6 Aralık 2017 Çarşamba

Alın size sorumlu bir veli profili!

Veli toplantısı ve karne haftası dışında okula çocuğunun durumunu öğrenmek için gelen veliyi severim. Zira veli toplantısında çocuğuyla ilgili yeterli bilgi alamaz. Sadece rutin konuşma geçer veliyle, öğretmen arasında. Karne haftası okula gelen velinin derdi çocuğunun durumunu öğrenmekten ziyade çocuğuna not istemektir genelde.

Bugün dersimin boş olduğu bir saatte 8.sınıfta okuyan çocuğunun durumunu öğrenmek için öğretmenleriyle görüşmek üzere gelen bir veliyle muhatap oldum. Daha doğrusu nöbetçi öğrenci, öğretmenler odasına girip "8/... sınıfı öğretmeni var mı içinizde? Bir veli çocuğunun durumunu öğrenmek istiyor" dedi. Kimseden ses çıkmadı ve çocuk geldiği gibi çıktı. Sonradan kulak misafiri oldum bu tek taraflı monolağa. 

Çocuğu hakkında bilgi vereyim diye ardından çıktım, çünkü o sınıfa ve okuldaki tüm 8.sınıfların dersine giriyordum. Veli koridorda bekliyordu. 'Kimin velisisin?" dedim. Çocuğunun adını söyledi. Söyledi ama ismini verdiği çocuk o sınıfta değildi. "Beyefendi! Çocuğunuz, dediğiniz sınıfta değil, 8/...sınıfında" dedim. Veli, 'Öyle mi? Ben 8/...sınıfında sanıyordum" dedi. "Çocuğunuzun dersi bende iyi, bir şikayetim yok, efendi ve sorumlu bir öğrenci" dedim ayrıldım.

Veli, başka öğretmenlerle görüşmek için ayrıldı. Kime ne sordu, çocuğu hakkında öğretmenler ne bilgi verdi bilmiyorum. Velinin benimle işi bitti ama benim onunla işim bitmedi. Çünkü sene içerisinde çocuğunun durumunu sormaya gelen bu sorumlu veli, sevincimi kursağımda bıraktı. Maalesef çocuğunun hangi sınıfta olduğunu bilmeyecek kadar da sorumluydu. Olabilir, en azından çocuğunun hangi okulda okuduğunu ve kaçıncı sınıfta olduğunu biliyordu bari. Çünkü geçmişte çocuğunun kaçıncı sınıf olduğunu bile bilmeyen öyle veliler gördüm ki...bu onlar içerisinde yunmuş yıkanmışı sanki.

Veliyle işim bitmedi hâlâ. Çünkü veli beni geçmişe, yani 2000 öncesinde başıma gelen bir anekdotu hatırlattı yeniden. Yaşlanınca insan anılarla yaşıyor. Çünkü anılar, insanın koltuk deynekleridir.

