18 Ekim 2017 Çarşamba

03.02'de Beni Uyandıran Densiz!

Salı akşamı gece 01.00 sularında uyumak için yatağa girdim. Ne zaman uykuya daldım bilmiyorum. Acı acı çalan telefon sesiyle uyandım. Ne zaman sabah oldu, daha uykumu da alamadım diye düşünürken eşimin, "Kim o arayan, telefonuna bakar mısın" demesiyle telefonu elime aldım. Baktım arayan 'özel numara' idi. Telefonu meşgule aldım. Tekrar yattım. Çünkü daha gecenin 03.02'i idi. Çalan alarm değil, kendini bilmez birinin yediği halttan ibaretti.

Uyku bölündükten sonra yat yatabilirsen, uyu, uyuyabilirsen. Sağa dön, sola dön derken canım geçmiş,  06.20'ye kurduğum alarm çalmaya başladı. Şimdi kalk kalkabilirsen. Ah şu 03.02'de beni arayan adını, sanını bilmediğim davetsiz misafirimi bir elime geçirsem! Neler yapmazdım ona. Alırdım elime sopayı, 'Neren ağrıyor, şurası mı, burası mı' der. Vücudunun her bir yerine vurdukça vururdum. Sopayı bırakır, boğazını sıkar, 'Öldüreyim mi seni' diyerek ellerimi boğazına doğru götürür, gecenin üçünde derdin neydi, yatamadın mı deyip ölümü gösterirdim ona. Ama öldürmezdim. Çünkü ölüm onun için kurtuluş olurdu. Akıl ve hayale gelmedik öyle şeyler yapardım ki en azından bundan sonra bir başkasını rahatsız etme yoluna gitmezdi.

Telefonunu 24 saat açık tutarım. Olur ya ölüm olur, kaza olur diye. Gecenin bir vaktinde arayıp rahatsız edeni görünce, 'Be Ramazan, keşke telefonu kapatıp uyusaydın' diyorum kendi kendime. Ama nereden bilecektim telefon sapığının bana bir otun oynayacağını. Neyse adam sapık olmaya sapık. Benim uykumu kaçırmaya kaçırdı. Uyumaya çalıştım tekrar. Zoraki de olsa uyudum. Sabahleyin uykuluca uyandım. Şimdi düşünüyorum da adı üzerinde sapık. Ne zaman, ne yapacağı belli olmaz. Madem uyandırıldıktan sonra bir müddet uyuyamadın. Bari kalkıp teheccüd kılsaydın ya! Bu uçkuru beynine bağlı adamın yaptığı kötülüğü böylece iyiliğe dönüştürmüş, gecenin karanlığını kâra dönüştürmüş olurdun. Hem de tertemiz bir ibadet olurdu. Sen zamanı değerlendirmediğine yan!

Sahi telefon aramalarında ismi gizlemek yasaklanmadı mıydı? Yasaklansa da devletin derdi kötülerle değil. Zira kimse kötülerle başa çıkamaz. Olan vatandaşa oluyor. 18.10.2017

17 Ekim 2017 Salı

Vücudun Bağışıklık Sistemi ve Antibiyotik Kullanımımız *

Evren yasalarından biyolojik yasa gereğince Allah, vücudumuzda 'Bağışıklık sistemini de yaratmıştır. Bildiğiniz gibi "Bağışıklık sistemi, bir canlıdaki hastalıklara karşı savunma mekanizmasını oluşturan, patojenleri ve tümör hücrelerini tanıyıp onları yok eden, vücudu yabancı ve zararlı maddelerden koruyan karmaşık bir sistemdir." Gördüğünüz gibi bize mükemmel bir vücut veren Allah, vücudu kendi haline bırakmamış, aynı zamanda vücudumuzu hastalıklara karşı koruyacak bir mekanizmayı da var etmiştir.

