12 Kasım 2017 Pazar

Nimetler Ayağınızın Altından Kayıp Gidiyor

Bu iktidarın çıraklık ve kalfalık döneminde bu ülke hizmetin, bereketin, ilgi ve alakanın alasını gördü. Ülke bir baştan diğer başa hizmete doydu. Enflasyonla mücadelede başarılı oldu. Pul olan paramız değer kazandı, altı sıfır atıldı. Vatandaşın alım gücü arttı. Ülke, sıcak paranın cenneti oldu. Hükümet herhangi bir konuda adım atacağı zaman yoğurdu üfleyerek yedi. Herkesin hükümeti olmak için çaba sarf etti. Kimseyi dışlamadı. Herkese hizmet götürdü. Bunun sonucunda siyasi iktidar her seçim döneminde oyunu bir öncekine göre artırdı. Oy vermeyenlerin bile sempatizini kazandı. “Oy vermedim ama çalışıyorlar, bizimkiler çalışmadı” dedi aklı selim olanları.

 Ne zaman ki 17-25 oldu, Paralel yapı ile mücadele başladı. Toplumda bir kutuplaşma, bir gerginlik baş gösterdi. Ardından gelen 15 Temmuz ise FETÖ ile mücadelenin tam olarak başladığı dönemin adıdır aynı zamanda. Devlet KHK'larla açığa alma ve ihraçlara hız verdi. Kamuya eleman alımında, yönetici seçmede ve yeni öğretmen alımında sözlü mülakatı esas aldı, FETÖ ile mücadele etme adına. Devlet bir taraftan yurt içinde FETÖ, DAEŞ ve PKK ile mücadele ederken diğer taraftan birçok ülke ile sorun yaşamaya başladı. Ortam gerildikçe döviz fırladı. Zamlar ardı arkasına gelmeye başladı. Çünkü ülke yeniden çift haneli enflasyona rakamlarını görmeye başladı. Suriyeli mülteciler birçok vatandaş nezdinde ayrı bir sorun olarak görülüyor.

Menfur darbe teşebbüsünün ardından bir yıl geçmiş olmasına rağmen ülke normalleşmedi hâlâ. Kimsenin kimseye güveni kalmadı, adalet duygusu zedelendi. Kamuya alımlarda ahbap-çavuş ilişkisi ön plana çıktı. Eleştiriye tahammül kalmadı, eleştiri yapmaya kalkan tu kaka yapıldı, kapının önüne kondu. Mağdur olduğunu söyleyenlerin oranında bir artış ortaya çıktı. İnsanlara bir korku hakim oldu, bana da FETÖ'cü derler endişesi sardı. Küskün, dargın ve incinmişlerin sayısı arttı. Hükümetin etrafını yağdanlıklar sardı. Sessiz çoğunluk geleceğinden endişe eder oldu, hoşnutsuzluk dışarıya sızmaya başladı.

Hükümet, ben devletim; her istediğimi yaparım, kimseyi hesaba katmam deme noktasına geldi. Bir zamanlar iktidar olmak için yerleşik düzenle mücadele eden, sessiz çoğunluğun sesi olan hükümete nedense ustalık dönemi yaramadı. Mağdurluktan mağrurluğa evrildi. Halktan biri olan iktidar şimdi devletin kendisi oldu. Çıraklık ve kalfalık döneminde halkla bütünleşen iktidar, ustalık döneminde halktan uzaklaştı. Dün halk-devlet bütünleşmesini sağlayan iktidar bugün mağrur bir imaj çiziyor.

Ortam 7 Haziran seçimleri öncesini andırıyor. Hükümet savruldu. Nimetse eğer, iktidar nimeti altından kayıyor. Farkında olmalı ki çıkmaya çalışıyor. Bulduğu her yol kendisini aşağıya çekiyor. Çünkü çıkışı yanlış yerde arıyor. Düzeltmek için elini nereye uzatsa elinde kalıyor. Halk; çok sevdiği, sonsuz kredi verdiği cumhurun başının, bir el tarafından yanıltıldığını, yanlış yönlendirildiğini, yanlış bilgilendirildiğini düşünüyor. Bu ortama üzülenlerin sayısı çok. Çünkü iktidar giderse sayısız kazanımların yok olacağı endişesini taşıyor.

Ne yapıp ne edip iktidar sahipleri halkın içerisine inip halkın içinden iktidar nasıl görülüyor diye bakmalılar. Halkın derdiyle dertlenme yolunu düstur edinmelidir. Halkın içerisine girmeyen, halkın derdiyle dertlenmeyen halka tepeden bakmaya başlar. Bu da iktidardan inişi hızlandırır. 