Adıyaman Kahta'da görev yaparken bir köy ve bir mezranın sayımını yapmak için nüfus sayımında görevlendirilmiştim. Her sonu sıfır veya beş ile biten yıllarda sayım yapıldığına göre 1995 veya 2000 yılı idi. Ama kuvvetle muhtemel 1995 yılı olsa gerek. Önce mezraya vardım, bir eve misafir ettiler beni. Sırayla geldi aile reisleri hane fertlerini yazdırmak için. Onlar söyledi, ben yazdım. Hem kolum yoruldu yazmaktan, hem de namaz vakti geçiyor. "Namaz kılabilir miyim" dedim. 'Elbette' deyip seccadeyi serdiler önüme. Onlar bekledi, ben namazımı kıldım. Namazdan sonra kaldığımız yerden nüfus sayımına başladım tekrar. Bir ara "Hoca da bizdenmiş. Hocam! Doğum kontrolü hakkında ne dersin? Caiz mi" dediler. Devir Demirel'in cumhurbaşkanı, Çiller'in başbakan olduğu ve nüfus planlaması adı altında doğum kontrolü bizzat devlet tarafından özendirilmeye çalışıldığı dönemdi. Dilimin döndüğü kadar bu konudaki görüşümü söyledim. Ardından sırası gelen aileyi yazmaya devam ettim. Zira ben ev ev gezmedim, sırası gelen benim misafir edildiğim eve gelmişti. İlk başka kaç kişisiniz diye soruyordum. Ardından aile reisi ve eşini, sonra da çocuklarını yazıyordum tek tek. Her hane çocuk demekti. Mübarekleri yaz yaz bitmiyordu bir türlü. Yazdıkça ürüyordu desem yanlış olmaz. Baba söylüyor, ben yazıyordum. Çocuğun biri bittikçe, diğeri diyordum. Baktım adamdan ses yok. Haydi söyle, şu kadar çocuk var demiştin, daha var dedim. Adam, 'Biliyorum var da...' dedi. İyi söyle o zaman dedim. 'Söyleyeceğim de unuttum' dedi. Neyi unuttun dedim? 'Çocuğun adını' deyince misafir olduğuma, bana ikram ettikleri yemeğe aldırmadan 'Be kardeşim! İnsan çocuğunun adını unutur mu? Bak az önce bana, doğum kontrolünün caiz olup olmadığını sordunuz. Madem doğurduğunuz çocuğunuzun adını unutacaksınız, o zaman ne diye doğuruyorsunuz?' diye kızdım.

Nedense 22 yıl önce başımdan geçen bu anıyı hatırlattı bana bugün çocuğunun durumunu öğrenmek için okula gelen velim. Benim gevezeliğim bu kadar yeter. Karar ve yorum sizin... 06.12.2017 Ramazan Yüce


Yitik Şehir, Sahiplerini Bekliyor... *

Ne zamanki Osmanlı tarih sahnesinden çekildi, birçok ülke gibi Filistin de işgal edildi. İsrail'in 1948 yılında kurulmasıyla birlikte önce Batı Kudüs, 1967 yılında Arap-İsrail savaşıyla birlikte Doğu Kudüs de elden gitti.

İsrail Kudüs'ü işgal etti etmesine ama en büyük hayali, Kudüs'ü başkent ilan etmekti. 1980 yılında Kudüs'ü başkent olarak ilan etti. Ama dünya bu kararı tanımadı. Kudüs, İsrail'in başkenti olmadı ama İsrail, Kudüs'te her türlü tasarrufu yapmaya devam etti. Çünkü işgali altındaydı. Nihayet hiçbir ABD başkanının tanımaya cesaret edemediği Kudüs'ün başkent olmasını ABD Başkanı Trump resmen tanımış oldu. Niye tanımasın ki iktidara gelişini Yahudi sermayesine borçlu Trump. Seçim çalışması döneminde de “Kudüs’ü başkent olarak tanıyacağını” işledi durdu. Şimdi diyet borcunu ödüyor ne de olsa.

Trump kendisini getiren iradenin istediğini yerine getirecek. Dünya siyasetini gözetmeyen, huzur ve barışa katkısı olmayacak bu kararı almasından dolayı Trump'a ne kadar kızsak yeridir. Trump'a kızdığımız kadar kendimize, bizi yönetenlere de kızalım. Özellikle Batı ve ABD'nin isteklerini, emir ve direktiflerini yerine getirmekten başka bir işe yaramayan İslam ülkelerinin sözde bağımsız devlet başkanlarına kızalım. Hepsi koltuğuna yapışmış, pislediği koltuktan kalkmıyor bir türlü. Çünkü hiçbiri hakkıyla gelmedi. ABD ve Batı’nın menfaatlerini ‘daha iyi yerine getiririm’ diyerekten getirildiler o koltuğa.