Pekiyi bağışıklık sistemi olmasına rağmen bu kadar hastalık nedir diye bir soru aklımıza gelebilir. Vücut yapımız hastalıklara karşı dayanıklıdır, zayıf düşünceye kadar korumasını devam ettirir bağışıklık sistemimiz. Sağlıktan anlamam, zira hekim değilim. Bu konudaki görüşlerim tamamen kişisel görüşlerimdir.

Geçen hafta haberleri izlerken bir haber dikkatimi çekti. Türkiye antibiyotik kullanımında dünyada birinci sıradaymış. Şükürler olsun! Her alanda gerilerdeyiz ama habere göre ilk sıradayız. Her 10 reçetenin 3 tanesinde antibiyotik tipi ilaçlar yazılıyormuş. Antibiyotik ilaçlar niçin verilir? Bakterilerin neden olduğu hastalıkları iyileştirmek için. Olur-olmaz kullanılan antibiyotiklerin 2050 yılında küresel tehlike haline geleceği, kanserden ölenlerin sayısından fazla olacağı belirtiliyor. Yani kanserden ölenlerin sayısı 8 milyonda kalırken antibiyotik direncinden dolayı ölenler 10 milyonu bulacakmış. Çünkü gerekli-gereksiz kullanılan antibiyotikler, antibiyotik direnci meydana getiriyor. Vücut antibiyotiği ala ala ileride önemli hastalıklarda kullanılacak antibiyotiklerin fayda vermeyeceğini, vücudun kabul etmeyeceğini anlayabiliriz.

Bu ülkede bilinen çok basit hastalıklarda doktora gidildiği, reçetesiz dönülmediği herkesin malumudur. Eskilerin tabiriyle peynir-ekmek gibi hap kullanıyoruz. Çoğumuzun evinde ecza dolabı var. Başım ağrıyor hap, karnım ağrıyor, hap. Midem ekşime yapıyor, hap. Öksürüyorum, hap. Hapşırıyorum, hap. Neredeyse hap kolik olduk. Bilinçsiz bir şekilde hap tüketiyoruz. İşin garibi kullandığımız hapların  prospektüsünü üşenmeyip okuduğumuzda yazılan yan etkilerini görünce “Bu ilacı çıkaranın amacı beni tedavi etmekten ziyade öldürmek” aklımıza ne gelir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir şey bu. Ya da bir yerini iyileştirmeyi amaçlarken vücudun diğer taraflarında başka hastalıklara davetiye çıkarıyor. Öldürse daha iyi. Çünkü öldürse bir daha ilaç satamayacak bana. Amacı süründürmek ve ilaca bağlı kılmak. Böyle yazarken “hiç ilaç kullanılmasın, ilaçtan uzak durun, doktora gitmeyin, ilaçlar faydasız…” iddiasında bulunmuyorum. İdeali hiç hastalanmamak, hiç ilaç kullanmamaktır. Bu mümkün olmadığına göre yaratılışımızda vücudumuzu hastalıklara karşı koruma görevi olarak bahşedilen bağışıklık sistemini yok etmemek için hastalandığımızda bilinçli ilaç kullanmamızda fayda vardır. Zira başta antibiyotikler olmak üzere bilinçsiz bir şekilde kullanılan ilaçlar vücudun bağışıklık sistemini yok ediyor. Çünkü bugünkü ilaçların hemen hemen hepsi fabrikasyon ve kimyasal üründür. Çoğu ilaçların hastalığımıza deva olmasından ziyade sanki zehir görevi var gibi geliyor bana. Kemoterapi tedavisinde kullanılan ilaçları isterseniz gözünüzün önüne bir getirin, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Birilerinin bizi diri tutmaktan ziyade süründürme gibi bir görevi misyon edindikleri aklıma geliyor. Dünyada nasıl ki ileri ülkeler yaptıkları silahları satmak için dünyanın değişik ülkelerinde sürekli huzursuzluk çıkararak devletleri silah almaya sevk ediyorsa, ilaç sektörü de insanımızı sürekli ilaç kullanacak şekilde hasta ediyor diye düşünüyorum. Bazılarının anasını boyayıp babasına yeniden sattığını aklımıza getirirsek paraya doymak bilmeyen insanların bunu yapmamaları için hiçbir sebep yok. Çünkü bugünkü birçok insanın dini, imanı paradır. Kazanmak için her yolu dener. Hele ihtiyarlayınca rapora bağlı ilaçları torba torba ihtiyarların önünde görünce bu ilaçlar mı bunları ayakta tutuyor, yoksa bu ilaçlara rağmen bu ihtiyarlar hala ayakta mı kalıyor diye aklıma geliyor. Antibiyotikler ve ilaçlar hakkındaki görüşüme ister katılın, ister katılmayın. Bana kızmayan bir doktorlar, bir de eczacılar kalmıştı. Onlar da bana kızarak sayı tamamlanmış olur. Bu konudaki acizane görüşüm, mümkün olduğu kadar ilaçlardan uzak duralım, zorunlu olmadıkça ilaç kullanmayalım. Hele bilinçsiz ilacın yanına hiç uğramayalım. Hatta ilaca selam vermeyelim, o bize selam verse de selamını almayalım.