İçinizden zaten halkın içindeler diyeniniz çıkabilir. Halkın içine girmek, halkın derdiyle hemhal olmak anlamına gelmiyor. Bazen insan kalabalıklar içerisinde yalnızlara oynayabilir. Ayrıca kalabalıklar karşısında halka konuşmak halkın içinde olmak anlamına gelmez. Çünkü bu tür ortamlarda da halka yukarıdan konuşulur. Halkla göz göze gelmek, yüzüne bakmaktır, gözleri kaçırmamaktır. Sakın kalabalıklara bakarak durumumuz iyi diye düşünmeyin, yalnızlaşıyorsunuz, halk içi kan ağlayarak güvenli bir liman arıyor... Tedbir almazsanız vebaliniz büyüktür. 12.11.2017

Ekmeğini Çöpten Kazanan Adamlar *

Pazar günü kahvaltıyı yaptıktan sonra apartmanın bahçesine dökülen gazelleri toplamak için çıktım evimden. Kendi başıma siteye ait bölümü bir baştan öbür başa temizledim. El arabasına doldurduğum gazelleri çöpe götürdüm. Üç saatimi aldı sitenin yapraklarını süpürme ve taşıma işi. Kendime iş buldum yani. Tam işi bitiriyorum ki siteden bir komşu çıktı önüme. 90 yılından beri buradayım, apartmanın böyle temizlendiğini görmedim, sen nereden geldin böyle dedi. Bu gaz, tempomu biraz daha artırdı. Biri yapacak illaki dedim.

El arabasını doldurdukça Konya'ya has yere gömülü çöp konteynerine yaprakları götürdüm. Çöpün yanında bir pikap vardı, yanında ise arabanın teybini açmış birini gördüm. Anlaşılan pazar günü çalışan biri daha vardı. Az sonra bir insan; boyundan daha derin olan çöp kutusundan çıkmaya çalışan bir el daha gördüm. Demek ki iki kişiler. Biri çöpün içine girmiş, çöpe atılanları altüst edip içinden kıymetli veya satılabilir bir şeyler bulabilir miyim çabasında. Çöpün içindeki bulduğunu dışarıdaki kalana veriyor. Yukarıdaki de arkadaşının verdiklerini inceleyip pikaba koyuyor. Çalışanların ellerine baktım, eldiven giymişler mi diye. Ne arasın? Benim ki de laf yani. Adam çöpün içine girmiş, çöpü eliyle didik didik ediyor. Kendisi çöp olmuş neredeyse. Bereket yukarıda biri var. Yoksa biri gelir, çöpün kapağını kaldırarak veya kapağı nasılsa açık diye düşünüp elindeki çöp poşetlerini adamın başına da boşaltabilir ve çöpün içindeki adam tamı tamına çöpten adam olabilirdi.

Pazar günü çoğu evinde istirahat yaparken, çarşı-pazar gezerken bu iki kişi çöpün içinde rızkını arıyordu. Midesini doyurmak için bir taraftan çöpten ekmeğini çıkartmaya çalışıyor, diğer taraftan da müzik ruhun gıdasıdır diyerek ruhlarının haklarını da veriyorlardı, müziği açarak. Hiç de aceleleri yok, çöp kokuyor, bir an evvel buradan uzaklaşalım şeklinde bir çabaları da yoktu. Tek çabaları akşama kadar şu çöp senin, bu çöp benim diyerek çoluk-çocuğunun rızkını çöpten çıkarıyorlardı. Bu adamların bu pis ortamda çalışmasını görünce ekmeğini taştan çıkarır sözü aklıma geldi. Evet, bu adamlar geleceklerini çöpü karıştırarak ekmeklerini taştan çıkarıyordu. Helal olsun bu adamlara dedim içimden. Hangi birimiz gider çöpü karıştırır? Çoğumuz çöpün yanından geçerken burnunu tıkar, çöp atacaksa kirlidir diyerek çöpün kapağına bile elini sürmez. Bu iki genci takdir ederken ülkem ve ülkem insanı adına üzülmedim değil. Daha niceleri vardır kim bilir bu şekil çöpte çalışan. Bizde çöpü kedi köpek karıştırırdı bir zamanlar. Şimdi insanımız çöpün içinde çöpü karıştırarak çöpte çalışıyor. Ne kadar kazanırlar bilmem ama ülkenin bir ayıbı bu durum. Mecbur kalmasa kimse yapmaz bu işi. Sanırım bu şekil çalışanların sayısı çok olmalı ki konfederasyonları bile var.