Halkı Müslüman olan ülkelerin halkı; “Filistin elden gidiyor, Kudüs işgal edildi, Kudüs siyonizmin başkenti olacak” korku ve endişesini içtenlikle taşısa da yönetenlerinin böyle bir derdi yok. Onlar için varsa yoksa koltuklarıdır. Bunun için gerekirse Filistin’de ve dünyanın herhangi bir yerinde mülteci olarak yaşayan bir tek Filistinli kalmasa kılları kıpırdamaz, tüh bile demezler. Hatta kendilerini o koltuğa getiren irade “Filistinliler’i bizzat siz öldüreceksiniz” dese gözlerini kırpmadan kıtır kıtır tüm Filistinliler’i yok ederler. Hatta hiçbir Filistinli kalmasa “Oh be! Filistin belasından kurtulduk” diyerek derin bir oh bile çekerler. Çünkü Filistin, önlerindeki en büyük kamburdur onlar için.

Kudüs, dünyanın terörist devleti olarak tescilli İsrail tarafından başkent olarak kullanılsa da, kullanılmasa da ağlayan, sızlayan, ölen, öldürülen, kanı akacak olan yine Filistin’de yaşayan Filistinliler olacaktır. Uyku durak bilmeden, huzur yüzü görmeden İsrail işgali altında yaşayan Müslümanlar belki yeni bir intifada başlatacak, protestolar yapacak; İsrail’in tankına, tüfeğine karşı tek silahları olan taşlara sarılacaklar. Zaten başka da ellerinden bir şey gelmeyecek. Zira ne yapabilirlerdi ki? Dünya Müslümanları da başta Cuma çıkışlarında basın bildirisi yapacak, yürüyüş düzenleyecek, İsrail ve ABD bayrağını yakacak, kahrol ABD ve İsrail diyecek ve  İsrail’i tel’in edecekler. Ne kadar çırpınılsa da maalesef halkın da yapabileceği bir şey yok. En azından gördükleri kötülüğü elleriyle düzeltemeseler de bu kararı kabul etmediklerini dilleriyle eyleme dökecekler. İmanın en zayıf noktası olsa da kalplerindeki buğz ve kin  hiç yok olmayacak.

Halkı Müslüman olan devletlerin yetkilileri bir araya gelip İsrail’i kınayacak. Belki de İsrail’e bu cesareti veren ABD’yi ağızlarına bile alamayacaklar. Çünkü cesaret ister ABD’yi kınamak. Zira köleler efendisini kınayamazlar. Her zaman olduğu gibi yine Türkiye’nin sesi çıkacak. Türkiye tek başına dünya kamuoyunu harekete geçirmeye çalışacak. Bunu ancak Türkiye yapar. Zaten bunu yaptığı için başından bela eksik olmuyor. Bugün Türkiye’nin başına gelenler İsrail’e ‘one minute’ denmesinin bir sonucudur. Çünkü ABD dahil, hiçbir ülke İsrail aleyhine bir karar alamaz. Bırakın karar almayı, onlara ‘one second’ (bir saniye) bile diyemezler.

İsrail -en büyük hayali olan- Kudüs’ü resmen başkent olarak kullanmaya başladıktan sonra çoluk-çocuk ve kadın demeden Filistinliler’i öldürmeye devam edecek, ardından ağlama duvarına gidecekler, güreşte yendikleri rablerinin huzuruna çıkıp ‘Ya Yehova! Seni yendik ama bir türlü Filistinliler’i yenemedik, öldür, öldür bitmiyor, bizim bu çilemiz ne zaman bitecek, bugün fazla öldüremedik ama yarın daha fazlasını öldüreceğime söz veriyorum’ diyerek ağlamaya devam edecekler.

İsrail öldürmeye devam etsin, bizim kutsal bildiğimiz mahremimize kirli ayaklarıyla girsin, biz de yeni bir Hz Ömer, yeni bir Selahattin Eyyubi beklemeye devam edelim, tıpkı mehdi bekler gibi. Hepimiz birer Ömer ve Selahattin olmadıkça daha çok bekleriz.