Sağlığımız açısından durum bu iken maddi boyutu itibariyle de aldığımız ilaçlar devletin bütçesinde kara delikler açmaya devam edecektir. Sağlık alanındaki harcamalar bu şekilde artarak devam ederse ileride devlet hasta katkı payını, ilaçlardan aldığı yüzdeyi daha da artırma yoluna gidebilir.

Allah hepimize sağlık versin, dermansız dert vermesin. Allah’ın verdiği bağışıklık sistemini bozmamayı ve bilinçsiz ilaç kullanımından uzak durmayı nasip etsin hepimize. 17/10/2017

* 23/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Başına Buyruk Minibüs Şoförleri *

Şehirlerde kendi aracıyla yolculuk yapmayanlar bunun yerine toplu ulaşım vasıtalarını kullanır. Kimi belediyeye ait otobüsleri, kimi de bir hatta bağlı olarak yolcu taşıyan dolmuş veya minibüsleri tercih eder. Her ikisi de amme adına iş yapar. Kendi rızkını temin etmek için direksiyon başında dirsek çürütür. Burada konu edineceğim dolmuşçulardır. Baştan söyleyeyim, niyetim tüm dolmuşçular değil. İçlerinde işini düzgün yapanlar vardır. Onları istisna tutuyorum. Ama bir kısmı var ki,  başına buyruktur bu dolmuş taşımacılığı yapanların.

Dolmuşların durak yeri olmasına rağmen durak harici de olsa istediği yerde durur, istediği yerde durmaz. İşine geldi mi dolmuşta kendisine sesleneni duyar, işine gelmeyince duymaz. Almak istediği yolcuyu alır, beğenmedi mi durmaz, istediği zaman gözüne bakarak basar geçer. Binmek istemesen de ya korna çalar, ya da gelir yanına durur. Yeri geldiğinde kağnı gibi yavaş gider, bazı yerlerde beklemeye koyulur. Bazen de tabakhaneye gider gibi sürer.

Dolmuşu süren yolların hâkimi benim gibi davranır. Trafiği tehlikeye atar, yolcu almak için arabanın önüne kırar, ambulans gibi 'S' çizer. Yeri geldiğinde dolmuşu istifleme doldurur, yeri geldiğinde kaç kişi oldu hesabı yapar, sayıya göre alır. Bazen sol şeritte yolcu indirir.