Yaptıkları iş çoğumuzca hoş karşılanmasa da, bu durum ülkenin bir ayıbı olsa da bu sektörde çalışanlar, alın terletiyor ve ayakta kalıp hayata tutunmaya çalışıyor. Elleri öpülesi insanlar bunlar. En azından işsizim diyerek dilencilik yapmıyor, hırsızlık yapmıyor. Helal olsun böylelerine... 12.11.2017

* 27/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bir Hediyenin Başıma Açtığı İş

Konya düğünlerindeki hediye adedini bilenler bilir. Bilmeyenler için söyleyeyim. Eskiye oranla azalsa da hala devam eden bir hediye anlayışı var. Davet edildiğin düğüne küçük mutfak eşyası götürmek. Bu tür hediyeleşmeden kimse memnun olmasa da adettir denilerek uygun olan bir mutfak eşyası paketlenerek düğün evine gidilir.

21 Ekim'de iki numaralı oğlumu evlendirdim. Düğüne davet ettiğim misafirlerimin ekserisi sağ olsun düğünümüzü şenlendirdi. Hediye getiren de oldu, getirmeyen de. Kimin hangi hediyeyi getirdiğini çoğu zaman bilme imkanımız yok. Zaten çok da önemli değil. Önemli olan davete icabet ve bu mutlu günümüze eşin-dostun şahitlik yapması. Düğünümüze gelen de sağ olsun, gelmeyen de! Hediye getiren de sağ olsun, getirmeyen de! Para veren de sağ olsun, vermeyen de! Kap-kacak getiren de sağ olsun, getirmeyen de! Niyetim eşyanın veya hediyenin büyüğü-küçüğü, değerli veya değersiz oluşu değil. Hatırlanıp gelmek, hatır bilip hediye getirmek de bizim güzel hasletlerimizdendir. Düğüne gelivermek bile en güzel hediyedir.

Şimdi size bana gelen bir hediye ve başıma açtığı gaileden bahsedeceğim. Düğünümüze teşrif eden davetlilerden  hediye olarak az sayıda mutfak eşyası geldi.  Bir hafta sonra evimize gelen çiçeği burnundaki oğlum ve gelinimden mutfak eşyası olarak kullanabileceklerini seçmelerini istedik. Biraz seçmişler, az sonra yanıma geldiler. "Hediyenin birinin içinden aynı zamanda flash bellek çıktı" dediler. Biri hediyeyi sararken içine düşürmüş olmalı dedim. Belleğin kıymeti harbiyesi yoktur ama ya içinde kıymetli bir bilgi varsa arayıp durmasın diye hediye sahibini aradım. "Kardeş, getirdiğiniz hediyenin içine flash bellek düşmüş sanırım, içinde önemli bir bilgi var mıydı? İstiyorsan göndereyim," dedim. Hediye sahibi o da ne dercesine garipsedi sorumu. Belli ki flash kendisine ait değil, hatta bu zamana kadar hiç böyle bir bellek kullanmamış hissi uyandırdı bende. "Bilgisayardan bir bilgi ve doküman almak için kullanılan alet" dediğimde "İçinde ne var bir bakar mısın?" dedi. Taşınabilir belleği bilgisayara takıp baktım. İçinde sadece bir word belgesi vardı. Tıkladım. Öğrencileri için hazırlanmış bir sınav evrakı idi. Yani bir öğretmene ait.

Hediye sahibinin öğretmen olan bir çocuğu yoktu. Bu durumda bu bellek başkasına ait olmalı dedim. Görünen o ki bu arkadaş çocuğunu evlendirdiğinde düğününe teşrif eden bir başka davetli getirmiş bu hediyeyi. Hazırlanan sınav kağıdındaki okul ismi Konya'ya ait bir okul değil, Güney illerimizden bir okulun ismi yazıyor. Şaşırmadım değil. Demek ki Konya dışında başka yerlerin bir kısmında da düğün hediyesi olarak kap-kacak var. Bu tür mutfak eşyasının bir yönü daha var. Gelen hediye ihtiyaç değilse evin uygun bir yerinde ambalajı açılmadan bir başka düğüne götürmek üzere bekletilir. İşte bana gelen hediye de bir böyle bir hediye idi. Paketin içine bir de adını yazmamışsa davetli, tanımadığın bu kişi kimdi diye düşün dur artık.