Rabbim Müslümanlar’a bir feraset bahşeder, bir basiret verir inşallah! Temennim odur ki, Kudüs’ü resmen başkent olarak kullanacak olan İsrail’in bu aşkı, sonunu getirir. Kaçacak yer arar. Çünkü zulümle hiçbir devlet âbâd olmaz, hele terör devleti asla. Bakarsınız yeni bir Buhtunnasır ortaya çıkar.

Hasılı, Kudüs bizim yitik şehirlerimizdendir. Bugün elimizde olmasa da gönlümüzde yeri olmaya devam edecek ve er veya geç İslam’ın şanlı bayrağı orada dalgalanacaktır. 06/12/2017 Ramazan YÜCE

* 09/12/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Aralık 2017 Cumartesi

Zırcahile Hendek Atlatmak

Adam cahilin cahili, zır cahil olunca ne selam vereceksin, ne de selamını alacaksın. Karşılaşsan yolunu değiştireceksin, gerekirse çalıyı dolanacaksın. Ta uzaktan görsen bile şeytan görsün yüzünü diyeceksin. Akraban bile olsa merhaba, nasılsından öte bir diyalog içine girmeyeceksin. Gerekirse gelip gitmez, burnu havada dese de uzak duracaksın, selamı sabahı keseceksin. Zaten Rabbimiz demiyor mu, "Cahillerden yüz çevir" diye.

Cahil demişsem, sadece okumamış cahillerden bahsetmiyorum. Nice okumamış vardır, okumuşundan daha ariftir. Nice okumuşlar vardır; okumamış, mektep-medrese görmemiş cahilden daha cahildir. Okumamışın cahiliyle, okumuşun cahili birbirine rahmet okutur. Al birini, vur ötekine.

Odun desen; bizi ısıtan, her şeyimiz olan oduna hakaret olur. İnsan azmanı desen; insan ve azman kelimelerine haksızlık edilmiş olur. Mikrop desen, mikrobun da bu dünyada bir misyonu var. Ne dersen de. Hiçbirine benzemez, bu cühelâ kesiminin yediği herzeler.

Bana göre cahil kendini, haddini bilmeyendir. Ne zaman, ne diyeceğini kestiremezsin. Nerede, ne yumurtlayacağı belli olmaz. Bahtına artık. Edep bilmez, yol bilmez, yordam bilmez. Ben neyim demez. İnatçı mı inatçıdır. Kendi cahilliğine hayrandır, kimseyi beğenmez. Herkese burun kıvırır. Çekememezlik sendromu yaşar. Yalnızlaştıkça hırçınlaşır, asla bir öz eleştiri yapmaz. Kendisini -cehaletine  rağmen- görmez. Durmadan başkasını ayıplar. Demode olmuş eski adetleri yaşatmaya çalışır. Çocukluğunda, gençliğinde ne görmüşse hayatı ondan ibarettir. Yeni tek şey koymaz kafasına. Tek işini yaptıramazsın ona. Çünkü kafasındaki doğruya terstir her şey.

Gördüğün zaman ağır-azam biri sanırsın. Konuşunca tüm cehaleti ortaya çıkar. Maalesef içimizde az değildir böyleleri. Deveyi hendekten atlatırsın da bunları bir milim ileriye gitmesi için oynatamazsın. 02.12.2017 Ramazan Yüce 

Matematik Hayatın İçinde Ne Kadar Var?

Matematik kimi öğrenciler için zevkli bir ders iken kimileri için de korkulu bir rüyadır. Hafakanlar tutar, kabus üstüne kabus görür.