Dolmuş sürücüleri aynı zamanda çok yeteneklidir. Hem sürer, hem yolcu almak için gözü sağ kaldırımdadır, gerekirse sokak aralarına göz gezdirir. Kâh cep telefonuyla konuşur, kâh yanındakiyle sohbet eder, bir eliyle de yolculardan para alır, para üstü verir. Bir taraftan inecek var diyeni indirmek için sağa yanaşır. Boşalan koltuğa ayaktakinin oturmasını ister. Çocuk küçük diye ücret ödemeyen müşteriye 'İki kişilik verdiniz, yanınızdaki çocuk altı yaşından büyük' diyerek ücretini ister. İşi olup da güzergâhına devam etmek istemeyen, ardından gelen meslektaşının dolmuşuna müşterilerini aktarır. Fazla yolcu almak istediğinde önünden giden meslektaşına telefon açarak yolun temiz olup olmadığını, yani yolda polisin kontrol edip etmediğini sorar.

Kavgacıdır, kavga etmeye hazırdır, kavgadan korkmaz, polisten ve şikayetten çekinmez. Kafa-göz kırılacaksa kırar, dayak yiyecekse yer. Hapse girmesi gerekiyorsa girer. Kavgaya girdiği zaman haklı olup olmadığına bakmaksızın meslektaşları yardımına koşar. Dolmuşçunun yaptığından müşteri rahatsız olsa da pek sesini çıkarmaz, çıkaramaz. Çünkü mermi gibi müşteriye laf sayar. Çoğu müşteri, içine atarak işinin görüldüğüne bakar, pek sesini çıkarmaz.

Saymakla bitmez bu tip dolmuş sürücülerinin seyir halindeyken yaptıkları. Her türlü tasarrufta bulunmayı kendilerine mubah görür. Kimseden çekinmesi de yoktur. Polis ve bağlı bulundukları odaları tarafından ne kadar denetleniyor bilmiyorum. Denetleniyorsa da çok ciddi denetlenmediği kanaatini taşıyorum. Zira yapılan denetimlerden çoğu haberdar olduğu için gerekli tertibatı önceden alabiliyor.

Kamu adına amme hizmeti gören minibüsler bir ihtiyacı gidermektedir. Bu hizmetin daha sağlıklı olması, vatandaşın güvenliğini tehlikeye atmaması için şoförlerin daha dikkatli olmasında fayda vardır. Minibüsleri denetlemekle yükümlü kişilerin denetim görevlerini daha ciddi yapması gerekir. En azından başına buyruk hareket eden bazı şoförler kendilerine çekidüzen verir. 17.10.2017

* 30/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Ekim 2017 Pazartesi

Müslüman ve Müslüman Olmanın Kıstaslarını Yeniden Belirleyelim

Somali'de bomba yüklü kamyonetin patlatılması sonucunda 300'den fazla ölü, bir o kadar da yaralı haberi ajanslara düştü. Saldırıyı üstlenen olmadı ama el-Kaide bağlantılı Şebab örgütünden şüpheleniliyor. Güya Müslüman bir örgüt. Müslümanları öldürüyor. Gücü sadece kendi insanına yetiyor. Sapı bizden olmasaydı şaşardım zaten.

Adı ister Şebab, ister el-Kaide, ister DAİŞ, ister Boko Haram, ister PKK olsun hepsi istisnasız Batı'nın ve ABD'nin paralı askerleridir, maşalarıdır. Değişmeyen tek hedefleri Müslüman mahallelerini kana bulamak. Çünkü efendileri bunu emrediyor. Ağızlarından Allah-peygamber düşmeyen, kanları beş para etmeyen, aklını kullanmayan, kişiliksiz kişiliktir bunlar. 

Pirincin içindeki bu beyaz taşlar, Müslüman görünümlü münafıklar sürüsüdür. İslam diye, İslam kardeşi diye bir dertleri yok. Yeter ki efendileri emir versin. Kıtır kıtır keser Müslüman'ı. Tek gayeleri efendilerinin gözüne girerek onları memnun etmektir.