Hasılı 8 gb'lık flash bellek, gelen hediye içerisinde bana kaldı. Masanın üstünde ne yapacağız diye bekleyedursun. Ertesi günü evin küçüğü yanıma geldi, baba bana flash bellek lazım, bilgi aktarımı yapacağım, dedi. 'Evlat, masada duran flashı al, masaüstü bilgisayarda biçimlendir, sonra kullan dedim. Böylece orta yerde duran flash bellek de sahibini bulmuş oldu.

Biz bizi bekleyen tehlikenin farkında olmadan bir flashımız oldu diye sevine duralım. Flash belleği biçimlendirdikten sonra benim masaüstü bilgisayar açılmaz oldu. Biraz uğraştıktan sonra bilgisayar açıldı. İki-üç dakika kullandıktan sonra ekran donmaya, fare işlev görmemeye başladı. İki-üç gün şu kabloda bir temassızlık var, yok bunda temassızlık var diye kablolarla uğraştım durdum. İşin garibi her defasında bilgisayarı normal kapatamadım. Tek seçenek  bilgisayarı parmağımla düğmesinden kapatmak oldu.  Bir defasında tarihi değiştirerek bilgisayarı geri yükledim. Nafile!

Sonunda bilgisayar ekranı hiç açılmaz oldu, kablolarını sökerek kasayı yüklendim, dolmuş vasıtasıyla servise götürdüm. Bilgisayar çöktü, yeniden format atalım dedim. Akşam bilgisayarı almak için gittiğimde tamirci, format atmaya ihtiyaç duymadığını, bol miktarda virüs varmış; sadece onları temizlediğini, borcunun olmadığını söyledi.

Bilgisayarı yeniden yüklenip dolmuşun yolunu tuttum. Kablolarını taktım, bilgisayar canavar gibi çalışmaya başladı. Bilgisayarımın çalışmamasının nedeni de böylece belli olmuş oldu. Virüsler, bilgisayarımın çalışmasını engellemişti.

Virüsler nereden geldi dersiniz? Maalesef sahibi belli olmayan flash bellekten. Kendisi küçük, cürmü büyük. Olan da bana oldu. Kaç gündür beni uğraştırdığı yetmediği gibi bir de çarşıya kasayı getirip götürdüm. Aman siz siz olun başkasına ait, ne olduğu belli olmayan belleği bilgisayarınıza takmayın. Bir de öğretmenlerin, kaleminden başka neyi var? Onlar masumdur deriz. Gördüğünüz gibi onlara ait bir bellek başıma neler açtı. 12.11.2017


Ortaöğretim ve Üniversite Sınavlarıyla İlgili Önerilerim

2017-2018 öğretim yılında uygulanmak üzere hem liselere giriş, hem de üniversiteye giriş sistemi değişti. Hem MEB, hem de ÖSYM tarafından yapılacak sınavlarla ilgili açıklamalar yapıldı. Fakat tartışma bitmedi. Çünkü sınavın şurası eksik, burası eksik, şu dersten soru az, bu dersten çok, şu sınıftan çıkacak, şu ders geri plana itildi... eleştirileri eksik olmadı hiç. Aksaklığı gidermek için yetkililer yeni ilave veya çıkarımlar yapmasına rağmen sorumlular eleştiri bombardımanına tutulmaya devam ediyor.

Bakanlık veya ÖSYM, her ne yaparsa yapsın tenkitler kesileceğe benzemiyor. Çoğu kimseyi de memnun etmesi mümkün değil. Aslında MEB ve ÖSYM, yeni sınav sistemini zamanlamasız değiştirmekle eleştiriyi çoktan hak etti. Üzerinde iyice çalışılmadan sınavları değiştirme yoluna gitti. Bir defa oyun başladıktan sonra kural değişmez. Olan oldu. Bundan sonra ne denirse boşuna. Çünkü dönüşü olmayan bir yola girildi. Yetkililerin bir iyi yönü var, eksikliklerle ilgili eleştirileri dikkate almaları. Fakat yine de eleştirilmeye devam edecekler. Çünkü şeffaf olmak zor mu zor bu ülkede. Bu aşamadan sonra kime, ne yaparsa yaranamaz. Herkes ayıplamaya ve eleştiriye devam edecektir.