Sınavın yapıldığı hemen hemen her yerde matematik var. Zira sınavlar matematiksiz olmaz. Bu kadar önem verilmesine ve özen gösterilmesine rağmen matematikle aramız hiç iyi değil. Ki merkezi sınavlarda, PISA'da matematik net ortalamamız maalesef çok gerilerde. Bir türlü bu dersten başarı da gelmiyor nedense.

Öğrencilere kök söktüren, kimine zevk veren, zekayı çalıştıran ve geliştiren bu ders hayatın içinde ne kadar var? Sorgulanması gereken budur diye düşünüyorum. Çünkü hayatın içinde yer almayan bir dersten istenilen başarıyı yakalamak ve öğrenilen matematik konularının akılda kalması mümkün değildir. Yine pratiğe dökülmeyen bir konunun zihinde yer edinmesi de mümkün değildir. Geçici hafızaya giren matematik bilgisi kullanılmamaya, kullanılmamaya unutulmaya mahkumdur. Yine matematikte başarısız olmamızın bir nedeni de geniş bir alana sahip olan matematik konularının herkese öğretilmeye çalışılmasıdır. Bir konu iyice kavranılmadan ve pratiğe dökülmeden yeni konuya geçilmektedir. Çok konuya boğmak ve hazmedilmeyen bilgi doldur-boşalt demek, öğrencileri matematiğe fransız kılmaktır.

Yukarıda hayatın içinde matematik yok, herkese her konu anlatılıyor dedik. Birkaç örnek verelim. Matematik konuları, o kadar çok ki, say say bitmez. İşin garibi öğretilmeye çalışılan bu konuların hayatla hiçbir bağı yok. Sadece mantık çalıştırma ve geliştirme vardır gördüğümüz matematikte. Hangi konunun, nerede kullanıldığını da çoğumuz bilmeyiz. Kaç kişi bilir karakökün nerede kullanıldığını? Üslü sayı hangi amaçla, nerede kullanılır? Logaritma, trigonometri gündelik hayatta kaç meslek erbabını ilgilendirir? Havuz problemleri ne işe yarar? Geometri'yi derste takır takır çözen bir öğrenci, yamuk bir arazinin kaç metre olduğunu bulabilir mi? Örnekleri ve haklarındaki soruları çoğaltabiliriz. Bol bol matematik problemi çözerek, yeni farklı konular öğrenerek zekamız belki açılır ve gelişir ama bu açılan zekayı nerede, ne zaman kullanacağız?

Matematik öğrenmek istiyorsak gündelik hayatta lazım olan, hayatla iç içe olan matematik öğretelim herkese. Hayatın çoğu alanında kullanılmayan, herkesi ilgilendirmeyen, belli meslek erbabını ilgilendiren konuları sadece ilgilisi görsün. Konular azaltılsın, okulda teori olarak öğrenilen konuların pratiği nerede yapılıyorsa öğrenciler oraya kanalize edilsin. 02.12.2017 Ramazan Yüce

Şiddete Karşı Dayakçılar

Toplumda herkes dayağa ve şiddete karşı. Yeri geldiği zaman 'şiddete hayır' deriz. Bu devirde şiddet olur mu deriz. Nedense her türlü sorunumuzu şiddetle çözmeye kalkarız ve şiddet uygularız.

Kimin gücü kime yetiyorsa, Allah ne verdiyse elimizden geleni ardımıza koymayız. Öldüresiye döveriz. Yine de rahatlamayız. Aynı zamanda ortalığı velveleye veririz.

Dövmeye gücümüz yetmezse alttan alır, barış havarisi kesiliriz. Üzüntülerimizi ifade ederiz sadece. Bağrımıza taş bastırır, içimize atarız derdimizi.