İçimizdeki bu kişiliksiz kişilerin sayısı bitmeyeceği gibi bu gidişle daha da artacaktır. Ne yapıp ne edip İslam olmanın, İslam'a girmenin kurallarını koymamız lazım. Müslüman’ım diyen herkese, Müslüman olmayan kimselere Müslüman olmanın, İslam dairesinde kalmanın ölçütleri bunlardır diyelim. Bunlara uymayanın bizimle bir ilgisi yoktur diyelim. İçerisini boşalttığımız kelimeyi tevhidi yeterli görmeyelim. Hazırladığımız bu akitleşmeyi mevcut Müslüman olanlara ve yeni Müslüman olacak olanlara okutup  imzalatalım. Tamam, kabul ediyorum dediği halde zıddını yapanları “Bizimle, bizim inancımızla bir alakası yoktur” diyerek cümle âleme duyuralım. Aklıma gelen kıstaslara isterseniz birlikte bir göz atalım:
·         Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Onun elçisi olduğuna dilimle ikrar, kalbimle tasdik ve uzuvlarımla amel edeceğime,
·         Aklımı kimseye kiraya vermeyeceğime, Allah’tan başkasına kul olmayacağıma, aklımı kullanacağıma, başkasının emir eri olmayacağıma,
·         Her ne sebeple olursa olsun adam öldürmeyeceğime, canlı bomba olmayacağıma, tuzak kurmayacağıma, bomba patlatmayacağıma, Müslüman kardeşimin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmayacağıma,
·         Kurtarıcı beklemekten ziyade çalışıp çabalayarak işimin en iyisi olacağıma, namerde muhtaç olmayacağıma… söz veriyorum. Beni bu taahhütlerim üzere görmezseniz içinizde beyaz taş olarak kalmayacağıma; pılımı, pırtımı toplayarak efendilerimin yanına gideceğim sözünü veriyorum. Bunları ve İslam'ın emrettiği diğer umdeleri yapmazsam Allah'ın laneti ve tüm lanetçilerin laneti üzerime olsun. 16/10/2017


Kariyer mi, mutluluk mu?

Hiç bitmeyen ve çözülemeyen sorunlarımızdan biridir eğitim ve öğretim. Kim çözmeye kalkarsa elinde kalır, iyice kördüğüm yapar. Cadı kazanı gibidir. İçine giren ne kadar emek sarf ederse etsin, terlemekten öte bir şey yapamaz. Dünyada başarılı olmuş en iyi sistemi getirsek de çare olmaz bize. Çünkü hiçbir sistem bizi memnun etmez. Zira bu ülkede eğitim ve öğretimden anlaşılan iyi bir kariyer yapmaktır. İşin garibi kariyer yapan da mutlu değil, yapmayan da. Eğitim ve öğretimin bize çare olmasını istiyorsak önce beklentilerimizi törpülemek zorundayız.

Anne-babaların, eğitimcilerin ve toplumun eğitim ve öğretimden beklediği sınava odaklı başarıdır. Bu yüzden var gücümüzle çocuğunuzun/öğrencimizin sınavlarda başarılı olmasını, emsallerine fark atmasını ve Türkiye derecesi yapmasını beklemektir. Bunun için okul derslerinin yanında her türlü ilave ders aldırma yoluna gidiyoruz. Sosyal hayattan çocuğu koparıyoruz, varsa-yoksa ders diyoruz. Her türlü imkanı sunduğumuz çocuğumuz için tabir yerindeyse saçımızı süpürge ediyoruz. Bu esnada ders çalışmanın dışında çocuğumuza hiçbir sorumluluk vermiyoruz. Bu durum ve bakış açısı şu ya da bu şekilde hepimizde var. Tüm yaptığımız çocuğumuzu hayattan kopararak kariyer yapmasını sağlamaktır. Beklenti bu şekilde. Hiçbirimiz çocuklarımızı hayata hazırlamıyoruz, mutlu olmanın yollarını öğretmiyoruz, azla yetinmeyi, aza kanaat etmeyi göstermiyoruz. Hayatın acı yönleri ile karşılaştırarak pişmesini istemiyoruz. Halbuki tabiatta her şey zıddıyla kaimdir. Acı olmadan, acıyı tanımadan tatlıyı bilemeyiz.

