi ne not isteyen var, ne de notu hesaba katan. Öğretmen kendi notuyla kala kaldı. Kimsenin onun verdiği notta gözü yok artık. Tabir yerindeyse kendisi gibi notu da etkisiz eleman oldu. Aslında bu durumda olması gereken, okullarda sınavların da kaldırılması. Böylece öğretmen ne soru hazırlar, ne fotokopi çeker, ne sınav yapar, ne kağıt okumaya çalışır, ne de kağıt israfı olur. Ekonomiye katkısı da olur bu yöntemin. Öğretmen dersini anlatır, geri kalan zamanda öğrencinin etüt merkezinde yanlış yaptığı soruları çözer. Böylece öğrenci konuyu daha iyi kavramış olur. Bazı derslerinde öğrencileri test çözmesi için serbest bırakarak etüt yaptırır. Öğrenci de etüt merkezinin şu kadar soru çözeceksin ödevini derste çözmüş olur. Öğretmenin okullardaki misyonu etüt hocalığı olur. Böylece hayatın hiçbir alanında işe yaramayan notlar da böylece kalkmış olur. Yine bu sistemde devlet karne çıkarmak zorunda kalmaz, okullar karne çıkaracağım daha telaşına kapılmaz. Nasılsa okullarda kalma da yok. Ana sınıfından başlayan çocuk hiç kalmadan Prof olabiliyor bu ülkede.
Bu sistem işlemez mi? Pekâlâ işler. Yeter ki çözüm merkezli düşünelim biraz. Hala eski alışkanlığı olarak öğretmen, öğrenciyi notla değerlendirmeye kalkarsa öğrenci ve veli, "Notunun değeri kadar konuş öğretmenim" diyerek eğitim ve öğretim görmeye devam eder. 23.12.2017 Ramazan Yüce
21 Aralık 2017 Perşembe
Dünya, Mazlumun Yanında Yer Aldı *
“Kudüs’ü, İsrail’in
başkenti ilan eden” ABD kararının, hukuken geçersiz sayılması için BM Güvenlik
Konseyine getirilen Kudüs tasarısı, Konseyin 15 üyesinden ABD dışındaki 14 üye
tarafından lehte oy verilmesine rağmen karar, ABD tarafından veto edildi.
Konsey’de veto edilen
bu tasarı, BM Genel Kuruluna getirildi. Yapılan oylamada 128 ülke, karara evet
derken 9 üye ret, 35 ülke de çekimser kalmıştır. Oylamada, ABD ve İsrail’in
yanında yer alan ülkelere baktığımız zaman adı-sanı duyulmamış, varlığı-yokluğu
belli olmayan devletlerin olduğu göze çarpmaktadır. Çekimser kalan ülkelerin
çoğu yine kelli-felli devletler değil.
Bu oylamaya göre BM
Genel Kurulu, ABD’nin tek taraflı olarak ‘Kudüs’ü, İsrail’in başkenti ilan
ettiği kararını dünya devletlerinin kahir ekseriyetiyle onaylamamış oldu. Üstelik kendi ülkesinde dünyaya mağlup oldu. ABD’nin
kaç gündür sürdürdüğü lobi faaliyetleri, tehdit, şantaj, aba altından sopa
göstermesi hiçbir işe yaramadı. Dünya devletlerinin kahir ekseriyeti, kovboyun
yaptığı onca arsız ve ahlaksız tehdidine boyun eğmedi. Haklının, mağdurun ve
mazlumun yanında yer alan 128 ülkeyi tebrik ve her birine ayrı ayrı teşekkür
etmek lazım. Gerçi dünya devletlerinin çoğu, her Filistin davasında hep
Filistin’in yanında yer aldı. Ama karşımızda ‘Ben güçlüyüm; silahım var, param
var. Bundan dolayı her şeyi yaparım, her kararımı dünyaya dikte ettiririm.
Kabul etmezlerse de veto ederim. Peşimden gelmeyenlerin burunlarını sürterim…”
diyen bir dünya kabadayısı var. Ömrünü Orta Doğu’nun gayri meşru çocuğunu koruyup
kollamakla geçiriyor. İsrail’in yayılmacı politikası, uyguladığı terör, dünyaca
tasvip edilmemesine rağmen bu yapay devleti ayakta tutmaya çalışıyor.
Sanıyorlar ki paran varsa, silahın varsa senden güçlüsü yoktur.
Son BMGK kararı
gösterdi ki dünya; ABD’nin uyguladığı, dünyaya dayattığı politikalardan memnun
değil. Aslında bu karardan dolayı utanması lazım diyeceğim ama ar damarı çatlayan
insan ve devletlerin utanması olmaz, yüzlerine tükürsen yağmur yağıyor
sanırlar. Öyle zannediyorum ABD ve İsrail, nasıl ki daha önceki BM kararlarına
uymadıkları gibi bu son karara da uymayacak, yayılmacı politikalarını devam
ettirmeye çalışacaklardır. Ama dünyanın hoşnut olmadığı bu politikaları nereye
kadar sürdürecek? Dünya, ABD ve İsrail’i nereye kadar sırtında taşıyacak? ABD
ve İsrail, dünyaya rağmen daha ne kadar at oynatabilecekler? Sanki iyice
yalnızlaştıklarını ve istenmediklerini bir kez daha anlayacaklar.
* 25/12/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)