Genelde gücümüz, gücümüz yettiğine yeter. Kazara bir öğretmen çocuğuna karşı elini kaldırsa sülalecek okulu basar, öğretmene had bildirmek için. Nasılsa öğretmenin arkasında kimi kimsesi yok. Kanun velinin arkasında. Basın zaten mal bulmuş mağribi kimi atlar bu tür haberlere. Toplumsal bir infiale dönüşür bu velvele. Dayağı yiyen öğretmen hakkında soruşturma başlatılır, savcılık harekete geçer. Mülki amir öğretmeni açığa alır. Öğretmene dayak atanların formalite icabı  ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılır.

Toplumun her kesimi öğretmene vurur da vurur. Dayak atanlara bir şey demez. Hatta 'eline sağlık' der. Kimse öğretmene, 'Bu iş nasıl oldu, çocuk ne yaptı, bu çocuğa sen ne kadar sabrettin' diye sormaz. Burada "Öğrenciye, çocuğa dayak atılmalı, bunda bir sakınca yok, çocuk hak etmiş" demek ve dayak atanı savunacak değilim. Ki, şiddetin savunulacak bir tarafı olamaz. Olmasını temenni etmediğimiz bu tür nahoş durumlar ortaya çıktığında yapılması gereken soğukkanlı olmak, bundan sonra bu tür durumların ortaya çıkmaması için neler yapılabilir sorusuna cevap aramak olmalıdır. Milli Eğitimin iç işleyişi geri planda işletilerek öğretmene gerekli ceza verilmelidir. Burada yangına körükle gidilmesin, uygulanan şiddete şiddetle karşılık vermenin yanlış olduğunu ifade etmek istiyorum. Çünkü dayak kişideki öz güveni yok eder. Ayrıca geçenle, olana yapılacak bir şey yoktur.

Ne çocuğu dayak yesin, ne de büyüğü. Dayaksız bir toplum olmamız temennisiyle. 02.12.2017 Ramazan Yüce

Banklara Nasıl Oturuyoruz?

Belediyeler; gezip dolaşanlar ve vakit geçirmek isteyenler oturup dinlensin, soluklansın diye cami önlerine, okul bahçelerine, kurum önlerine, park ve bahçelere bank, bazı yerlere de kameriya koyar. Toplumsal bir ihtiyacı gideren bu tasarruf takdire şayan bir hizmettir. Amme adına yapılan bu hizmeti bizler ne kadar yerinde kullanıyoruz?

Gözlemlerine göre çok hor kullanıyoruz. Ya yontup isim vb. şeyler yazıyoruz, bankların önüne konan masaları karalıyoruz, bank sabit değilse yerinden kaldırıyoruz, ya da yerinden kaldırmak için vidalarını çıkarıyoruz. Yediğimiz ve içtiğimiz yiyeceklerin çöpünü masaüstünde bırakıyoruz, çitlediğimiz çekirdeğin kabuklarını masaya veya altına rastgele çitliyoruz. Oturduğumuz bankı zaman zaman kırıyoruz, ters çeviriyoruz...Tüm bunları görüyoruz zaman zaman. Bir başka şey daha yapıyoruz banklara. Oturulması gereken yere ayağımızı, sırtımızı yasladığımız yere de kaba etlerimizi koyuyoruz. Ardından gelen başkaları da bizim ayağımızı koyduğumuz yere oturuyor. Ayağımızı koyduğumuz yeri elbisesiyle bir güzel temizliyor. İşin garibi bu ayakkabı ile tuvalete girilir, yerden pislik bulaşır. Her yere basar. Ardından aynı elbiseyle eve gidip kanape, koltuklara oturuyoruz, camiye gidip namaz kılıyoruz.

Kaçımızın içine siner bankları bu şekilde kullanmak? Kaçımız rahatsızız banklara bu şekil oturuştan? Güya sorsak her birimiz temiziz. Temizlik konusunda mangalda kül bırakmayız. İşin garibi bankları ve ortak kullanım eşyalarını bu şekilde kullanma ne ailede, ne okulda verilir. Birbirimize bakarak öğreniriz bunu. Sanırım her birimiz kendine temiz, kendine insan, kendine Müslümanız. Hepimiz halimizden memnun, yolumuza devam ediyoruz. 01.12.2017

Aklımı Alacaktı Senin Bu Köpeğin Be Adam!