Eğitim ve öğretim boyunca hep başarılı olan insanların çoğunun mutlu olmadıkları bilinmektedir. Nasıl ki para tek başına mutluluk getirmezse, tek başına kariyer de insana mutluluk getirmiyor. Araştırma şirketi Gallup'un araştırmasına göre bu ülke insanı mutsuzlukta dünyanın üçüncü ülkesi imiş. İşte hali pürmelalimiz bu. Varın gerisini siz düşünün. Fazla bir şey söylemeden kariyer yapmış, mesleğinin zirvesine çıkmış birisinin anlattıklarını değerli eğitimci Selçuk Karaman'ın kaleminden okuyalım:

"Hep başarı odaklı idim. Bu durum beni her zaman hırslandırıyordu. Daima ilk sıralarda olmak, arkadaşların bana gıpta ile bakması, kızların benimle daha çok konuşmak istemesi hoşuma gidiyordu ve bu yüzden günde 5-6 saat uyuyor geri kalan zamanımda hep ders çalışıyordum.

Sonunda ÖYS'de (geçen yıl ki adıyla LYS) Türkiye'de ilk 500'e girip Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım, bitirdim ve Amerika'da uzmanlığımı pekiştirerek ülkeme döndüm.

Artık hedeflediğim tüm başarılara ulaşmıştım. Kariyer vardı, şöhret vardı, istemediğim kadar param vardı ama bir şeyim eksikti, mutlu değildim.

İçimdeki boşluğu ders, hırs, para, başarı ve şöhretle doldurmuş, mutluluğa yer kalmamıştı. O da istenmediği yerde durmamış  koyup gitmişti

Şu anki aklım olsa idi zamanımı mutluluğa ayırır geri kalan zamanımda ders çalışır, hangi meslek nasipse onu olurdum.

Ailem, öğretmenlerim bana başarıyı öğretmiş ama mutlu olmayı  öğretmeyi unutmuşlardı.

Parası, ünü, şöhreti  ve başarısı olan bir hekim, asgari ücretli ve 5 çocuklu mutlu bir aileye özenir mi?

Özeniyor işte hem de derinden iç çekerek..." 16.10.2017

15 Ekim 2017 Pazar

Tükettikçe Tükeniyoruz

İsraf denince hepimizin aklına gelen ilk örnek ekmek israfıdır. Doğrudur, çöpe atılan ekmeğin haddi hesabı yoktur. Fakat gündelik hayatta ekmeğin dışında öyle israflarımız var ki ekmek israfına rahmet okutur.

Elbise, eşya, araba vb. israflarımız had safhaya ulaştı. Çılgınlar gibi harcıyoruz. Bazen ihtiyaçtan, bazen modayı takip etmek suretiyle ömrümüzü almaya adıyoruz. Nedense bir türlü doyuma da ulaşmadık. Çoğu zaman da ihtiyaç olmadan alım yapıyoruz. Evlerimiz elbise dolu. Giyinmeyi bekliyor. Bazen bir giyimlik aldığımız elbiseler var. İndirim varsa koşuyoruz almaya. Alırken de giyeriz diye almıyoruz. Çoğu zaman moda rüzgârına kapılıyoruz. Birkaç giyimden sonra giymemek üzere gardıroptaki yerini alıyor.