En iyisi Bakanlık ve ÖSYM, Nasrettin Hocanın yaptığını yapsa fena olmaz. Ne yapmıştı hocamız derseniz? Hepinizin bildiği bir fıkra. Yine de anlatayım: Hoca bir gün oğluyla beraber bir yere giderken eşeğe oğlunu bindirmiş, ardından da kendisi yürüyerek yolculuk yapıyor. Gelip geçenler, “Şu çocuğa bak, babasını yürütüyor, kendisi eşeğe binmiş” deyince hoca oğlunu indirir, kendisi biner. Az daha giderler, bu durumu görenler; “Aha vicdansıza bak, kendisi eşeğe binmiş, çocuğunu yürütüyor” diye eleştiri getirirler. Hoca bu sefer oğlunu da bindirir eşeğe. Yolculuğa devam ederler. Az sonra görenler, “Eşeğe yazık, ikisi birlikte binmiş, bunlarda acıma duygusu yok” diye homurdanır. Hoca, oğluyla birlikte eşekten iner; eşek önde, kendileri de eşeğin arkasında yürüyorlar. Az ileride bunları görenler, “Şu ahmaklara bak! Eşeğe binmemişler, yürüyerek gidiyorlar” diye gülmeye başlayınca hoca, eşeğin önüne geçer, oğlunu da eşeğin arkasına geçirir ve “Oğlum, ben önden sen arkadan eşeğin ayaklarından tutalım, eşeği sırtımızda taşıyalım, bundan sonra da kim ne derse desin, kınayanın kınamasına aldırmayalım” diyerek yolculuk yapmaya devam ederler.

Bu aşamadan sonra Bakanlık ve ÖSYM, 2017-2018 öğretim yılından itibaren sınav sisteminin değiştiğini, sınavla ilgili bundan önce yapılan açıklamaları askıya aldığını açıkladıktan sonra sınavların ne zaman yapılacağını, hangi dersten kaç soru sorulacağını, sınavın klasik-test veya sözlü olup olmadığının sınav esnasında belli olacağını, sınavın basın yoluyla açıklandıktan sonra yapılacağını, tüm öğrencilerin her an için sınav olacağını düşünerek hazırlıklı olmaları gerektiğini açıklasa fena olmaz. Aslında Türkiye bu tür bir sınav şekline,  Hababam filminden aşina. Çünkü defalarca izledik, izledikçe güldük. Filmdeki hocaların “Çıkarın kağıtları yazılı yapacağım veya kaldırın kağıtları sözlü yapacağım” sözleri kulaklarımızda çınlar sürekli.

Burada amacım yeni sınav sistemini açıklayan ve eleştiri odağında kalan yetkililere bir nebze de olsa yardımcı olmak. Umarım dikkate alınır. Bu sınavın adını ne koyacağız denirse, madem sınav sistemiyle ilgili öneri de bulunduk, ismine de bir teklif getirelim. Sınavın adı kısaca ÇKS olsun. Yani “Çıkarın Kağıtları Sınavı” veya HSS, yani “Hababam Sınav Sistemi” olsun.
Haydi Bakanlık ve ÖSYM! Hocanın yaptığı gibi eşeği sırtlayın omzunuza, yolunuza devam edin, kimsenin kınamasına da aldırmayın. 12/11/2017


11 Kasım 2017 Cumartesi

Övgü ve Sövgü ile Bir Yere Varılmaz *

Bu toplum; geçmişte yaşamış, tarihe mal olmuş kişilerle yaşamayı, onları anıp durmayı, onlara sürekli övgü veya sövgü yapmayı bir kenara bırakmalı diye düşünüyorum. Geçmişte yaşamış kişiler tarihteki yerini almalı artık. Bu kişiler, yapması gerekirken yapmadıklarından, yapmamaları gerekirken yaptıklarından dolayı usul, adap, metot, zamanın şartları bakımından bir tahlile tabi tutulabilir. Yaptığı iyi şeyler varsa haddi aşmadan, abartmadan övülmeli, devamında biz; bugün ne yapabiliriz denmelidir. Yaptığı şey bugün tasvip edilmiyorsa işi eleştiri seviyesinde bırakmalıdır.

Unutmayalım ki övgü ve sövgü aynı anne ve babadan doğma iki kardeşin birbirine düşman olan kardeşleri gibidir. Aynı yerden beslenir. Sonra tarihi şahsiyetleri devamlı övmenin veya küfretmenin kime ne faydası var? Olsa olsa iyice kutuplaşmamıza ve birbirimize düşman gibi davranmamıza sebebiyet verir. Ölenler öbür dünyada yaptıkları ve yapmadıklarıyla muhatap olacaklardır. Yaptıkları iyi şeyler varsa lehlerine, kötü bir şey yapmışlarsa kendi aleyhlerinedir. Üstelik kızıp bağırdığımız, övüp küfrettiğimiz kişinin; geriye gelip hayatına devam edebilmesi, yanlışını düzeltip telafi edebilmesi mümkün değildir. Kimse onları övdüğü için öbür dünyada taltif almayacaktır. Belki hakaret ettiği için günah kazanacaktır hanesine. Ayrıca hakaret ettiğimiz insanın kendisini savunacak durumu da yoktur.