Cuma akşamı okul arkadaşlarımla biraz oturduktan sonra 23.00 sularında evin yolunu tuttum. Gecenin karanlığında etraf ıpıssız. İnsanlar çekilmiş evlerine. Üşüten bir soğuk var dışarıda. Aralığın biri ne de olsa. Caddeden gelip geçen araçların gürültüsü var sadece.

Düşünceli bir şekilde kendi halimde kaldırımdan yürüyordum ki ihata duvarı demirle çevrili müstakil bir evin bahçesinden gelen bir hav hav sesi bozdu sessizliği. İrkildim birden. Çünkü hiç beklemiyordum. Köpek ön iki ayaklarını duvara dayamış şekilde bir o tarafa, bir bu tarafa havlayarak ipinden veya zincirinden kurtulmaya çalışıyor. Önce bağlı değil, duvardan atlayıp beni haklayacak dedim içimden ve korktum. Bağlı olduğundan emin olduktan sonra emin adımlarla yürümeye devam ettim. Kuru sıkı havlamaydı köpeğinki. Böyle desem de adımlarımı hızlandırdım. Zira köpek bu. Ya ipini koparıp özgürlüğüne kavuşursa -görünen o ki- ilk haklayacağı kurban bendim. Çünkü kendisine zarar vermeye gelen düşman gibi gördü beni. Havladı durdu. Taki ben uzaklaşıncaya kadar. 

Yaka ve Aşkan taraflarında yaygın bu tür bağlı köpekler. Bu mevkideki bulunan evlerde köpeğin olmadığı ev sayısı neredeyse yok gibidir. Kimi bağlı, kimi de başıboş bu bölgelerde gezip duruyor. Sabahın erken saatinde okula giderken sokak aralarında sere serpe uzanmış yatan onlarcasını görürüm çoğu zaman. Salınmışı sessiz-sakin, kendi halinde. Bağlısı kuru sıkı tabanca gibi atıyor durmadan. 'Ah bir bağlı olmasam, ben sana gösteririm' der gibi.

Köylerde bile bu kadar köpek yok desem mübalağa etmiş olmam. Evinin önüne bu şekilde köpek bağlayanların amacı sanırım evlerini korumak olmalı, özellikle hırsızlık yapmaya gelenlere bir korku ve gözdağı olsa gerek. Evinin önüne bu şekilde köpek bağlayanların evlerini merak ediyorum, acaba kaçının evine hırsız girmedi bugüne kadar? Zira nasıl ki hırsıza kilit olmazsa, köpeğin de çok faydalı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hırsız hangi evde ne tür risk ve tehlikenin olduğunu bilir ve ona göre tedbirini alır ve girmek istediği eve girer. Yeter ki hırsız istesin. Eğer değerlendirmem doğruysa bu köpeklerin tek misyonu var, benim gibi kendi halinde gelip geçen masum ve kendi gölgesinden korkan insanları korkutmak. Bir de hane sahibini rahatsız etmek. Çünkü ben o caddeden yürüyerek kaç günde bir geçerim. Bir daha ki yürüyeceğimde karşı kaldırımı tercih ederim. Köpek caddeden gelip geçen herkese havlarsa işte o zaman köpeğin sahibinin işi kül. Çünkü köpeğin havlamasından ev sahibi de uyuyamaz. Otururken bile her havlayışa kulak kabartmak zorundadır. Ama hiç üzülmem böylesine. Susacak diye beklesin dursun evinin veya yatağının içinde.

Şehir içinde evlerin önünde bağlı, hırlayan ve havlayan köpeklere bir çözüm bulunmalı. Yoksa ani havlamalarda olmayan aklımızı başımızdan alacak bu gidişle.