İhtiyaçtan öte olan bu harcama bir tutku halini aldı. Harcamanın esiri olduk. Yarışıyoruz  adeta. Birbirimizin tüketimine bakarak tetikliyoruz kendi kendimizi. O almış ben de alırım. O arabasını yenilemiş ben de yenilerim. O yeni ve geniş bir eve çıkmış, ben de çıkarım. O yeni elbise almış, ben de alırım. O, ev eşyasını yenilemiş, ben de yenilerim. O, karnını lüks lokantalarda doyuruyor, ben de doyururum. O, çocuğuna şunu almış, ben de alırım. O, tam porsiyon bir otele gidiyor, ben de giderim... İşin garibi parası olan da harcıyor, olmayan da. Mevcutla yetinmiyoruz. Geleceğimizi tüketiyoruz. Bir bütçe disiplinimiz yok. Devlet bütçesi gibi bir bütçemiz var. Sürekli borçlu yaşıyoruz. Dayanıyoruz kredi kartına. Ceplerimiz birden fazla kredi kartıyla dolu. Cüzdanda paramız olmasa da kredi kartımız sayesinde bir kredimiz var. Yekûn borcumuzu ödeyemesek de bankamızın bize sağladığı asgari ödeme tutarı var, firmaların verdiği taksit seçeneği var. Eksik olmasınlar bizde olanı tüketmek ve ardından kanımızı emmek için her seçeneği sunuyorlar bize. Sen yeter ki harcamak iste. Büyük alımlarda en büyük dostumuz bankalar. Dilediğin kadar kredi açıyorlar bize. Atın ölümü arpadan olsun diyerek yaşıyoruz. Bir müddet bey gibi yaşadıktan sonra sıfırı tüketip iflas bayrağını çekiyoruz. Bu aşamadan sonra sıfırı da bulamayız, eksilerde yaşamaya devam ederiz. Borcu kapatmak için eşin-dostun kapısını çalarız. Kimseden yeterli desteği göremeyince dostum yokmuş demeye başlıyoruz.

Çılgınlık derecesinde olan bu tüketim hastalığımız, içimizdeki mutsuzluğu gidermek için. Aldıkça mutlu oluruz diyoruz ama olmuyor bir türlü. Hepsi geçici bir heves çünkü! Eskiden para saadet getirmez denirdi. Şimdi her şeye sahip olmayı istemek de mutluluk getirmiyor. Azla yetinme, aza kanaat getirme, ayağını yorganına göre uzatma devri geride kaldı. Eskiden yuvayı kuran dişi kurt denen kadındır denilirdi. Şimdi alma, harcamada kadınlar en önde. Aza kanaat getirmiyor, olanla yetinmiyor.

İşin özü, tükettikçe tükeniyoruz, geleceğimizi yok ediyoruz. Bir daha geri gelmeyecek şekilde huzur ve mutluluğumuzu buzdolabına kaldırıyoruz. Aslında ne zaman olanla yetinir, birbirimizle yarışmaz isek işte o zaman mutluluğumuz geri gelir. İnanmayan deneyebilir bu yolu. Üstelik denemesi bedava ve akla en uygun olanıdır. 15.10.2017


Belediyeler Yağma Hasan'ın Böreği mi? *

Hafta sonu tatilinde ajanslara bir göz attım. En borçlu belediyelerin isimlerini ve ne kadar borçlu oldukları haberleri verildi. Borçlu belediyelerin başında terör örgütüyle özdeşlemiş belediyeler başı çekiyor. İşin garibi büyük bir kısmı da büyükşehir statüsünde olan ilçe belediyeleri.

Devletin belini büken, devleti borç batağına sürükleyen kurumların başında maalesef belediyelerimiz geliyor. Nasıl beceriyorlar bilmiyorum. Görüntü 'Yağma Hasan'ın Böreği'ni andırıyor. Bu kurumlar özel sektöre ait bir firma olsa çoktan iflas bayrağını çekerlerdi. Ne edersin ki kamu kuruluşu bunlar. Bütçe nedir, nasıl yönetilir, nasıl tasarruf edilir hesabı yapılmıyor anlaşılan buralarda. Görünen o ki hesap soran bir merci de yok. Kimseye neyi, nereye, niçin harcadın hesabı sorulmadığına göre harcanmış da harcanmış. Orta yerde bir eser varsa helâli hoş olsun borçlar. Birçok belediye enine-boyuna incelense yüzünün akıyla sınıfı geçen kaç belediye çıkar? Öyle zannediyorum hepsi sınıfta kalır; ister iktidara ait bir belediye olsun, ister muhalefete ait. Merak ediyorum bu belediye başkanlarına yönetsin diye aile şirketi verilse böyle harcamayla şirket en kısa zamanda iflas bayrağını çeker. Zaten aile büyükleri kendi şirketlerinden uzak tutuyor anlaşılan bu başkanların çoğunu. Babaları, 'Oğlum sen şirketten uzak dur, git devleti batır' demiş olmalı.