Türkiye gelip geçmiş insanlarla yaşamayı bırakmalı artık. Kendisi olmalı, bugün yaşayan sağlarla yaşamayı öğrense hem kendine hem de ülkeye iyilik yapmış olur. Çünkü ölüler yaşamıyor. Yok, ben de yaşayan bir ölüyüm diyorsa biri, o zaman diyecek sözümüz olmaz.

Geçmişe övgü ve sövgü sloganca yaşamadır, kendisini ileriye taşıyamamadır, yerinde saymadır. Övdüğümüz kişinin yolunu aynen takip etmek onu taklit etmektir. Yine gerideyiz demektir. Halbuki övülen kişinin yapmak istediği yolu tespit edip ileriye taşımak olmalı niyet. Sürekli övgü ve yerginin kime, ne faydası olacaktır? Ayrıca dinimizde taziye üç gündür. Haydi uzaktan gelenler için bir hafta olsun. Yıllar geçmiş hala ölüm gününde anmak bana çok makul gelmiyor. Yine ölmüş birisinin doğum gününü yıllar yılı kutlamak için törenler düzenlemek birilerine sükse yapmaktan öte bir anlam taşımaz. İşin kolaycılığına kaçmaktır bu. Kim, kimi övüyorsa övmenin ötesinde onun yaktığı meşalesinin ardından gitsin.  İstersen onunla yatsın, onunla kalksın. Ama başkasını da bunu yapmaya mecbur etmesin.

Aşırı sevme ve nefret etme çoğu zaman gözümüzü kör ediyor. Sağlıklı düşünemiyoruz. Hatta daha ileri gidip "O, olmasaydı, bugün olmazdık, bugün yaşıyorsak ona borçluyuz..." şeklinde ifade edenler de var. Bu bakış açısı Hz Muhammed ile ilgili söylenen "Sen olmasaydın alemi yaratmazdım" şeklinde söylenen uydurma söze benziyor. Şunu bilelim ki kimsenin olması, olmaması bir başkasının varlığına veya yaptığına bağlı değildir. Kimse kimseyi yok edemez, var da edemez. Bu, sünnetullaha aykırıdır. Allah izin vermediği müddetçe bir milleti topluca kimse yok edemez. Tarihte 106 yıl süren İngiliz-Fransız savaşlarına rağmen İngilizler de yaşıyor bu dünyada, Fransızlar da.

El hasılı, dünle yaşamayı bırakalım, bugüne gelelim, uykudan uyanalım, birbirimize mahalle baskısı yapmayalım, birilerinin arkasına sığınarak aba altından sopa göstermeyelim. Hep beraber el ele vererek bu ülkenin kalkınması için çaba gösterelim. Birbirimizin kırmızı çizgisine saygı gösterelim. İsteyen istediğini sevsin, dileyen de nefret etsin. Sevgi ve nefret bizi tapmaya veya hakarete sevk etmesin. İstediğim; herkes herkese, herkes herkesin sevdiğine saygı göstersin. Unutmayalım ki saygı, kabul etmek anlamına gelmiyor. Kimseden zor bir şey istemiyorum. Sadece saygı... 11.11.2017

* 13/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





9 Kasım 2017 Perşembe

"Siz beğenin, yardımcı oluruz" *


Bir ihtiyacın için bazı esnaflara alışveriş yapmaya gittiğinizde aynı ürüne farklı farklı fiyatlar çekildiğini görmeniz mümkün. Esnafın bu durumunu bilen müşteri, bu yüzden kolay kolay bir yerden alışveriş yapmaz. Şu esnaf senin, bu esnaf benim diye dolaşır durur. Çünkü fiyatlarda bir oturmuşluk yok. Hatta çoğu zaman bir tanıdık esnaf ararız. En azından insaflı vurur diye. Çoğu zaman da tanıdık vurur bize.

Aynı marka ürünün aralarında bu kadar uçurum normal değil. Çoğu esnafta kolay kolay fiyat yazmaz, her ürünün fiyatını sormanız gerekiyor. İşin garibi fiyatlar aynı mağazada görevli kişilere göre de farklılık gösterebiliyor. Patronun verdiği fiyat farklı, çalışanın verdiği fiyat farklı olabiliyor. Ürünü beğenip almaya kalktığınız zaman ilk başta söylenen uçuk-kaçık fiyat anormal bir şekilde aşağıya çekiliyor. "Size şu kadar olur, başkasına da bu indirimi uygulamadık bugüne kadar" deniliyor. İlk başlarda 1500 lira yazan veya söylenen ürün 950 liraya, 150 TL denen ise 100 liraya düzleniyor. Bana bu indirimler normal gelmiyor. Madem bu kadar indirilecekti, ne diye astronomik fiyat söylendi, ya da yazıldı? Bazı esnaflarda da etiket liste fiyatı var. Fiyatı görür görmez, şöyle bir ürperiyorsun. Hemen “Efendim, liste fiyatı  bu şekilde. Size uygun yaparız” deniliyor. Madem listede yazan fiyata satmayacaklar, ne diye oraya yüksek fiyat yazılıyor? Bunu da anlamadım gitti.

Esnaflar içerisinde mutlaka tek fiyat veren, fiyatı yüksek söylemeyen ve aşağıya çekmeyen kişiler vardır. Bunların sayısının fazla olduğunu sanmıyorum. Genel itibariyle esnafımızın durumu bu şekilde. Bu demektir ki serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor diye bazıları ürününü tutturabildiğine satmaya kalkıyor. Satılan ürünün çeşidine göre kar marjı düşük veya yüksek olabiliyor. Gördüğüm kadarıyla bu serbest piyasada bir kurumsallaşma ve kendi içlerinde bir denetim mekanizması yok. Görünen tek oturmuşluk, fiyatı yüksek çekip pazarlık yoluyla aşağıya çekmek. Müşteri iyi indirim yaptı diye sevine sevine gidiyor evine, tabii evinin yolunu bulabilirse. Esnafın “maliyetine veriyorum, bana şu kadara gelişi var” sözlerini çok duymuşsunuzdur, bunları saymıyorum bile.

90'lı yıllarda hayatımda bir günlük esnaflık da ben yaptım. Bir dini bayram arifesinde bir yakınım, bir başka pazara gideceğinden dükkanına bırakacak kimseyi bulamamış. Benden esnaf olmaz, ben bundan anlamıyorum desem de mecburiyetten beni koydu dükkanına. Dedim fiyatları bana bir yazıver. Hangi bölümde, hangi ayakkabı, ne kadarsa fiyatlarını yazıp elime tutuşturdu. Giderken de sıkı sıkıya tembihledi. “Şu ayakkabıya 40 lira diyeceksin, 25’e kadar inebilirsin” dedi. Tamam dedim. Sabahleyin dükkanı açtım. Bir kalabalık bir kalabalık! Dükkana giren çıkan belli değil. Müşteri, bir ayakkabıyı bana ne kadar diye uzatıyor, ben de ona bu ayakkabıyı nereden aldın diyorum. Yerini gösterince hemen listeye bakıyorum. 25 lira beyefendi diyorum. Ne mümkün adamın alması! Mutlaka pazarlık yapacak. Çünkü öyle alışmış veya  alıştırılmış. Önce yüksek söyleyeceksin, ardından indireceksin. 25’ten aşağıya vermemem gereken ayakkabıyı pazarlık yoluyla 17,5 liraya verdim. Akşama kadar bütün satışım bu şekilde oldu. Hiç yüksek söyleyip en alt limitinden satayım demedim. Artık sermayeden mi gitti, kârdan mı gitti bilmiyorum. Öyle zannediyorum benim verdiğim fiyattan da kazanmıştır akrabam. Akşam akrabama toplu parayı verince yüzü güldü, iyi satmışsın dedi. Kendimin olmasa da cebim çok miktarda para gördü o gün. Akşama kadar cebimde kabarık durmasının bir mutluluğu vardı içimde. Bir daha da cebim bu şekilde para görmedi. Çünkü akrabam bana böyle bir görev vermedi.

Acemi olsam da bir gün esnaflık yaptım. Keşke esnafımız da beni dükkanına bırakan akrabam gibi önce yüksek fiyat çekip sonra indireceğine, kurtarır şekilde insanımıza satış yapsa çok daha iyi olur. İnsanların birbirine güveni gelir. Kimse dükkan dükkan dolaşma durumunda kalmaz. Sevip saydığı kişiden ve güler yüz gösteren esnaftan alışveriş yapma yolunu tercih ederdi.