Belediye başkanlarının çoğu belki de hayatında üç-beş koyunu gütmemiştir, orta ölçekli bir bütçe yönetmemiştir. Çoğu dişinden, tırnağından artırarak bir gelir elde etmemiştir. Partilerine yaslanarak başkan seçilen bu tipler devasa bütçeyi görünce mirasyedi evlat gibi davranıyor, har vurup harman savuruyor; vur patlasın, çal oynasın misali. Nasılsa ne doğru dürüst hesap soran var, ne de arkasını arayan.

Belediyelerin çoğu siyasi partilerin arpalığı mesabesindedir. Bu yüzden siyasi partiler mahalli idarelere çok büyük önem atfeder, kazanmak için ölümüne mücadele ederler. Başkan seçilen partisinin menfaatlerini gözettikçe en gözde, bir numaralı belediye başkanı olur.

Başkan ve belediye encümenlerinin ipi, kazan kazan ilişkisi üzerine kuruludur. Birbirlerini besledikleri müddetçe hiç sorun olmaz. Denetlemeye gelenler ise dostlar alışverişte görsün türünden denetler. Gördüğünüz gibi birbiriyle menfaat ilişkisi içerisinde olanlar hallerinden memnundur. Belediyelerdeki olumsuz durumu haber yapması gereken yerel basın görmez ve duymaza oynar. Zira belediyeler reklam ve ilanlarıyla da onları besleyip ayakta tutar. Halk belediye başkanından memnunmuş değilmiş, belediye borç takmış kimsenin umurunda değil.

5 yıl boyunca kimse hesap sormaz onlara. Yeniden kazanırsa saadet zinciri kaldığı yerden devam eder. Belediye el değiştirirse yerine gelen 'Borç devraldım' diyerek işe başlar. O da bir müddet sonra bu işin yolunu, yordamını öğrenir. Hızlı bir şekilde borçlanma yoluna gider. İşin aslı, suyun başını tutanlara hiçbir şey olmuyor. Zira borç devletin borcudur. Minareyi çalan kılıfını da uydurmuştur zaten. Olan vergisiyle bu borçları ödenek zorunda kalan halka oluyor.

Belediyeler temizliğin ve şeffafın yeri olmazlarsa ve tedbir alınmazsa sırtımızda kambur olmaya devam eder. Bu gidiş bize daha fazla vergi olarak döner. Zira bu giden paralar milletin parasıdır. Bu işler borçlu belediyeleri televizyonlarda ifşa etmekle olmaz. Devletin görevi bu işin üzerine gitmesidir, kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalıdır.

Belediyelerin borçlanması böyle gelmiş, böyle gider diye düşünülmemeli. Mutlaka bir neşter vurulmalı, bütçe disiplini getirilmeli, belediye başkanı ve meclis üyeleri mercek altına alınmalı. Dürüst belediyecilik  yapacağım diye yönetime gelen dürüst kişiler belediye rantı içinde boğulmamalı. İşin içinde olanlar bu belediye bütçesini yetim malı olarak görmeli, deniz misali görmemeli. Devlet, denetim görevini ciddi yapmalı. Başkan ve üyeler savurganlıkta, harcamada kılı kırk yarmalı. Başına buyruk hareket etmemeli. Bütçe disiplinine riayet etmeyen başkan ve üyeler cezalandırılmalıdır. 15.10.2017

* 18/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.