Esnafımız, çoğu zaman kimseyi beğenmez, herkesi eleştirir durur. Gördüğünüz gibi esnafımızın da durumu diğer kesimlerden çok farklı değil. Öyle zannediyorum esnaf da bu durumdan memnun değil. 09/11/2017

* 02/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


İçindeki Muhtarlık Özlemi Hiç Bitmedi *

Partisinde gençlik kolları, ilçe başkanlığı, ilçe belediye başkan adaylığı, il başkanlığı, milletvekili adayı derken metropol bir şehre belediye başkanı oldu. Süresi bitmeden Siirt’te okuduğu bir şiir yüzünden kendisine ceza verilerek cezaevine gönderildi. Bu, aynı zamanda siyasi hayatının bitmesi demekti. Basının yazdığına göre değil seçilmek, “Muhtar bile olamazdı.” artık.

Cezaevi hayatı bittikten sonra siyasi bir parti kurdu. Partisinin kurucu genel başkanı oldu ama milletvekili adaylığı YSK tarafından iptal edildi. Seçim çalışmalarına katıldı ama vekil seçilemedi. Garip bir durum vardı orta yerde. Ana muhalefetin öneri ve desteğiyle vekil seçilmesinin önü açıldı. Düştüğü yer olan Siirt’ten önce vekil, ardından başbakan oldu. Üç dönem başbakanlık yaptıktan sonra cumhurbaşkanı oldu. Şimdi de cumhurun başı anlamında devletin başkanı oldu. Yani önünü kesmeye çalışanlara inat, her koltuğa oturdu. Zirveden ne indi, ne de bıraktı. Her şey oldu ama orta yerde garip bir durum vardı. Hala muhtar seçilememişti. Muhtar olamama, muhtar seçilememe özlemi içinde kalmış olmalı ki, fırsatını buldu mu muhtarları Ankara’da topluyor. O konuşuyor, muhtarlar dinliyor; o içini döküyor, muhtarlar alkışlıyor. 09/11/2017 günü itibariyle Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen muhtarları 41.kez ağırladı yine. Onları gördü mü içi açılıyor, moral buluyor. Konuştukça konuşuyor.

Bugün onu dinlerken kendi kendime “Muhtar seçilememesini dert edinmiş, içinde kalmış, içindeki o hasreti gidermek için neredeyse onlarla yatıp kalkıyor, devletin en tepesinde onları ağırlıyor. Bu nasıl bir hasret ve özlem ki bir türlü içinden çıkarıp atamamış. Devletin zirvesine kurulmuş olmasına rağmen hala muhtarlıkla yanıp tutuşuyor. “Bana engeller çıkarıldı, muhtar olamadım. İçimde kaldı. Sakın bulunduğunuz makamı küçümsemeyin, hor kullanmayın, değerini bilin, bulunduğunuz makamı bir zamanlar birileri küçümsemişti. Onlara inat ben önemli hale getirdim, sizlere yeni misyon yüklüyorum… sizleri evimde misafir ederek onurlandırıyorum. Bundan sonra size burun bükenler yanıldıklarını anlayacaklar” der gibi bir tavır içine giriyor sanki.

Sayıları ne kadardır bilmiyorum Türkiye’deki muhtarların. Bu gidişle hepsini makamına çağırıp onlarla hemhal olmaya devam edecek. Tüm muhtarlarla görüşmeyi bitirdikten sonra hasret ve özlemini nasıl giderecek? İşte burası muamma! Ya tekrar başa döner, ya yeni seçilen muhtarları davet eder. Zaten bu görüntüsüyle muhtarların hepsiyle görüşmeyi bitirdikten sonra bir başka meslek gruplarını da sıraya alayım diye düşünmüyor anlaşılan. Nice önemli mevkilere gelmiş kişiler, “Keşke bir muhtar olsaydım” deme noktasına geldi. Muhtarları kıskanıyor olmalılar.

Ne yapıp ne edip muhtarlığın dışında zirveden inmeyen bu kişinin bitmez-tükenmez muhtarlık özlemini gidermek gerekir diye düşünüyorum. Böyle tüm muhtarları sıraya koyarak onları Ankara’da toplaması, onlara konuşması onun muhtarlık özlemini dindireceğe benzemiyor. Ne muhtar olanlar muhtarlığı bırakıyor, ne de o muhtarları. En iyisi makamının bulunduğu mahallenin de aynı zamanda muhtarlık seçimine girmeli. Yok, bu olmaz denirse en azından bir yerin fahri muhtarlık unvanı verilmeli kendisine. Eğer böyle bir şey yapılırsa zirve sahibinin özlemi bir nebze giderilmiş olur. Bu arada “Muhtar bile olamaz” diyenlerin kulakları çınlasın. Basiret, feraset ve öngörüleriyle ne kadar gurur duysalar azdır. Zira görünen o ki adam hala bir muhtar bile olamadı.  09/11/2017


* 11/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.